بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ فَاعْبُدُوهُۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ وَك۪يلٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | ذَٰلِكُمُ | işte budur |
|
2 | اللَّهُ | Allah |
|
3 | رَبُّكُمْ | Rabbiniz |
|
4 | لَا | yoktur |
|
5 | إِلَٰهَ | tanrı |
|
6 | إِلَّا | başka |
|
7 | هُوَ | O’ndan |
|
8 | خَالِقُ | (O) yaratıcısıdır |
|
9 | كُلِّ | her |
|
10 | شَيْءٍ | şeyin |
|
11 | فَاعْبُدُوهُ | O’na kulluk edin |
|
12 | وَهُوَ | ve O |
|
13 | عَلَىٰ | üzerine |
|
14 | كُلِّ | her |
|
15 | شَيْءٍ | şey |
|
16 | وَكِيلٌ | vekildir |
|
İnsanlar, şuradan buradan edindikleri aslı olmayan derme çatma inançlardan vazgeçerek, Allah hakkında, bir önceki âyette belirtildiği şekilde inanç taşımaya çağrılmakta, O’ndan başka tanrı bulunmadığı, önceden olduğu gibi şimdi ve bundan sonra da her şeyin yaratıcısının O olduğu vurgulanmakta; insanlardan, burada belirtildiği şekilde oluşturdukları sahih imanlarını, uydurma tanrılara değil, yalnız Allah’a kulluk ederek ibadetle pekiştirmeleri istenmektedir. Çünkü O her şeye vekildir. Âyetin bu kısmında tevhidin en yüksek noktası gösterilmiş bulunmaktadır. Çünkü bu ifadeye göre gerçek ve adaletli bir şekilde yapıp yaratan, yaşatan, rızıklandıran O’dur; her varlığa kendi varlık mertebesinde lâyık olan imkân ve şartları hazırlama, sebepleri ve sonuçları düzenleme işlevi sadece O’na aittir; bundan dolayı güvenilip dayanılacak ve sığınılacak olan da O’ndan başkası olamaz.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 448
ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ فَاعْبُدُوهُۚ
İsim cümlesidir. İşaret ismi ذٰلِكُمُ, mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
اللّٰهُ lafza-i celâli, haber olup lafzen merfûdur. رَبُّكُمْ ikinci haber olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ cümlesi ذٰلِكُمُ’un üçüncü haberi olarak mahallen merfûdur.
لَٓا cinsi nefyeden olumsuzluk harftir. اِلٰهَ kelimesi لَٓا ’nın ismi olup fetha üzere mebnidir. اِلَّا istisna harfidir. لَٓا ’nın haberi mahzuftur. Takdiri, موجود (vardır) şeklindedir. Munfasıl zamir هُوَ mahzuf haberin zamirinden bedeldir.
خَالِقُ kelimesi ذٰلِكُمُ’un dördüncü haberi olup lafzen merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. كُلِّ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Aynı zamanda muzâftır. شَيْءٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, إن كانت هذه صفات الله فاعبدوه (Eğer bunlar Allah'ın sıfatları ise o halde O’na kulluk edin.) şeklindedir.
اعْبُدُوهُ fiili ن ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
• Şart ve cevap fiilleri mazi de muzari de gelebilir. Ancak aslolan ikisinin de muzari gelmesidir.
• Şart cümlesi mazi ve muzari fiille olur. Cevap cümlesi ise mazi ve muzari cümleleriyle gelebildiği gibi diğer cümlelerle de gelebilir.
• Cevap cümlesi; olumlu mazi, olumlu muzari ve umumiyetle لَا (nefyi istikbal) ile menfi olan muzari olarak geldiğinde başına cevap (rabıt ف’si) gelmez, bunun haricinde gelen cümle çeşitlerinde ise umumiyetle başına cevap (rabıt ف’si) gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
خَالِقُ kelimesi sülâsî mücerred olan خلق fiilinin ism-i failidir.
وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ وَك۪يلٌ
İsim cümlesidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. بِكُلِّ car mecruru وَك۪يلٌ ’e müteallıktır. شَيْءٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. عَل۪يمٌ ise haberdir.
وَك۪يلٌ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ فَاعْبُدُوهُۚ
Sübut ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkarî kelamdır. Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi işaret edilene dikkat çekmek ve önemini vurgulamak içindir. Ayrıca tazim ve tecessüm ifade eder.
Müsnedin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
İsm-i işaret ve lafza-i celâl marife kelimelerdir. Hem müsnedin hem müsnedün ileyhin marife gelmesi kasr ifade eder. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsuf babında hakiki kasrdır.
İkinci haber olan رَبُّكُمْۚ, veciz ifade kastıyla izafet formunda gelmiştir. Bu izafette Rabb isminin muzâfı olduğu كُمْۚ zamiri şan ve şeref kazanmıştır.
Aralarında mürâât-ı nazîr sanatı bulunan رَبُّ ve اللّٰهُ isimlerinin zikri tecrîd sanatıdır.
Allah lafzı ile birlikte Rabb kelimesinin de geçmesi; Rabbin sadece Allah olduğunu ifade eder. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî)
Ayetin başında yer alan ذٰلِكُمُ şeklindeki işaret ismi yüce sıfatlarla mevsuf olan Allah Teâlâ’ya işaret eder. Uzak işaretinin kullanılması onun büyüklüğünü, yüceliğini bildirmek içindir. (Ebüssuûd, Nesefî, Medâriku’t Tenzîl ve Hakâîku’t Te’vîl)
Üçüncü haber olan لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ cinsini nefyeden لَٓا’nın dahil olduğu isim cümlesidir. Cümle faide-i haber inkârî kelamdır.
لَٓا ,اِلٰهَ ’nın ismi, هُوَ ise لَٓا’nın mahzuf haberindeki zamirden bedeldir.
لَاۤ ve إِلَّا ile oluşan kasr, هُوَ ile لَاۤ’nın ismi إِلَـٰهَ arasındadır. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsuftur.
خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ dördüncü haberdir. شَيْءٍ ’deki tenvin nev, kesret ve tazim ifade eder. Müsnedin izafetle gelmesi veciz ifade kastına matuftur.
Keşşâf sahibi şöyle demiştir: Ayetteki ذٰلِكُمُ (İşte bu) ifadesi, önceki kısımlarda zikredilmiş sıfatlarla mevsuf olan varlığa işarettir. Bu ifade mübteda, bundan sonraki kısım ise peş peşe sıralanmış haberlerdir. Bu haberler de “Rabbiniz olan Allah’tır”, “O’ndan başka hiç bir ilah yoktur” ve “Her şeyi yaratandır” ifadeleridir. Yani O, bütün bu sıfatları kendisinde toplayandır. Binaenaleyh O’na ibadet ediniz. Bu, “Kendisinde bu sıfatlar bulunan varlık, ibadet edilmeye layıktır. O halde O’na ibadet ediniz, O’ndan başkasına tapmayınız” demektir. (Fahreddin er-Râzî)
وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ وَك۪يلٌ
Ayetin istînâfa matuf olan son cümlesinde atıf sebebi tezâyüftür. Cümle, faide-i haber inkârî kelamdır.
شَيْء ’deki tenvin, kesret ve nev ifade eder.
بِكُلِّ شَيْءٍ amiline takdim edilmiştir. Bu takdim, isnadın Allah Teâlâ’ya olması karînesiyle hasr ifade eder. Yani O, her şeyi bilir, bilmediği hiçbir şey yoktur. Mamulun amiline kasrını, başka bir deyişle de olumlu ifadenin yanında bir de olumsuz mana ifade eder. عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ maksûrun aleyh, وَك۪يلٌ ise maksûrdur.
وَك۪يلٌ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder. Ayette teşâbüh-i-etrâf sanatı vardır.
Allah’ın nimetleri, kevni ayetlerin içine gizlenerek insanlara hatırlatılmaktadır. Ayet, Allah’ın sonsuz kudretinin eşsiz olduğu, yoktan var etmenin sadece O’nun elinde olduğu anlamlarını da içererek tevhide ve ibrete delil teşkil etmektedir. Bütün bu anlamlara ilaveten ayetin, insanın hesaba çekileceği gerçeğine de işaret etmesi, “bir mana için gelen kelamın içine başka bir mana daha sokmak” şeklinde tarif edilen idmâc sanatıdır.
Ayette mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu ayette Allah Teâlâ kendisini, insanlar ibadet etsinler diye rubûbiyetle, tevhide yönelsinler diye ulûhiyette tek olmakla, şükretsinler diye yaratıcı olmakla, bütün işlerinde O’na güvenip dayansınlar diye vekîl olmakla vasıflamıştır. Lafızların mana bakımından uyumuna güzel bir örnektir.
هُوَ - كُلِّ - شَيْءٍ kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ
“Arzulanan bir şeye ulaşma” anlamına gelen idrak, mecaz olarak “duyu organının duyulur şeyi algılaması veya aklın soyut bir varlık ya da mânayı kavraması” mânasında kullanılır. Buradaki kullanımında her iki anlamı da kapsamaktadır; yani “Gözler O’nu idrak edemez” ifadesiyle hem Allah’ın gözle görülür maddî ve cismanî bir varlık olmadığı hem de zâtından başka hiçbir varlık tarafından O’nun gerçek varlığının ve mahiyetinin bütünüyle bilinip kuşatılamayacağı ortaya konmuştur. Bu ifade ile özellikle maddî nesneleri, putları, heykelleri, resimleri tanrılaştıran, bunlara tanrısal aşkınlık ve kutsallık yükleyerek kendilerine sığınılan veya korkulan birer güç kaynağı gibi gören bütün dinler, inançlar ve bunlara dayalı tutumlar reddedilmiştir.
Mu‘tezile bilginleri, daha başka aklî ve naklî deliller yanında, özellikle bu âyete dayanarak Ehl-i sünnet’in düşündüğünün aksine, Allah’ın, dünyada olduğu gibi âhirette de görülemeyeceğini ileri sürerken Ehl-i sünnet bilginleri, âyetin bâki olan Allah’ı bu dünyada fâni gözlerle görmenin imkânsızlığına işaret ettiğini; âhirette ise, insanların ölümsüz hale getirilecek olan bedenlerindeki sonsuz bir görme imkânına kavuşturulmuş gözleriyle bâki olan Allah’ı görmelerinin mümkün olduğunu savunmuşlardır. Onlar, inkârcıların âhirette “rablerinden mahrum kalacaklarını (perdelenmiş olacaklarını)” bildiren âyeti de (Mutaffifîn 83/15) bu iddialarına delil göstermişlerdir. Zira “mahrum olma (perdelenme)” ifadesi sadece inkârcılar için kullanıldığına göre müminler rablerini görebileceklerdir. Ancak bu görmenin keyfiyeti âhiretteki hal ve şartlara göre olacaktır. Yine Ehl-i sünnet’e mensup müfessirlere ait başka bir yoruma göre âyette Allah’ı görmenin tamamen imkânsız olduğundan söz edilmemekte, O’nun tam olarak idrak edilmesinin imkânsız olduğu bildirilmektedir. Şu halde eksik de olsa kulların O’nu görmeleri mümkün olacaktır (Şevkânî, II, 170-171).
Latîf ve habîr Allah’ın esmâ-i hüsnâsındandır. Latîf ismi Allah’ın sevgi, merhamet, hoşgörü, ihsan ve ikramıyla bütün mahlûkatla birlikte kullarına karşı çok lutufkâr olduğunu ifade etmesi yanında, özellikle habîr ismiyle birlikte kullanıldığında “her şeyi en ince ayrıntılarına kadar kusursuz bilen” anlamına gelmekte olup özellikle “bütün olup bitenler gibi kullarının hallerinden de eksiksiz haberdar olan” mânasındaki habîr ismiyle birlikte kullanıldığında ikinci mânada anlaşılması daha isabetli görülmektedir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 448-449
Riyazus Salihin, 1900 Nolu Hadis
Suheyb radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Cennetlikler cennete girince Allah Teâlâ onlara:Size vermemi istediğiniz bir şey var mı? diye soracak. Onlar:
Yâ Rabbî! Yüzlerimizi ak etmedin mi? Bizi cennete koyup cehennemden kurtarmadın mı, daha ne isteyelim, diyecekler.
İşte o zaman Allah Teâlâ perdeyi kaldıracak. Onlara verilen en güzel ve en değerli şey Rablerine bakmak olacaktır.”
Müslim, Îmân 297. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 11
Riyazus Salihin, 1902 Nolu Hadis
Cerîr İbni Abdullah radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir gece Resûlullah’ın yanında bulunuyorduk. On dördüncü gecesindeki aya baktıktan sonra şöyle buyurdu:
“Şu ayı hiç bir sıkıntı çekmeden gördüğünüz gibi Rabbinizi de ayan beyan göreceksiniz.”
Buhârî, Mevâkîtü’s-salât 16,Tefsîru sûre (50), 2, Tevhîd 24; Müslim, Mesâcid 211. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Sünnet 19; Tirmizî, Cennet 16; İbni Mâce, Mukaddime 13
لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ
Fiil cümlesidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تُدْرِكُهُ merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
الْاَبْصَارُ fail olup lafzen merfûdur.
وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ cümlesi تُدْرِكُهُ ’deki mef’ûlun hali olarak mahallen mansubtur.
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
يُدْرِكُ fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. يُدْرِكُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
الْاَبْصَارَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. اللَّط۪يفُ haber olup lafzen merfûdur. الْخَب۪يرُ ise ikinci haberdir.
اللَّط۪يفُ - الْخَب۪يرُ kelimeleri sıfat-ı müşebbehe kalıbındandır.
Sıfat-ı müşebbehe, “benzeyen sıfat” demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Allah Teala’nın ilminin genişliğini ve azametini ifade etmek için gelmiş bir ibtidaiyye cümlesidir. (Âşûr)
İsim cümlesi formunda gelerek sübut ifade eden وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ cümlesi وَ ’la makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır. Cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder.
Muzari fiilin tercih edilmesi olayın zihinde daha kolay canlandırılması için de olabilir. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi )
لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُ cümlesiyle وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
لَا تُدْرِكُهُ - يُدْرِكُ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb (Âşûr), iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
وَهُوَ - الْاَبْصَارَۚ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
ادْرِكُ [İdrak etmek] kelimesinde her halinden haberdar olmak anlamı vardır.
Gözün her yönü ile görmesine idrak, bir yönü ile görmesine de ru’yet demişlerdir.
Bu ayetin tefsirinde müfessirimiz, leff ü neşr-i müretteb sanatının varlığını uygulamalı olarak net bir şekilde şöyle gösterir: Ayetin leff ü neşr babından olması mümkündür. Yani her göz O’nu idrak edemez, çünkü O latiftir, O ise her gözü/sahibini idrak eder, çünkü her şeyden haberdardır. Bu durumda latif, kesif lafzının karşılığında kullanılır ki duyu organlarıyla idrak edilemeyen ve duyudan etkilenmeyen manasına gelir. Ayette, “Her göz O’nu idrak edemez” ve “O, her gözü idrak eder” ifadeleri zikredildikten sonra bunlara ait özellikler olan “Latif (duyularla idrak edilemeyen)” ve “Habîr (her şeyden haberdar olan)” lafızları da aynı sıraya göre dizildiğinden burada leff ü neşr-i müretteb sanatı vardır. Ayrıca ayetin لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُ [Her göz O’nu idrak edemez.] kısmında selb-i umum meydana gelmiştir. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanış, Keşşâf, Âşûr)
Dipnot: Selb-i umum, nefy edatının umum edatına takaddüm etmesidir. Bu durumda olumsuzluk bütün fertlere şamil olmayıp bazıları için sabittir. (Hacımüftüoğlu, İcâz ve Belâgat Deyimleri, s. 134)
Ayetteki الْاَبْصَارُ lafzının başındaki harfi tarif istiğrak (umum) içindir ve olumsuzluk edatından sonra gelmiştir. Yani olumsuzluk bireylerin tamamına şamil değildir. Cennete girenler Allah’ı idrak edebilecekler demektir.
Ayetteki الْاَبْصَارُ (gözler) kelimesi, başında elif-lâm bulunan bir çoğul sıygasıdır. Binaenaleyh bu sıyga, istiğrak (kapsamlılık) ifade eder. O halde Cenab-ı Allah’ın , “Gözler O’na erişemez.” ayeti, her gözün O’nu göremeyeceğini ifade eder ki bu, “umumun selbi”ni ifade eder (yani genel manada olumsuzluğu ifade eder) ama “selbin umumiliğini” ifade etmez (yani bu görememe işi, herkesi içine almaz). Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki bu olumsuzluğun “genel”e tahsis edilmesi, hükmün (görme hükmünün), o genelin içinde bulunan bazı kimseler hakkında söz konusu olabileceğine delalet eder. Bir kimse “Zeyd'i herkes dövmedi!” dediği zaman bu söz o Zeyd’in bazı kimselerin dövdüğünü ifade eder. (Fahreddin er- Râzî)
وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ
وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ cümlesi لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ’ye matuftur ve diğer bir sıfattır. Veya gözle algılanamayanın, kendisini algılamayanların durumunu bilmediği vehmini gidermek için gelmiş bir ihtiras tezyîlidir. (Âşûr)
Cümle makabline وَ ’la atfedilmiştir. Müsnedin ال takısıyla marife gelmesi, haberin biliniyor olduğunu belirtmesi yanında isnadın Allah Teâlâ’ya olduğu karînesiyle kasr ifade eder.
Haberin mübtedaya has olduğu kesin bir dille belirtilmiştir. Ayrıca müsnedin ال ile marife gelişi, bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu ifade eder.
Allah Teâlâ’ya ait bu iki vasfın aralarında وَ olmadan gelmesi, bu vasıfların her ikisinin birden O’nda mevcudiyetini gösterir.
اللَّط۪يفُ ,الْخَب۪يرُ kelimelerinin ayetin konusuyla olan uyumu teşâbüh-i etrâf sanatı, iki sıfatın birbiriyle uyumu mürâât-ı nazîr sanatıdır.
Her ikisi de mübalağa ifade eden sıfat-ı müşebbehe kalıbıdır ve aralarında muvazene sanatı vardır. Bu iki sıfat, medih içindir.
Müsnedin marife olmasıyla tekid edilen cümle faide-i haber inkarî kelamdır.
İki hükmün ta’lîli mesabesinde olan son cümlede leff ve neşr sanatı vardır.
Allah, Latif ve Habir’dir; her şeyin içini dışını bilir.
Latif, kesifin mukabili olup duyularla idrak edilemeyen demektir. (Ebüssuûd)
Ayet birbirine uygun mana ile başlamış ve sona ermiştir.
Latif ve Habir; görünen ve görünmeyen şeyleri bilmek demektir.
قَدْ جَٓاءَكُمْ بَصَٓائِرُ مِنْ رَبِّكُمْۚ فَمَنْ اَبْصَرَ فَلِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ عَمِيَ فَعَلَيْهَاۜ وَمَٓا اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِحَف۪يظٍ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قَدْ | doğrusu |
|
2 | جَاءَكُمْ | size geldi |
|
3 | بَصَائِرُ | basiretler |
|
4 | مِنْ | -den |
|
5 | رَبِّكُمْ | Rabbiniz- |
|
6 | فَمَنْ | artık kim |
|
7 | أَبْصَرَ | görürse |
|
8 | فَلِنَفْسِهِ | (yararı) kendisinedir |
|
9 | وَمَنْ | ve kim de |
|
10 | عَمِيَ | kör olursa |
|
11 | فَعَلَيْهَا | (zararı) kendisinedir |
|
12 | وَمَا | ve değilim |
|
13 | أَنَا | ben |
|
14 | عَلَيْكُمْ | sizin üzerinize |
|
15 | بِحَفِيظٍ | bekçi |
|
Besâir kelimesi “kalbin nuru, kalpte hâsıl olan bilgi ve idrak” anlamına gelen basîretin çoğuludur. Beden gözüyle algılamaya basar, akıl ve zihin melekeleriyle algılamaya da basîret denir. Âyette, Allah tarafından geldiği bildirilen “basîretler”den maksat, hakka davet eden, kurtuluş yolunu gösteren âyetler ve özellikle yukarıda geçen tev-hid akîdesinin ispatına dair âyetler ile –Râzî’ye göre– Cenâb-ı Hakk’ın insan fıtratına bahşettiği, küfrü terkedip imana yönelme istidadı yani bilgi ve düşünme melekesidir (XIII, 134). Buna göre Hz. Peygamber’in hakka davetini doğru bir şekilde kavrayan, bununla ilgili delilleri akıl ve düşünme yeteneğini isabetle kullanarak değerlendiren ve bu sayede hidayeti bulan kimse kendine iyilik etmiş; gurur ve kibre kapılarak bunun aksine davranan da kendine kötülük etmiş olur. Âyetin son kısmı, Hz. Peygamber’in, bu şekilde basîretsizliği yüzünden helâke doğru gidenleri koruma ve engelleme imkânının bulunmadığını bildirmektedir. Bunun bizzat Hz. Peygamber’in ağzından ifade edilmesi, müfessirlerin çoğunluğuna göre, âyetin başında veya bu son cümlesinden önce Resûlullah’a hitaben “de ki” şeklinde bir zımnî emrin bulunduğunu gösterir. Elmalılı Hamdi Yazır bu görüşü isabetsiz bularak meâlinde “bekçi” anlamı verilen hafîz kelimesine Allah’ı ifade edecek şekilde mâna verirken (bk. III, 2020), tasavvufî hatta bir ölçüde vahdet-i vücûdcu bir yaklaşımı tercih eden Süleyman Ateş’e göre bazı âyetlerde görülen bu durum “vahyin Hz. Muhammed’in iç benliği ile ilişkisi”nden ileri gelmektedir ve aynı durum, mutasavvıfların “Hak sıfatıyla mevsûf insan” tanımıyla izah edilebilir (bk. III, 216).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 450-451
قَدْ جَٓاءَكُمْ بَصَٓائِرُ مِنْ رَبِّكُمْۚ
Fiil cümlesidir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. جَٓاءَكُمْ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
بَصَٓائِرُ fail olup lafzen fethadır.
مِنْ رَبِّكُمْ car mecruru جَٓاءَكُمْ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مِنْ ibtidaiyyedir. جَٓاءَكُمْ fiiline müteallıktır. Veya بَصَٓائِرُ’nun sıfatıdır. (Âşûr)
فَمَنْ اَبْصَرَ فَلِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ عَمِيَ فَعَلَيْهَاۜ
فَ atıf harfidir. مَنْ şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur. اَبْصَرَ şart fiili olup fetha üzere mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. Aynı zamanda mübtedanın haberidir.
Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Mef’ûlu mahzuftur. Takdiri, أبصرها şeklindedir.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. لِنَفْسِه۪ car mecruru mahzuf mübtedanın haberine müteallıktır. Takdiri, إبصاره şeklindedir.
Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir. مَنْ şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur.
عَمِيَ şart fiili olup fetha üzere mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. Aynı zamanda mübtedanın haberidir.
Faili müstetir olup takdiri هو’dir.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. عَلَيْهَا car mecruru mahzuf mübtedanın haberine müteallıktır. Takdiri, عماه (Onu görmedi.) şeklindedir.
Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَمَٓا اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِحَف۪يظٍ
وَ atıf harfidir. مَٓا nefy harfi olup لَيْسَ gibi amel eder. اَنَا۬ munfasıl zamiri مَا ’nın ismi olarak mahallen merfûdur. عَلَيْكُمْ car mecruru حَف۪يظٍ’e müteallıktır.
بِ harfi zaiddir. حَف۪يظٍ lafzen mecrur, mahallen مَا ’nın haberi olarak mahallen mansubtur.قَدْ جَٓاءَكُمْ بَصَٓائِرُ مِنْ رَبِّكُمْۚ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle قَدْ ’la tekid edilmiş, muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
وَمَٓا اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِحَف۪يظٍ [Ben sizin başınıza dikilmiş bir gözcü değilim!] ifadesi, [Rabbinizden size, gözlerinizi açacak göstergeler gelmiş bulunuyor.] sözünün Peygamberin (s.a.) dilinden söylendiğini göstermektedir. بَصَٓارُ gözün görmesini sağlayan nur olduğu gibi بصيرة de kalbin görmesini sağlayan nurdur. (Keşşâf)
بَصَٓائِرُ kelimesiyle vahiy, Kur’an kastedilmiştir. Kur’an için بَصَٓائِرُ demesi çok anlamlıdır. Biz Kur’an sayesinde ahireti görüyoruz, anlıyoruz. Allah bize dünya ve ahiretin her yönünü vahiy ile göstermiştir.
Cem’ ma’at-taksim ma’at tefrik vardır. بَصَٓائِرُ مِنْ رَبِّكُمْۚ ibaresinde cem’ vardır. Bu durumda insanlar iki halde iki kısımda bulunurlar, ya görürler ya görmezler. Bu da taksimdir. Kısımlarla ilgili farklılıkları ifade etmek ise tefriktir.
بَصَٓائِرُ مِنْ رَبِّكُمْ [Rabbinizden basiretler] Bu, mecâz-ı mürsel olup “zikr-i müsebbep irade-i sebep” kabilindendir. Yani kendileriyle hakikatleri görebileceğiniz deliller ve hüccetler geldi, demektir. (Sâbûnî)
Basiret, kalbin kendisiyle idrak ettiği nurdur. Basar, gözün görme nurudur. Basiretler, Rabb isminin muhataplar zamirine izafe edilmesi Allah Teâlâ’nın muhataplara son derece lütufkâr olduğunu göstermek içindir. (Ebüssuûd)
Basiret: Kalbe ait bir nur olup kalp gözü bununla görür. Tıpkı baş gözünün dış âlemi görme aracı olduğu gibi kalp gözü de mana âlemine bakar. Burada,size vahiy gelmiştir, denilmektedir. Kalbe ait olan bir hususa dikkat çekilmesi tıpkı iç âleme dönük olan basiretler gibidir. (Nesefî, Medâriku’t Tenzîl ve Hakâîku’t Tevil)
فَمَنْ اَبْصَرَ فَلِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ عَمِيَ فَعَلَيْهَاۜ
İstînâfa فَ ile atfedilen cümle, şart üslubunda haberî isnaddır. Müspet mazi fiil sıygasındaki اَبْصَرَ, şart fiilidir. Rabıta harfi فَ karînesiyle gelen cevap cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır. لِنَفْسِه۪ۚ takdiri فإبصاره [onun görüşü] olan mahzuf mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.
Akabindeki aynı üslupla gelen وَمَنْ عَمِيَ فَعَلَيْهَا cümlesi, makabline matuftur. Atıf sebebi tezattır.
فَمَنْ اَبْصَرَ فَلِنَفْسِه۪ۚ cümlesiyle وَمَنْ عَمِيَ فَعَلَيْهَا cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
فَلِنَفْسِه۪ۚ - فَعَلَيْهَا kelimeleri arasında tıbâk-ı icab, اَبْصَرَ - عَمِيَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
اَبْصَرَ - بَصَٓائِرُ ve kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
أبْصَرَ وعَمِيَ ve عَلى - لِ kelimeleri arasında güzel bir mutabakat vardır. (Âşûr)
وَمَٓا اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِحَف۪يظٍ
Ayetin son cümlesi istînâfa matuftur. Menfi isim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır. Sübut ifade eder. Cümlede takdim tehir sanatı vardır. عَلَيْكُمْ kelimesi, amili بِحَف۪يظٍ ’e takdim edilmiştir. Müsned olan بِحَف۪يظٍ’deki بِ harfi zaiddir. Tekid ifade eder.
اَنَا۬ zamirinin başına olumsuzluk harfi مَٓا geldiği için kasr olmuştur.
Müsnedün ileyhin nefyden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması durumunda bu takdim kesinlikle tahsis ifade eder. Olumsuz mananın yanında bir de olumlu mana ifadesi vardır. Bu kaide; haber, fiile benzer bir lafız olduğu zaman da geçerlidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
عَلَيْكُمْ kelimesinin بِحَف۪يظٍ’e takdimi fasılaya riayet ve ihtimam içindir.
İsim cümlesinde müsnedün ileyhin takdimi Zemahşerî’nin tefsirinin vehmettirdiğinin aksine ihtisas ifade etmez. Allâme Taftazânî bu görüşe meyletmiştir. Cürcânî ise bu hususta susmuştur. (Âşûr)
وَكَذٰلِكَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ وَلِيَقُولُوا دَرَسْتَ وَلِنُبَيِّنَهُ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَكَذَٰلِكَ | ve işte böylece |
|
2 | نُصَرِّفُ | döne döne açıklıyoruz |
|
3 | الْايَاتِ | ayetleri |
|
4 | وَلِيَقُولُوا | desinler diye |
|
5 | دَرَسْتَ | sen ders almışsın |
|
6 | وَلِنُبَيِّنَهُ | ve onu iyice açıklayalım diye |
|
7 | لِقَوْمٍ | bir toplum için |
|
8 | يَعْلَمُونَ | bilen |
|
“Âyetlerin geniş geniş açıklanması” iki maksada bağlanmış olup ilki inkârcıların Hz. Muhammed’e “Sen (Kur’an’ı, âyetleri) iyi öğrenmişsin” demeleri, ikincisi de Allah Teâlâ’nın bilen bir kavme yani hak ve hidayeti bilip takip edenlere Kur’an’ı açık seçik tanıtmasıdır. Bir yoruma göre Allah’ın, âyetleri “geniş geniş açıklaması”nın sebebi, Hz. Peygamber’in onları kesin deliller olarak ortaya koyabilmesini sağlamaktır. O kadar ki, inkârcılar Resûlullah’a “Onları iyi öğrenmişsin” deme gereğini duyacaklardır. Başka bir yoruma göre inkârcılar âyetlerin bu açık seçikliği karşısında Resûlullah’ın onları başkalarından yani Ehl-i kitap’tan ders alarak öğrendiğini söyleyeceklerdir (Şevkânî, II, 172). Bu ikinci yoruma göre yüce Allah’ın, âyetleri peyderpey, geniş geniş açıklayarak indirmesi, insanların bir kısmına Kur’an’ı açık seçik tanıtma amacı taşırken bir kısmının da Peygamber ve Kur’an’ı inkâr etmelerine sebep olmaktadır. Mu‘tezile âlimleri, bu şekildeki bir yorumu, Allah’ın adaleti ve insanın sorumluluğu ilkesine aykırı buldukları için âyetteki “li-yeklû dereste” kısmının başındaki “li” edatının “âkıbet” ifade ettiğini düşünmüşlerdir. Buna göre söz konusu âyet “Biz âyetleri geniş geniş açıklarız; sonuçta da onlar kendi seçimleriyle inkâra yönelip bütün delilleri hiçe sayarak Hz. Muhammed’e ‘Sen Kur’an’ı başkalarından okuyup öğrendin’ derler” şeklinde açıklanmalıdır. Bazı son dönem Sünnî müfessirlerin de bu son yorumu tercih ettikleri görülmektedir (meselâ bk. Elmalılı, III, 2020; İbn Âşûr, VII, 422).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 451-452
وَكَذٰلِكَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ وَلِيَقُولُوا دَرَسْتَ وَلِنُبَيِّنَهُ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
وَ istînâfiyyedir. كَ harf-i cerdir. مثل; “gibi” demektir. Bu ibare نُصَرِّفُ fiilinin mahzuf mef’ûlu mutlakına müteallıktır. Takdiri, نصرف الآيات تصريفا كذلك (İşte ayetleri bu şekilde açıklıyoruz.) şeklindedir.
ذا işaret ismi, sükun üzere mebni mahallen mecrur, ism-i mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
نُصَرِّفُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur. الْاٰيَاتِ mef’ûlun bih olup cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.
وَ atıf harfidir. لِ harfi, يَقُولُوا fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harfi ile birlikte نُصَرِّفُ fiiline müteallıktır.
يَقُولُوا fiili نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, دَرَسْتَ ’dir. يَقُولُوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. دَرَسْتَ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تَ fail olarak mahallen merfûdur.
وَ atıf harfidir. لِ harfi, نُبَيِّنَهُ fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harfi ile birlikte önceki masdar-ı müevvele matuftur.
نُبَيِّنَهُ fiili mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن’dur.
Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
İkinci (lam) yani لِنُبَيِّنَهُ’daki lam, lam-ı hakikat, gerçeği ortaya koymak içindir. Halbuki ilk (lam) yani لِيَقُولُوا’deki lam ise akıbet ve sayruret lamıdır. Kısaca ve değişim bildiren manasındadır. Bu itibarla mana şöyle olur: “Nihayet en sonunda söyleyecekleri söz, ‘Sen başkasından ders görmüşsün.’ olacaktır. Bu ise tıpkı şu ayetteki gibidir: ‘Nihayet firavun ailesi onu yitik çocuk olarak nehirden aldı. O, sonunda kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı.’ (Kasas Suresi, 8) Halbuki firavun ailesi yitik çocuk Hz. Musa'yı kendilerine düşman olsun diye nehirden almadılar. Ancak o, onlar için bir göz aydınlığı ve göz nuru olsun için onu oradan aldılar. Fakat işin sonunda bu, düşmanlığa dönüştü.” (Nesefî, Medâriku’t Tenzîl ve Hakâîku’t Tevil, Âşûr)
لِقَوْمٍ car mecruru نُبَيِّنَهُ fiiline müteallıktır.
يَعْلَمُونَ fiili قَوْمٍ kelimesinin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. يَعْلَمُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
نُصَرِّفُ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
Tef’il babındandır. Sülâsîsi صرف ’dir.
Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef‘ûlu herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.وَكَذٰلِكَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ وَلِيَقُولُوا دَرَسْتَ وَلِنُبَيِّنَهُ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
و, istînâfiyyedir. Cümle-i muterize olup kendinden önceki cümleyi tezyîldir. وَ harfi itiraziyyedir. (Âşûr) Ayette îcâz-ı hazif vardır. كَذٰلِكَ, kelimesi تصريفا şeklinde takdir edilen mef’ûlü mutlaka müteallıktır.
كَذٰلِكَ kendinden önceki bir manaya işaret eder. Ancak çoğu zaman o da müstakil bir lafız değildir. Burada hem كَ hem de ذٰ işaret ismi aynı şeye işaret eder. Dolayısıyla bu durumu benzetecek yine kendisinden daha mükemmel bir şey bulunamadığını ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan Suresi, s. 101)
كَذٰلِكَ [İşte böyle], aslında uzaktaki bir nesneye işaret için kullanılır. Buradaki istimali, işaret edilen nimetin derecesinin, faziletteki mertebesinin yüksekliğini bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
…نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ cümlesi müspet muzari fiil sıygasında faide-i heber ibtidâî kelamdır.
وَلِيَقُولُوا دَرَسْتَ cümlesine dahil olan لِ , muzariyi gizli اُنْ ’le nasb ederek sebep bildirerek masdara çeviren cer harfi, lam-ı ta’lîldir. اُنْ ve akabindeki يَقُولُوا دَرَسْتَ cümlesi masdar teviliyle mahzufa matuftur. Takdiri, ليعتبروا وليقولوا [dikkate almak söylemek] şeklindedir. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. يَقُولُوا fiilinin mekulü’l-kavli دَرَسْتَ mazi fiil sıygasında gelmiştir.
Ta’lîl lamının müteallakı, mukadder نُصَرِّفُ fiilidir.
Aynı üsluptaki وَلِنُبَيِّنَهُ لِقَوْمٍ cümlesi makabline matuftur.
لِنُبَيِّنَهُ’deki zamir Kur’an’a aittir. (Âşûr)
Ayetin sonundaki يَعْلَمُونَ cümlesi لِقَوْمٍ için sıfattır. Sıfatlar anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
لِقَوْمٍ’deki tenvin tazim ifade eder.
Sarraf; kuyumcu ve dövizci için kullanılır. (Parayı çok çevirdiği için)
كَذٰلِكَ isminde cem’ ve iktidâb vardır.
اِتَّبِعْ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِك۪ينَ
Hz. Peygamber’in görevi, insanları Allah’ın âyetlerine imana davet yanında, bizzat kendisinin de bunlara uyması, Allah’tan başka tanrı bulunmadığını ikrar etmesi ve böylece şirke sapanlardan uzaklaşmasıdır. Allah dileseydi onlar da şirk koşmazlardı; fakat ilâhî düzen ve hikmet, insanlardan kiminin kendi seçimleriyle iman etmelerine, kiminin de şirk, küfür gibi dalalet çeşitlerine sapmalarına imkân verecek şekilde tecelli etmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber’in inkârcılar üzerinde koruyuculuk ve bekçilik yapmak gibi bir sorumluluğu yoktur.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 452
اِتَّبِعْ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِك۪ينَ
Fiil cümlesidir. اِتَّبِعْ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت’dir. Müşterek ism-i mevsûl مَٓا, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası اُو۫حِيَ اِلَيْكَ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
اُو۫حِيَ meçhul mazi fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هو’dir. اِلَيْكَ car mecruru اُو۫حِيَ fiiline müteallıktır.
مِنْ رَبِّكَ car mecruru aynı şekilde اُو۫حِيَ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لَٓا cinsi nefyeden olumsuzluk harftir. اِلٰهَ kelimesi لَٓا ’nın ismi olup fetha üzere mebnidir. اِلَّا istisna harfidir. لَٓا ’nın haberi mahzuftur. Takdiri, موجود (vardır) şeklindedir. Munfasıl zamir هُوَ mahzuf haberin zamirinden bedeldir.
وَ atıf harfidir. اَعْرِضْ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت’dir. عَنِ الْمُشْرِك۪ينَ car mecruru اَعْرِضْ fiiline müteallıktır. Cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الْمُشْرِك۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِتَّبِعْ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِك۪ينَ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
اِتَّبِعْ fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَٓا’nın sılası …اُو۫حِيَ اِلَيْكَ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mevsûlde müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.
اِتَّبِعْ, Kur’an’da yaygın olarak “kastetmek” manasında kullanılır, çünkü emir ve nehiyle birlikte gelmiş ve insanlara ona uymak emredilmiştir. Mecaz-ı mürsel yoluyla melzûm manasında kullanılmıştır. Çünkü birini takip eden kimse onun lâzımı olur. (Âşûr)
اُو۫حِيَ ile kastedilen Kur’an’dır. (Âşûr)
رَبِّكَ izafetinde, Rabb isminin Hz. Peygambere ait zamire muzâf olması Peygamberin makamını şereflendirmek ve teselli hususunda son derece lütuf ile muamele etmek içindir. (Ebüssuûd)
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ şeklindeki cinsini nefyeden لَٓا’nın dâhil olduğu isim cümlesi, itiraziyyedir. Cümle faide-i haber inkârî kelamdır.
لَٓا ,اِلٰهَ ’nın ismi, هُوَ ise لَٓا’nın mahzuf haberindeki zamirden bedeldir.
لَاۤ ve إِلَّا ile oluşan kasr, هُوَ ile لَاۤ ‘nın ismi إِلَـٰهَ arasındadır. Kasr-ı sıfat ale’l mevsuftur.
Tevhidi emreden vahye uymanın gerekliliğini tekid eden bir itiraz cümlesidir.
İstînâfa matuf olan وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِك۪ينَ cümlesi de emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ ibaresi 102. ayette geçmişti. Tekrîr sanatı vardır. Tekrîr; iki anlatım arasındaki zamanın uzamasından dolayı bir anlatımın unutulması korkusuyla ve anlamı daha da yerleştirmek için lafzın veya muradifinin tekrarlanmasıdır.
Rabb isminin Peygamber Efendimize ait zamire izafe edilmesi, Allah Teâlâ’nın habibine son derece lütufkâr olduğunu göstermek içindir.
وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَٓا اَشْرَكُواۜ وَمَا جَعَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَف۪يظاًۚ وَمَٓا اَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَك۪يلٍ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَوْ | ve eğer |
|
2 | شَاءَ | isteseydi |
|
3 | اللَّهُ | Allah |
|
4 | مَا |
|
|
5 | أَشْرَكُوا | ortak koşmazlardı |
|
6 | وَمَا |
|
|
7 | جَعَلْنَاكَ | biz seni yapmadık |
|
8 | عَلَيْهِمْ | onların üzerine |
|
9 | حَفِيظًا | bekçi |
|
10 | وَمَا | ve değilsin |
|
11 | أَنْتَ | sen |
|
12 | عَلَيْهِمْ | onlara |
|
13 | بِوَكِيلٍ | vekil |
|
وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَٓا اَشْرَكُواۜ
وَ atıf harfidir. لَوۡ gayrı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur. شَٓاءَ şart fiilidir. ٱللَّهُ lafza-i celâli fail olup lafzen merfûdur. شَٓاءَ fiilinin mef’ûlu mahzuftur. Takdiri, شاء الله إيمانهم (Allah onların imanını dilerse) şeklindedir.
شَٓاءَ ’nin mef'ûlu mahzuftur, لَوْ ’in cevabının delaletiyle hazfedilmiştir. Takdiri, ولَوْ شاءَ اللَّهُ عَدَمَ إشْراكِهِمْ ما أشْرَكُوا (Allah Teâlâ onların şirk koşmasını istemeseydi şirk koşmazlardı.) şeklindedir. (Âşûr)
Şartın cevabı مَٓا اَشْرَكُوا’dur. مَٓا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. اَشْرَكُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olup mahallen merfûdur.
وَمَا جَعَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَف۪يظاًۚ
وَ atıf harfidir. مَٓا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. جَعَلْنَاكَ sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. عَلَيْهِمْ car mecruru حَف۪يظاً’e müteallıktır.
حَف۪يظاً kelimesi جَعَلْنَاكَ fiilinin ikinci mef’ûlun bihi olup fetha ile mansubtur.
حَف۪يظاً kelimesi sülâsî mücerred olan حفظ fiilinin ism-i failidir.
وَمَٓا اَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَك۪يلٍ
وَ atıf harfidir. مَٓا nefy harfi olup لَيْسَ gibi amel eder. اَنْتَ munfasıl zamiri مَا ’nın ismi olarak mahallen merfûdur. عَلَيْهِمْ car mecruru وَك۪يلٍ’e müteallıktır.
بِ harfi zaiddir. وَك۪يلٍ lafzen mecrur, مَا ’nın haberi olarak mahallen mansubtur.
وَك۪يلٍ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَٓا اَشْرَكُواۜ
Şart üslubunda gelen bu cümlede وَ istînâf harfi, لَوۡ gayrı cazim şart edatıdır. Şart gerçekleşmediği için cevabının da gerçekleşmediğini bildiren bir edattır.
Cevap cümlesi مَٓا اَشْرَكُوا, menfi mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidâî kelamdır.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, şart üslubunda haberî isnaddır.
Şart fiili olan شَاۤءَ ’nin mef’ûlü mahzuftur. Genel olarak شَٓاءُ fiilinin mef'ûlü bu cümlede olduğu gibi hazfedilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garîb bir şey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Müsnedün ileyhin lafza-i celâlle gelmesi telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırma kastının yanında konunun önemini de vurgulamaktadır.
Mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle ayetteki lafza-i celâllerde tecrîd sanatı vardır.
وَمَا جَعَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَف۪يظاًۚ
لَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ cümlesine matuftur. Menfi mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Car-mecrur عَلَيْهِمْ amili olan حَف۪يظاًۚ ’e önemine binaen takdim edilmiştir.
Kasr manası kastedilmediği için حَف۪يظاًۚ nekre olarak gelmiştir.
وَمَٓا اَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَك۪يلٍ
Ayetin son cümlesi istînâfa matuftur. Menfi isim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır. Sübut ifade eder. Nefy harfi ليس ,مَٓا gibi amel etmiştir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. عَلَيْهِمْ amili بِوَك۪يلٍ’e takdim edilmiştir. Müsned olan بِوَك۪يلٍ’deki بِ harfi zaiddir. Tekid ifade eder.
اَنْتَ zamirinin başına olumsuzluk harfi مَٓا geldiği için kasr olmuştur.
Müsnedün ileyhin nefyden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması durumunda bu takdim kesinlikle tahsis ifade eder. Olumsuz mananın yanında bir de olumlu mana ifadesi vardır. Bu kaide; haber, fiile benzer bir lafız olduğu zaman da geçerlidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Burada müsnedün ileyh, tahsis ifade eder
عَلَيْهِمْ - مَٓا kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Son cümledeki olumsuzluk yanında haberin başında بِ harfinin gelmesi olumsuzluğu tekid içindir. Bunun hiç bir ihtimali olmadığını ifade eder.
وَك۪يلٍ - حَف۪يظاًۚ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.وَلَا تَسُبُّوا الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ فَيَسُبُّوا اللّٰهَ عَدْواً بِغَيْرِ عِلْمٍۜ كَذٰلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ اُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ اِلٰى رَبِّهِمْ مَرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَا |
|
|
2 | تَسُبُّوا | sövmeyin ki |
|
3 | الَّذِينَ | kimselere |
|
4 | يَدْعُونَ | yalvardıkların |
|
5 | مِنْ |
|
|
6 | دُونِ | başka |
|
7 | اللَّهِ | Allah’tan |
|
8 | فَيَسُبُّوا | onlar da sövmesinler |
|
9 | اللَّهَ | Allah’a |
|
10 | عَدْوًا | taşkınlıkla |
|
11 | بِغَيْرِ |
|
|
12 | عِلْمٍ | bilmeyerek |
|
13 | كَذَٰلِكَ | böyle |
|
14 | زَيَّنَّا | biz süslü gösterdik |
|
15 | لِكُلِّ | her |
|
16 | أُمَّةٍ | ümmete |
|
17 | عَمَلَهُمْ | yaptıkları işi |
|
18 | ثُمَّ | sonunda |
|
19 | إِلَىٰ |
|
|
20 | رَبِّهِمْ | Rablerinedir |
|
21 | مَرْجِعُهُمْ | dönüşleri |
|
22 | فَيُنَبِّئُهُمْ | O haber verecektir |
|
23 | بِمَا | şeyleri |
|
24 | كَانُوا | oldukları |
|
25 | يَعْمَلُونَ | yapmış |
|
Zemahşerî, âyetteki sebb kelimesini genel olarak “eleştiri” mânasına alarak normal şartlarda yanlışlıkları ve kötülükleri eleştirmenin bir görev olduğunu, ancak eğer eleştiri eleştirilen durumdan daha zararlı ve yıkıcı sonuçlara yol açacaksa bundan kaçınmanın da bir görev olduğunu belirtmektedir (II, 23). Bununla birlikte, birçok müfessirin de kaydettiği gibi, sebb kelimesi şetm yani “terbiye ve nezaketle bağdaşmayan çirkin sözler” demektir. Yanlış yolda olanları eleştirmek, neyin doğru neyin yanlış olduğunu ortaya koymak zorunlu olmakla birlikte; âyete göre, bunu hakaret, sövüp sayma gibi İslâm ahlâkının hilim, edep ve nezaket kurallarıyla bağdaştırılması mümkün olmayan bir üslûpla yapmak câiz değildir. Nitekim âyette hitabın, Hz. Peygamber’e değil de, diğer müminlere yöneltilmiş olması da bunu gösterir. Çünkü sövüp sayma zaten Resûlullah’ın ahlâkıyla bağdaşmadığı için ona böyle bir uyarıda bulunulmasına gerek yoktur. Bu âyete göre başkalarına, onların inançlarına ve kutsal saydıkları değerlere hakaret etmek İslâmî edep ve ahlâkla bağdaşmadığı gibi, İslâm’ın izzetine de zarar getirir. Esasen, Râzî’nin de belirttiği gibi (XIII, 139), müşrikler putlara tapmakla birlikte Allah’a da inanıyorlardı. Bu yüzden durup dururken O’na hakaret etmeleri düşünülemez. Şu halde bazı müslümanların müşrikler ve inançları hakkındaki ölçüsüz sözleri onları taşkınlığa sevketmiş; doğrudan doğruya Allah’a sövmek maksadıyla olmasa bile, öfkeye kapılarak müslümanların kutsal inançlarına sövüp saymaya kalkışmışlardır. Bu âyette müslümanların bu durumlara imkân verecek söz ve davranışlardan kaçınmaları emredilmektedir. Âyette İslâm’ın tebliğ ve davet metoduna da işaret vardır. Buna göre bizim gibi başkalarının inanç ve kanaatleri de onlara göre değerlidir. Diyalog ve ikna etmenin yolu saygı ve nezaketten geçer. Hakaret ve küfür ise sadece muhatabın düşmanlık duygularını kabartır; inatlaşma, sertleşme ve giderek çatışmaya yol açar.
“Biz her ümmete kendi işlerini çekici gösterdik” meâlindeki cümle, Allah’ın insanlara inanç ve yaşayışları konusunda bir seçme imkânı bırakmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. İnsanların inanç ve telakkilerine, ahlâk ve yaşayışlarına tesir eden, sonuçta onların inanç ve davranışlarını beğenmelerini sağlayan birçok psikolojik ve sosyal sebep vardır ve her şey gibi bunlar da Allah’ın koyduğu kanunlar uyarınca oluşmaktadır. İnsanın asıl görevi ise akıl ve muhakeme gücü yardımıyla bu sebepleri aşarak Allah’ın âyetleri üzerine düşünmesi, hoşlanıp bağlandığı inancı ve hayatı sorgulamasıdır. İnsanlar, bilgisine ve dürüstlüğüne inanıp güvendikleri seçkin kişilerin görüşlerinden ve irşadlarından da yararlanıp aydınlanarak gerçeğe ulaşma imkânına sahiptirler; Allah insanlardan bu imkânı esirgememiştir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 453-454
وَلَا تَسُبُّوا الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ فَيَسُبُّوا اللّٰهَ عَدْواً بِغَيْرِ عِلْمٍۜ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَسُبُّوا fiili نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
يَدْعُونَ fiili نَ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
مِنْ دُونِ car mecruru mahzuf hale müteallıktır. Takdiri; معبودين من دون الله (Allah’tan başka mabudlara taparlar) şeklindedir. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
فَ; sebebiyyedir. Muzariyi gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çevirir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, kelamın öncesinden anlaşılan masdara matuftur. Takdiri, لا يكن منكم سب لآلهتهم فسب منهم لله (Sizden kimse onların ilâhlarına sövmesin, yoksa onlar da Allah’a söverler.) şeklindedir.
يَسُبُّوا fiili نَ ’un hazfiyle mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.
اللّٰهَ lafza-i celâli mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. عَدْواً sebebiyet bildiren mef’ûlün lieclihtir. بِغَيْرِ car mecruru müekked hale müteallıktır. Takdiri, جاهلين (cahilce) şeklindedir.
عِلْمٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Fiilin oluş sebebini bildiren mef’uldür. “Mef’ûlün lieclihi” veya “Mef’ûlün min eclihi” de denir. Mef’ûlün leh mansubtur. Fiile “neden, niçin” soruları sorularak bulunur.
Türkçede “için, -den dolayı, sebebiyle, -sın diye, ta ki, zira, maksadıyla, uğruna” gibi manalara gelir. Mef’ûlün leh fiilinin önüne geçebilir.
İki tür kullanımı vardır: 1. Harfi cersiz kullanımı, 2. Harfi cerli kullanımı.
1. Harfi cersiz olması için şu şartlar gereklidir:
a. Mef’ûlün leh, cümledeki fiilin masdarı dışında bir masdar olmalıdır.
b. Nekre (belirsiz) olmalıdır.
c. Mef’ûlün leh olacak masdarın (iç duygularımızı ifade ettiğimiz, “saygı göstermek, küçümsemek, korkmak, bilmek, bilmemek” gibi) kalbî fiillerden olması gerekir.
d. Fiilin faili ile mef’ûlün faili aynı olmalıdır.
e. Fiilin oluş zamanı ile mef’ûlün lehin oluş zamanı aynı olmalıdır.
Not: Mef’ûlün lehin harfi cersiz kullanılabilmesi için yukarıdaki 5 şartın beraber bulunması gerekir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَذٰلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ اُمَّةٍ عَمَلَهُمْ
كَ harf-i cerdir. مثل kelimesi “gibi” demektir. Bu ibare, amili زَيَّنَّا olan mahzuf mef’ûlu mutlaka müteallıktır. Takdiri, زينا لكل أمة تزيينا مثل التزيين لهؤلاء (Biz her ümmeti, bunların ziynetleri gibi bir süsle süsledik.) şeklindedir.
ذٰ işaret ismi, sükun üzere mebni mahallen mecrur, ism-i mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
زَيَّنَّا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
لِكُلِّ car mecruru زَيَّنَّا fiiline müteallıktır. اُمَّةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. عَمَلَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ثُمَّ اِلٰى رَبِّهِمْ مَرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Hem zaman açısından hem de rütbe (bir mertebeden bir mertebeye geçiştir) açısından terahi ifade eder. (Âşûr)
اِلٰى رَبِّهِمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مَرْجِعُهُمْ muahhar mübtedadır.
Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ atıf harfidir. يُنَبِّئُهُمْ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
مَا müşterek ism-i mevsûlu, بِ harf-i ceriyle birlikte يُنَبِّئُهُمُ fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası كَانُوا يَعْمَلُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
كَانُوا damme üzere mebni nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur.
يَعْمَلُونَ fiili كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubtur. يَعْمَلُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
يُنَبِّئُهُمْ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi نبأ ’dir. Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef’ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef’ûlu herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.وَلَا تَسُبُّوا الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ فَيَسُبُّوا اللّٰهَ عَدْواً بِغَيْرِ عِلْمٍۜ
وَ istinâfiyyedir. Cümle, nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Bu ayet-i kerime işaret eder ki bir emre uymak (taat) eğer daha ağır bir günaha yol açıyorsa onun terki vacip olur. Çünkü şerre sebebiyet veren bir şey de şer sayılır. (Ebüssuûd)
تَسُبُّوا fiilinin mef’ûlü konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ’nin sılası يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mevsûlde müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.
Mef’ûlün ism-i mevsûlle ifade edilmesi zem kastına matuftur.
دُونِ اللّٰهِ izafeti gayrının tahkiri içindir.
فَيَسُبُّوا اللّٰهَ عَدْواً cümlesine dahil olan فَ , fa-i sebebiyyedir. Gizli انِ ’le masdar tevilindeki فَيَسُبُّوا اللّٰهَ عَدْواً بِغَيْرِ عِلْمٍ cümlesi, önceki cümlenin mefhumundaki masdara matuftur. Veya فَ atıftır. Cümle …لَا تَسُبُّوا cümlesine matuftur.
عَدْواً’deki tenvin kesret ve tahkir ifade eder.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, kalplerde haşyet duygularını artırmak için yapılan tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
İki cümle arasında mukabele, لَا تَسُبُّوا - فَيَسُبُّوا kelimeleri arasında tıbâk-ı selb, iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
كَذٰلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ اُمَّةٍ عَمَلَهُمْ
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayette îcâz-ı hazif vardır. كَذٰلِكَ kelimesi تزيينا şeklinde takdir edilen mef’ûlü mutlaka müteallıktır.
كَذٰلِكَ kendinden önceki bir manaya işaret eder. Ancak çoğu zaman o da müstakil bir lafız değildir. Burada hem كَ hem de ذٰ işaret ismi aynı şeye işaret eder. Dolayısıyla bu durumu benzetecek yine kendisinden daha mükemmel bir şey bulunamadığını ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan Suresi, s. 101)
كَذٰلِكَ [İşte böyle], aslında uzaktaki bir nesneye işaret için kullanılır. Buradaki istimali, işaret edilen nimetin derecesinin, faziletteki mertebesinin yüksekliğini bildirmek içindir.(Ebüssuûd)
…زَيَّنَّا لِكُلِّ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اُمَّةٍ’deki tenvin nev ve teksir ifade eder.
Buradaki her ümmetten murad, kâfir veya mümin bütün ümmetlerdir. (Ebüssuûd)
ثُمَّ اِلٰى رَبِّهِمْ مَرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
ثُمَّ ile bir mahzufa atfedilen cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır.
اِلٰى رَبِّهِمْ mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Sübut ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümledeki takdim, kasr ifade eder. Mübteda ve haber arasındaki kasr, kasr-ı sıfat ale’l-mevsuftur. Yani dönüş sadece O’nadır. Başka hiçbir şeye değil.
رَبِّهِمْ izafeti gayrının şanı içindir.
Bu, kâfirler için bir ceza ve azap vaididir. (Ebüssuûd)
فَ ile makabline atfedilen يُنَبِّئُهُمْ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil cümlede teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl يُنَبِّئُهُمْ ,مَا fiiline müteallıktır. Sılası كَانُوا يَعْمَلُونَ cümlesi, كَان ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda gelerek sübuta, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. Mevsûlde, müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.
كَان ’nin haberinin muzari fiili olarak gelmesi ise durumun yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. (Vakafat, s. 103)
كَان ’nin haberi muzari olduğunda, geçmişte belirli bir süre devam edip biten eylemlere, geçmişte mutat olarak yapılan ve âdet haline gelmiş davranışlara olmak üzere iki manaya delalet eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi Sayı 41)
يَدْعُونَ - عَدْواً ve يَعْمَلُونَ - عَمَلَهُمْ kelimeleri arasında cinas-ı nakıs ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
عِلْمٍۜ - عَمَلَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.وَاَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْ لَئِنْ جَٓاءَتْهُمْ اٰيَةٌ لَيُؤْمِنُنَّ بِهَاۜ قُلْ اِنَّمَا الْاٰيَاتُ عِنْدَ اللّٰهِ وَمَا يُشْعِرُكُمْۙ اَنَّـهَٓا اِذَا جَٓاءَتْ لَا يُؤْمِنُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَأَقْسَمُوا | ve yemin ettiler |
|
2 | بِاللَّهِ | Allah’a |
|
3 | جَهْدَ | güçlü |
|
4 | أَيْمَانِهِمْ | yeminleriyle |
|
5 | لَئِنْ | eğer |
|
6 | جَاءَتْهُمْ | kendilerine gelirse |
|
7 | ايَةٌ | bir mu’cize |
|
8 | لَيُؤْمِنُنَّ | mutlaka inanacaklarına |
|
9 | بِهَا | ona |
|
10 | قُلْ | de ki |
|
11 | إِنَّمَا | ancak |
|
12 | الْايَاتُ | Mu’cizeler |
|
13 | عِنْدَ | katındadır |
|
14 | اللَّهِ | Allah |
|
15 | وَمَا | değil misiniz? |
|
16 | يُشْعِرُكُمْ | şuurunda |
|
17 | أَنَّهَا | o (mu’cize) |
|
18 | إِذَا | ne zaman |
|
19 | جَاءَتْ | gelmiş olsa |
|
20 | لَا |
|
|
21 | يُؤْمِنُونَ | onlar inanmazlar |
|
Müşrikler Kur’an’ın Allah kelâmı olduğuna inanmadıkları, Hz. Muhammed’in onu Tevrat ve İncil hakkında bilgi sahibi olanlardan ders alarak öğrendiğini iddia ettikleri için ondan peygamberliğini kanıtlayacak başka mûcizeler istiyor; o takdirde bu mûcizeye, dolayısıyla Hz. Peygamber’e inanacaklarına dair and içiyorlardı. Âyette Hz. Peygamber’den, mûcizeyi gerçekleştirmenin ancak Allah’ın dilemesine bağlı bulunduğunu açıklaması istenmektedir. Hz. Peygamber’in de bu gerçeği her vesileyle ifade ettiği, kendisinin ancak bir beşer olduğunu açıklıkla belirttiği görülmektedir (Kehf 18/110; Fussılet 41/6).
Bazı tefsirlerde işaret edildiği gibi, muhtemelen o dönemdeki müslümanlar, iyi niyetleri sebebiyle, inkârcıların mûcize istemekte samimi olduklarını düşündükleri için, Resûlullah’tan bu isteklere olumlu karşılık vermesini beklemişlerdi. Bu sebeple âyette “Mûcize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?” buyurularak müşriklerin samimiyetsizliğine dikkat çekilmiştir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 455
وَاَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْ لَئِنْ جَٓاءَتْهُمْ اٰيَةٌ لَيُؤْمِنُنَّ بِهَاۜ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. اَقْسَمُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olarak mahallen merfûdur.
بِاللّٰهِ car mecruru اَقْسَمُوا fiiline müteallıktır. جَهْدَ mef’ûlu mutlaktan naibtir. Aynı zamanda muzâftır.
اَيْمَانِهِمْ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. إِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder.
جَٓاءَتْهُمْ şart fiili olup fetha üzere mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. تْ te’nis alametidir.
Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. اٰيَةٌ fail olup lafzen merfûdur.
Şartın cevabı, kasemin cevabının delaletiyle mahzuftur.
لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir.
يُؤْمِنُنَّ fiilinin sonundaki نَّ, tekid ifade eden nûn-u sakiledir. يُؤْمِنُنَّ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و’ı mahzuftur.
Tekid nun’ları bitiştikleri fiile istikbal manası kazandıran bir edatın veya durumun bulunması halinde muzari fiilin sonuna gelirler. (Soru, arz, tekid lamı, ummak, teşvik, nehiy, temenni ve yemin gibi.)
بِهَا car mecruru يُؤْمِنُنَّ fiiline müteallıktır.
اَقْسَمُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındadır. Sülâsîsi قسم ’dır.
İf’âl babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
قُلْ اِنَّمَا الْاٰيَاتُ عِنْدَ اللّٰهِ وَمَا يُشْعِرُكُمْۙ اَنَّـهَٓا اِذَا جَٓاءَتْ لَا يُؤْمِنُونَ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت ’dir. Mekulü’l-kavli, اِنَّمَا الْاٰيَاتُ عِنْدَ اللّٰهِ ’dir. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
اِنَّمَا kâffe ve mekfûfedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup, buradaki ma-i kâffeden kasıt ise اِنَّ harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan مَا demektir.
الْاٰيَاتُ mübteda olup lafzen merfûdur. Mekân zarfı عِنْدَ , mahzuf habere müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَ atıf harfidir. İstifham ismi مَا, mübteda olarak mahallen merfûdur. يُشْعِرُكُمْ fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يُشْعِرُكُمْ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
اَنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. هَا muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.
اِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.
اِذَا şart harfi vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
جَٓاءَتْ şeklinde mazi sıyga ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
جَٓاءَتْهُمُ sükun üzere mebni mazi fiildir. تۡ te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri هى ’dir.
Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
لَا zaiddir. يُؤْمِنُونَ fiili اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. يُؤْمِنُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
يُؤْمِنُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındadır. Sülâsîsi أمن ’dır.
İf’âl babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَاَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْ
وَ istînâfiyyedir. Cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
اَيْمَانِهِمْ - اَقْسَمُوا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
“Kasem” Tabirinin “Yemin” Manasına Taşınması:
Vahidî şöyle demektedir: “Yemine, kasem adı verilmiştir. Çünkü yemin, ister müspet isterse menfi olsun, insanın haber verdiği, bildirdiği haberi tekid etmek için va’z edilmiştir. Haber, doğru veya yalan olabileceği için haber veren kimse doğru tarafını yalan tarafına tercih etmek için böyle bir yola başvurmaya muhtaç olur. Ki bu yol da yemin etme yoludur. Yemin etmeye, ancak bu haberi duyduğunda insanlar, onu tasdik eden veya yalanlayanlar şeklinde kısımlara ayrıldığı zaman ihtiyaç duyulur. Araplar yemin etmeye kasem adını vermişler ve bunu, أفْعَلَ sıygasıyla ifade ederek أقْسَمَ فُلانٌ يُقْسِمُ إقْسامًا [Falanca yemin etti.] demişler; bununla da o kimsenin tercih ettiği yemini tekid ettiğini ve doğruluğu yemin ve kasem vasıtasıyla seçmiş olduğu kaseme havale ettiğini kastederler. (Fahreddin er- Râzî)
لَئِنْ جَٓاءَتْهُمْ اٰيَةٌ لَيُؤْمِنُنَّ بِهَاۜ
İstînâf cümlesi olarak fasılla gelmiştir. Kasem üslubunda gayrı talebî inşaî isnaddır. لَ mahzuf kasem fiili için gelen lâm-ı muvattıa, ئِنْ şart harfidir. Kasem fiilinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Şart cümlesi olan جَٓاءَتْهُمْ اٰيَةٌ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. اٰيَةٌ ’deki tenvin nev ve tazim ifade eder.
Buradaki ayetten maksat, herhangi bir mucize veya kendilerinin istedikleri bir mucizedir. (Ebüssuûd)
لَيُؤْمِنُنَّ بِهَا cümlesi kasemin cevabıdır. Şartın cevabı, kasemin cevabının delaletiyle mahzuftur.
Mahzufla birlikte cümle şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Ayette cevap farklı yönlerden düşünmeyi gerektirdiği, ayrıca dinleyici ve okuyucuyu düşünce ve hayal ufkuna yönlendirdiği için mübalağa içermektedir. Îcâz metoduyla cümle daha yoğun anlamlar yüklenmiştir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
قُلْ اِنَّمَا الْاٰيَاتُ عِنْدَ اللّٰهِ وَمَا يُشْعِرُكُمْۙ اَنَّـهَٓا اِذَا جَٓاءَتْ لَا يُؤْمِنُونَ
Cümle, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Mekulü’l-kavl cümlesi اِنَّمَا kasr edatıyla tekid edilmiştir. Faide-i haber inkârî kelamdır. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda gelmiştir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfret ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Kasr, mübteda ve haber arasındadır. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır.
اِنَّمَا ile yapılan kasrlarda muhatap, konunun cahili değildir ve doğruluğuna itiraz etmiyordur ya da bu konuma konulmuştur. Ancak bunun aksi durumlarda da اِنَّمَا ile kasrın yapıldığı görülmektedir. Yani muhatabın inkâr ettiği durumlarda inkâr etmiyormuş menzilesine konarak اِنَّمَا ile kasr yapılır. Böylece tariz yoluyla başka bir maksat için gelmiş olur. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Meânî İlmi, Fatma Serap Karamollaoğlu)
عِنْدَ اللّٰهِ izafetinde lafza-i celâle muzâf olan عِنْدَ şan ve şeref kazanmıştır.
Makabline وَ ’la atfedilen وَمَا يُشْعِرُكُمْۙ cümlesi istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İnkârî manadaki istifham cümlesi gerçek anlamda soru kastı taşımadığı için haberî manadadır. Dolayısıyla mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Aynı zamanda cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Ayette, istenen bu mucizeler geldiğinde onların iman etmeyeceğini Allah Teâlâ’nın bildiğine bir tenbih vardır. Ayette hitap müminleredir. Çünkü müminler onların imanını umarak mucize gelmesini temenni ediyorlardı. Bunun üzerine ayet nazil oldu. (Beyzâvî)
Bu cümle mucizenin gerçekleşmemesini gerektiren hikmeti ortaya koyar. Bu hitap, özellikle Müslümanlara veya onlarla beraber Peygamberedir. Çünkü yukarıda söylendiği gibi Peygamber, o mucize için dua etmeye niyetlenmişti.
Bu cümle aynı zamanda onların iman sözünün yalan olduğunu, istedikleri gerçekleşse de inanmayacaklarını bildirir. Bu itibarla bu kelam, mucizelerin inmesini temenni eden Müslümanlar için bir özür beyanı gibidir.
Diğer bir görüşe göre bu kelamdaki olumsuzluk harfi لَا zaiddir. Yani “İstedikleri mucizeler gelse bile onların iman edeceklerini size bildiren nedir ki siz, onların imana geleceklerini umarak mucizelerin gerçekleşmesini temenni ediyorsunuz?” demektir.
Bir diğer görüşe göre ise “iman etmezler, iman etmeyecekler” lafzındaki لَا zaiddir.
اَنَّ harfi de “belki, muhtemelen” anlamındadır (ki normal olarak iki cümleyi birbirine bağlar ve tekid ifade eder). Yani o mucize geldiğinde, onların halini ve ne olacağını siz nereden bileceksiniz? Belki mucize gelse de iman etmeyecekler. O halde ne diye mucizenin gelmesini temenni ediyorsunuz? Zira onların mucizeyi temenni etmeleri, ancak geldiğinde imanlarının muhakkak gerçekleşeceği takdirde uygun olur; yoksa iman etmeyecekleri kuvvetle muhtemel olduğu takdirde bu temennileri uygun olmaz. (Ebüssuûd)
Masdar ve tekid harfi اَنَّ ve akabindeki اَنَّـهَٓا اِذَا جَٓاءَتْ لَا يُؤْمِنُونَ cümlesi masdar teviliyle يُشْعِرُكُمْۙ fiilinin ikici mef’ûlü yerindedir. Faide-i haber inkârî kelamdır.
Şarttan mücerret zaman zarfı اِذَا ve muzâfun ileyhi olan جَٓاءَتْ cümlesi, لَا يُؤْمِنُونَ fiiline müteallıktır. Cümlenin müsnedi لَا يُؤْمِنُونَ ’ye dahil olan nefy harfi لَا zaiddir. Tekid ifade eder.
لَا يُؤْمِنُونَ - لَيُؤْمِنُنَّ ve الْاٰيَاتُ - اٰيَةٌ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Allah isminin tekrarı, Allah’ın yüceliğini vurgulamak ve kalplere korku salmak içindir.
وَنُقَلِّبُ اَفْـِٔدَتَهُمْ وَاَبْصَارَهُمْ كَمَا لَمْ يُؤْمِنُوا بِه۪ٓ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَنَذَرُهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَنُقَلِّبُ | ve ters çeviririz |
|
2 | أَفْئِدَتَهُمْ | gönüllerini |
|
3 | وَأَبْصَارَهُمْ | ve gözlerini |
|
4 | كَمَا | gibi |
|
5 | لَمْ |
|
|
6 | يُؤْمِنُوا | inanmadıkları |
|
7 | بِهِ | ona |
|
8 | أَوَّلَ | ilk |
|
9 | مَرَّةٍ | defasında |
|
10 | وَنَذَرُهُمْ | ve bırakırız onları |
|
11 | فِي | içinde |
|
12 | طُغْيَانِهِمْ | azgınlıkları |
|
13 | يَعْمَهُونَ | bocalayıp dururlar |
|
Allah Teâlâ, inkârcıların kalplerini veya akıllarını ve gözlerini ters çevireceğini, böylece eğriyi doğru, doğruyu eğri göreceklerini, önceden olduğu gibi mûcize gösterildikten sonra da inanmamakta ısrar edeceklerini bildiriyor. Çünkü niyetleri içtenlikle düşünmek ve hakikati bulmak değil, Hz. Peygamber’i güç durumda bırakmaktır. Bu inatçı ve ters tutumları sebebiyle Allah da onları kendi hallerine bırakır, böylece azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 455
وَنُقَلِّبُ اَفْـِٔدَتَهُمْ وَاَبْصَارَهُمْ كَمَا لَمْ يُؤْمِنُوا بِه۪ٓ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَنَذَرُهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ۟
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. نُقَلِّبُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur.
اَفْـِٔدَتَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَبْصَارَهُمْ kelimesi atıf harfi وَ ’la اَفْـِٔدَتَهُمْ kelimesine matuftur.
كَ harf-i cerdir. مَا ve masdar-ı müevvel, mahzuf mef’ûlu mutlaka müteallıktır. Takdiri, تقليبا ككفرهم من قبل (daha önce inançsızlıkları gibi dönüyorlar) şeklindedir.
لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. يُؤْمِنُوا fiili ن ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِه۪ٓ car mecruru يُؤْمِنُوا fiiline müteallıktır. اَوَّلَ zaman zarfı, يُؤْمِنُوا fiiline müteallıktır. مَرَّةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَ atıf harfidir. نَذَرُهُمْ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur.
Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
ف۪ي طُغْيَانِهِمْ car mecruru يَعْمَهُونَ۟ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يَعْمَهُونَ۟ fiili نَذَرُهُمْ ’deki mef’ûlun hali olarak mahallen mansubtur. يَعْمَهُونَ۟ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
نُقَلِّبُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi قلب ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef’ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef’ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَنُقَلِّبُ اَفْـِٔدَتَهُمْ وَاَبْصَارَهُمْ كَمَا لَمْ يُؤْمِنُوا بِه۪ٓ اَوَّلَ مَرَّةٍ
وَ atıf veya istînâfiyyedir. Ayetin ilk cümlesi müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Bu ayet, onların iman etmeyeceklerini bildiren kelamdan sonra zikredilmiştir. Bunun sonra zikredilmesi, “Onların asıl hallerinin küfür olduğunu, inkârlarının Allah katından gelen bir cebir ve zorlamadan kaynaklanmadığını bildirmek içindir.” (Ebüssuûd)
Teşbih harfi nedeniyle mecrur mahaldeki masdar harfi مَا, mahzuf mef’ûlü mutlaka müteallıktır. Sılası لَمْ يُؤْمِنُوا بِه۪ٓ اَوَّلَ مَرَّةٍ, menfi mazi fiil sıygasında gelerek sübuta, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. (Âşûr, Mümtehine Suresi, 6)
Ayetteki ifade; teşbih edatı zikredildiği için mürsel, benzetme yönü hazfedildiği için de mücmel teşbihtir.
Gözleri ve kalbi çevirme ifadesi, hal-mahal alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
اَفْـِٔدَتَهُمْ - اَبْصَارَهُمْ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
وَنَذَرُهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ۟
…نُقَلِّبُ cümlesine matuf bu cümle müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. يَعْمَهُونَ۟ cümlesi نَذَرُهُمْ fiilinin mef’ûlunden haldir. Hal, ıtnâb babındandır.
ف۪ي طُغْيَانِهِمْ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla طُغْيَانِ, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü طُغْيَانِ hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Bu kimselerin azgınlığın içine ne kadar çok daldıklarına işaret etmek için bu üslup kullanılmıştır.
طُغْيَانِهِمْ izafeti, hem muzâfı hem de muzâfun ileyhi tahkir içindir.
Önceki ayetteki gaib zamirden bu ayette azamet zamirine iltifat edilmiştir.
نُقَلِّبُ [çevireceğiz] ve نَذَرُهُمْ [bırakacağız] fiilleri, لَا يُؤْمِنُونَ [iman etmeyecekler] fiiline atfedilmiştir ve bunların hepsi 109. ayetteki ْ وَمَا يُشْعِرُكُمْۙ [Nereden biliyorsunuz?] ifadesinin hükmüne dahildir. (Keşşâf)
“Mesruk dedi ki:
Çölde ailesiyle oturan salih bir kimse olan kişinin bir horozu, bir köpeği ve bir de merkebi vardı. Horoz onları namaza kaldırır, merkeb sularını ve eşyalarını taşır, köpek ise hepsini korurdu.
Bir gün bir tilki gelip horozlarını yedi. Ailesi bu duruma üzüldüğünde, kişi;
Üzülmeyin umulur ki bu daha hayırlıdır. dedi.
Sonra bir kurt gelip merkeblerini öldürdü. Çocuklar bu duruma üzülünce kişi;
Belki daha hayırlıdır! dedi.
Daha sonra köpekleri felakete uğradı ve kişi yine:
Belki daha hayırlıdır! dedi.
Bir sabah uyanıp baktılar ki, etraflarında yerleşmiş bulunan bütün insanlar esir alınıp götürülmüş sadece kendileri kalmış. Bunun üzerine salih kişi;
Etrafımızdakilerin bulunup götürülmesi onların yanında köpek, merkeb ve horoz sesleri olduğundan dolayıdır. Cenab-ı Hakk’ın takdir buyurduğu gibi, bizim için hayır, bu üç hayvanın helak olmasında idi.”
İhya-u Ulumi’d-Din’den Notlar:
İnsan çoğu zaman yaşadıklarının görünen kısımlarının ve o an hissettirdiklerinin üzerine yoğunlaşır. Hissettiği duyguların yoğunluğundan dolayı, sanki hiç bitmeyecekmiş ve sanki bütün hayatı o sıkıntılardan ibaretmiş gibi bir hale bürünür. Halbuki öyle olmadığına, hala dünya üzerindeyken bile defalarca şahit olur. “O zaman içinde zorlandım ama iyi ki öyle olmuş” dediği anıları bile birikmiştir. Belki de kendisi için en hayırlısı, zorlandığı her an; Allah’a güvenerek sığınıp, yaşadıklarından çıkabilecek hayırlara yoğunlaşmalı ve sabırla beklemeli.
Allahım! Senden gelen her şeyde -aklım alsa da, alamasa da- ve -nefsim acele içinde çırpınsa da- bir hayır olduğunu hatırlamam için bana yardım et. Şüphesiz, iman ederim ki, Senden gelen ve yaşadığım hiçbir şey boşa değil ve hiçbiri tesadüf değil. Ve hepsinin karşılığı ya dünyada, ya da ahirette verilecek. Rabbim benden razı ol ve beni iki cihanda da yüzü ve gözü sevinçle aydınlananlardan eyle.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji