وَاٰخَر۪ينَ مِنْهُمْ لَمَّا يَلْحَقُوا بِهِمْۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
Peygamberin temel görevi Allah’ın âyetlerini okuma yani aldığı vahyi olduğu gibi bildirme, insanları arındırma yani ruhen yücelmeleri, davranış güzelliğine erişmeleri ve insana yaraşmayan hallerden kurtulmaları için onları eğitme, tebliğ ve eğitimle yetinmeyip aynı zamanda öğretme ve açıklama (kitabı ve hikmeti öğretme) şeklinde özetlenmekte, Resûl-i Ekrem’in yalnız ilk muhataplarına değil daha sonra geleceklere de elçi olarak gönderildiği belirtilmekte, peygamber ve vahiy gönderme veya peygamberlik görevi vermenin ilâhî bir lutuf olduğu, bunun da ancak Allah’ın dilemesine bağlı bulunduğu bildirilmektedir. Ümmî kelimesi bu bağlamda, “büyük çoğunluğu okuma yazma bilmeyen Araplar” veya “kendilerine ait ilâhî bir kitabı olmayan topluluk” anlamlarıyla açıklanmıştır (peygamberin belirtilen görevleri ve muhatapların daha önce açık bir sapkınlık içinde olmaları hakkında bk. Bakara 2/129, 151; Âl-i İmrân 3/164; “hikmet” hakkında bk. Bakara 2/269; “ümmîler” kelimesinin anlamları hakkında bk. Bakara 2/78; Âl-i İmrân 3/20, 75; “ümmî peygamber” tabiri hakkında bk. A‘râf 7/157, 158).
3. âyetin “(O, ileride) onlardan (olacak), henüz kendilerine katılmamış bulunan daha başkalarına da (gönderilmiştir)” şeklinde çevrilen kısmı önceki âyete gramer açısından şu şekillerde bağlanabilmektedir:
a) Ümmîlere ve –henüz kendilerine katılmamış olan– daha başkalarına da gönderilmiş bir elçi, b) Ümmîlere ve –henüz kendilerine katılmamış olan– daha başkalarına da Allah’ın âyetlerini okuyan (...) bir elçi (Şevkânî, V, 259). İbn Âşûr Arap dili kurallarına göre birinci şıkkı doğru bulmaz. Fakat her iki ihtimale göre âyetin mesajı açısından farklı bir sonuç çıkmamaktadır; kendisinin de belirttiği üzere burada amaç, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin belirli bir dönem ve belirli bir toplumla sınırlı olmadığını ifade etmektir (XXVIII, 210-211). Bu anlamı daraltıcı yorumlar yapılmış olmakla beraber, bunlar sağlam bir delile dayanmamaktadır. Taberî de bu yorumları naklettikten sonra âyetin anlamının genel olduğunu belirtir (XXVIII, 95-96).
وَاٰخَر۪ينَ مِنْهُمْ لَمَّا يَلْحَقُوا بِهِمْۜ
Ayet, atıf harfi وَ ‘la önceki ayetteki الْاُمِّيّ۪نَ ‘ye matuftur. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِنْهُمْ car mecruru اٰخَر۪ينَ ‘nin mahzuf sıfatına mütealliktir. لَمَّا يَلْحَقُوا بِهِمْ cümlesi اٰخَر۪ينَ ‘nin hali olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَمَّا ; muzârinin başında cezm, kalb ve nefî harfi, mazinin başında ise zaman zarfıdır.
لَمَّا ; cahd-ı müstağraktır. Fiili muzariyi cezm eder. يَلْحَقُوا fiili نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. بِهِمْ car mecruru يَلْحَقُوا fiiline mütealliktir.
وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
وَ atıf harfidir. İsim cümlesidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. الْعَز۪يزُ haber olup lafzen merfûdur. الْحَك۪يمُ ikinci haber olup lafzen merfûdur.
الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاٰخَر۪ينَ مِنْهُمْ لَمَّا يَلْحَقُوا بِهِمْۜ
Önceki ayetin devamı olan bu ayette اٰخَر۪ينَ , önceki ayetteki الْاُمِّيّ۪نَ ’ye atfedilmiştir.
مِنْهُمْ car mecruru اٰخَر۪ينَ ’nin mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
لَمَّا يَلْحَقُوا بِهِمْۜ cümlesi, اٰخَر۪ينَ ’nin halidir. Hal cümleleri, anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Nefi ve cezm harfi lemma ‘nın dahil olduğu cümle, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
يَلْحَقُوا fiiline müteallik olan بِهِمْۜ ‘deki مِنْ harf-i ceri baziyet içindir. (Âşûr)
Ayetteki اٰخَر۪ينَ (diğerlerine) ifadesi, geçen ayetteki الْاُمِّيّ۪نَ (ümmîler) ifadesine atfedilmiş olup, "o peygamber onlardan başkalarına da peygamber olarak gönderilmiştir" demektir. (Fahreddin er-Râzî)
اٰخَر۪ينَ (başkalarına da) ifadesi الْاُمِّيّ۪نَ üzerine atfedilmiş olup mecrurdur; yani Allah onu kendi zamanındaki ümmîlere ve henüz bunlara katılmamış, fakat yakında katılacak olan diğer ümmîlere de peygamber göndermiştir ki onlar Sahabe-i Kiram’dan sonra gelecek olanlardır. Yine bunların sahâbeden sonra kıyamet gününe değin gelecek kimseler olduğu da söylenmiştir. اٰخَر۪ينَ ’nin, يُعَلِّمُهُمُ ’un mansub zamiri üzerine atfedilmiş olarak mansub kılınması da caizdir; yani “onlara ve başkalarına... öğreten.” Çünkü öğretme zamanın sonuna değin aynı minvalde sürdüğünde, bunun tamamı öncesine istinat etmiş olur ve böylece sanki Hazret-i Peygamber o öğretme adına mevcut olan her şeyi üstlenen kişi olmuş olur. (Keşşâf)
اٰخَر۪ينَ ‘nin الْاُمِّيّ۪نَ ‘e atfedilmesi caiz değildir. Çünkü اٰخَر۪ينَ kelimesinin mukabilinden farklı olması gerekir. Ümmî yani Arap olmaması gerekir. Resul (sav) Arap olmayanlardan değildir. O halde اٰخَر۪ينَ kelimesi الْاُمِّيّ۪نَ ‘e atfedilmemiştir.
اٰخَر۪ينَ kelimesi ya ikinci ayetteki يَتْلُوا عَلَيْهِمْ ifadesindeki عَلَيْهِمْ ‘deki zamire atfedilmiştir. Takdir söyledir; ‘’Diğerlerine okurlar’’. Ya da اٰخَر۪ينَ mef’ûlun meah’tır. وَ maiyyedir. Burada üç fiil arasında tenâzu vardır: يَتْلُوا , يُزَكّ۪ي , وَيُعَلِّمُ . Takdir şöyledir: ‘’Ümmîlere ayetlerimizi okur, onları tezkiye eder, onlara kitabı ve hikmeti diğerleriyle beraber öğretir.’’ (Âşûr)
وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
Ayetin fasılası, hükümde ortaklık nedeniyle önceki ayetteki …هُوَ الَّذ۪ي cümlesine, atfedilmiştir. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsned olan الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟ isimleri marife gelmiştir. Müsnedin الْ takısıyla marife gelmesi, haberin biliniyor olduğunu belirtmesi yanında, bu iki vasfın Allah Teâlâ’daki mevcudiyetinin kemâline işaret eder.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Allah Teâlâ’ya ait bu iki vasfın aralarında وَ olmaması, bu vasıfların her ikisinin birden onda mevcudiyetini gösterir.
الْعَز۪يزُ - الْحَك۪يمُ kelimelerinin ayetin konusuyla olan uyumu teşâbüh-i etrâf sanatı, iki kelimenin arasındaki vezin uyumu muvazene sanatı, iki sıfatın birbiriyle uyumu mürâât-ı nazîr sanatıdır. Her ikisi de mübalağa ifade eden sıfat-ı müşebbehe kalıbıdır.
Önce gelen الْعَز۪يزُ ismini الْحَك۪يمُ isminin takip etmesi; O'nun aziz oluşunun, mazlumun ve hakka çağıranın zafer kazanması gibi, hikmet sahipleri tarafından övgüye lâyık bir konumda sapasağlam olduğunu belirtmek içindir. (Âşûr, Ankebût/26)
Ayetin bu son cümlesi, ufak değişiklerle birçok ayette tekrarlanmıştır. Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Bu tekrarlarda ıtnâb, tekrir ve ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Ahkaf Suresi 28, c. 7, s. 314)
Bu iki sıfat elif-lâm ile marife olarak gelmiş, عَز۪يزُ - حَك۪يمٌ buyurulmamıştır. Böylece bu iki sıfata sahip olan tek zatın O olduğu, hiçbir benzeri olmadığı ifade edilmiştir. Nekre olarak gelseydi bu sıfatlarda benzerinin olduğu ihtimalini taşırdı. Bu açıklamadan sonra niçin aynı surede bu iki ismin nekre olarak da geldiği sorulabilir. Lokman Suresi 27. Ayette عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ şeklinde gelmiştir. Bu soruya ayetlerin siyakının farklı olduğunu söyleyerek cevap verebiliriz. Önceki ayet, Allah'ın ayetlerini alay konusu edinen kibirliler konusunu takiben gelmiştir. Bu kişiler ve dalalete düşürdükleri kişilerin karşılaşacağı cezalarla tehdit ve bu kişilerin dostlarının başına gelmesine sebep oldukları cezalar zikredilmiş ve bu da bu iki sıfatın marife olmasını gerektirmiştir. Çünkü bu sıfatların sahibi olan zat, bu fiilleri yapan her sınıfı cezalandıracak ve kimse O’na engel olamayacaktır. Böylece hiç kimsenin, O’nun yaptıklarına engel olabilecek başka bir عَز۪يزُ ve حَك۪يمُ olduğunu zannetmemesi gerekmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, Lokman Suresi , c. 2, s. 400)