مَثَلُ الَّذ۪ينَ حُمِّلُوا التَّوْرٰيةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ اَسْفَاراًۜ بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | مَثَلُ | durumu |
|
2 | الَّذِينَ |
|
|
3 | حُمِّلُوا | yükletilenlerin |
|
4 | التَّوْرَاةَ | Tevrat |
|
5 | ثُمَّ | sonra da |
|
6 | لَمْ |
|
|
7 | يَحْمِلُوهَا | onu taşımayanların |
|
8 | كَمَثَلِ | durumu gibidir |
|
9 | الْحِمَارِ | eşeğin |
|
10 | يَحْمِلُ | taşıyan |
|
11 | أَسْفَارًا | kitaplar |
|
12 | بِئْسَ | ne kötüdür |
|
13 | مَثَلُ | durumu |
|
14 | الْقَوْمِ | kavmin |
|
15 | الَّذِينَ |
|
|
16 | كَذَّبُوا | yalanlayan |
|
17 | بِايَاتِ | ayetlerini |
|
18 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
19 | وَاللَّهُ | ve Allah |
|
20 | لَا |
|
|
21 | يَهْدِي | doğru yola iletmez |
|
22 | الْقَوْمَ | topluluğunu |
|
23 | الظَّالِمِينَ | zalimler |
|
Esasen yahudi telakkisine göre iman esaslarının ayrıca bildirilmesine gerek yoktur; zira her yahudi dünyaya gelişiyle birlikte, Allah’la çeşitli peygamberler, özellikle Hz. Mûsâ arasında yapılan ilâhî ahde bağlı olmaktadır. Hatta bu sebeple ayrıca bir iman ikrarı ve bunun için gerekli formül uzun süre tesbit edilememiştir. Söz konusu ahid tabii ki öncelikli olarak Allah’ın, peygamberleri aracılığıyla bildirdiklerine sahip çıkma, onları gizlememe ve gereğini yerine getirme taahhüdünü içeriyordu (bk. Âl-i İmrân 3/81, 187). Ne var ki kendilerine Tevrat yüklenen yani onunla yükümlü tutulan (Zemahşerî, IV, 96-97) yahudiler bu sözlerini hatırlamak istemediler. Ama bu yükümlülüğü inkâr da edemedikleri için Tevrat’ın yükü sırtlarında kalmış oldu. Bu yük omuzlarında hissettikleri bir sorumluluk olmaktan çok sırtlarında taşıdıkları bir ağırlık halinde kaldığı için, bu tutumu benimseyenler 5. âyette oldukça ağır bir benzetme yapılarak eleştirilmiştir. Sırtında koca koca kitaplar taşıdığı halde onların sadece maddî ağırlığı altında ezilen ama kendisiyle onların içerikleri arasında bir bağ kurma yeteneğine sahip olmayan merkep benzetmesi, bir mesel (somut düşünmeyi ve sonuçlar çıkarmayı kolaylaştıran canlı bir örnek) olduğu için kuşkusuz sırf Tevrat’la yükümlü tutulanlara değil benzer tutumu benimseyen bütün ilâhî dinlerin mensuplarına yöneltilmiş bir eleştiri ve uyarı niteliğindedir. Âyetin son cümlesi de bu uyarının genel olduğunu göstermektedir.
Bakara sûresinin 94. âyetinde de yahudilere, şayet Allah katında âhiret yurdunun başka insanlara değil de sırf kendilerine ait olduğu iddiasında samimi iseler, ölümü istemeleri çağrısı yapılmış ve 95. âyetinde bunu asla yapamayacakları belirtilmiştir. Bu ifadeden onların âhiret mutluluğunun sırf kendilerinin olacağını iddia ettikleri anlaşılmaktadır. Burada ise âhiretle ilgili kuruntularına değil, bütün insanlar içinde yalnız kendilerinin Allah’ın dostları oldukları iddiasına gönderme yapılmakta, ama kendisinden kaçıp durdukları ölümü asla temenni etmeyecekleri hatırlatılarak bu iddialarında da samimi olmadıklarına dikkat çekilmektedir.
Kur’an’ın değişik âyetlerinden anlaşıldığına göre ilâhî dinlerin temel iman esasları aynıdır, Hz. Mûsâ’ya bildirilenle Hz. Muhammed’e bildirilen arasında bu açıdan fark yoktur. Halbuki Bakara sûresinin 96. âyetinin tefsiri sırasında belirtildiği üzere Hz. Mûsâ’ya nisbet edilen bugünkü Tevrat’ta âhiret fikri zayıf ve müphem olup ölüm sonrası diriliş ve âhiret hayatıyla ilgili bilgiler ve inanç esasları ancak tarih olarak oldukça geç dönemlere ait kutsal kitap metinlerinde yer tutabilmiştir. Kanaatimizce, birçok çağdaş Kitâb-ı Mukaddes araştırmacısı tarafından kabul edilen mevcut Tevrat’ın, farklı metinlerin bir araya getirilmesi sonucunda oluşturulduğu ve aynı kaynaktan gelmediği yönündeki tesbit de dikkate alındığında, Tevrat’taki bu durum ile yahudilerin kendi yapıp ettikleri yüzünden ölüm sonrasına ait beklentilerinin zayıflamasından söz edilen bir bağlamda Tevrat’la ilgili sorumluluklarının bilincinde davranmadıkları eleştirisine yer verilmesi arasında bir bağ kurularak, yahudilerin Tevrat’ın bu konuya ilişkin içeriğini korumada kusurlu davrandıkları uyarısının yapıldığı sonucuna ulaşılabilir. 5. âyetin “Allah’ın âyetlerini yalan sayan kavmin misali ne kötü!” şeklinde çevrilen son cümlesi de bu kanaati desteklemektedir. Şu var ki bu husus, 5. âyette belirtildiği üzere, (yazılı) Tevrat ile sınırlıdır ve Yahudilik’te âhiret inancının bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Hatta aksine, konuya ilişkin araştırmalar yahudi tarihi boyunca –ifade ediliş biçimi, içinde yaşanan çağa, coğrafyaya ve kültüre göre farklılıklar taşısa da– öldükten sonra hayatın devam ettiği fikrinin ve âhiret inancının var olduğunu ortaya koymaktadır (bu konuda bilgi, özellikle Tora’da (Tevrat) ölüm sonrası hayatın varlığını gösteren bazı pasaj ve ifadelere dikkat çeken açıklamalar için bk. İsmail Taşpınar, Duvarın Öteki Yüzü / Yahudi Kaynaklarına Göre Yahudilik’te Ahiret İnancı, İstanbul 2003).
Bakara sûresindeki çağrı ile burada yapılan çağrı arasındaki ortak nokta ise, ölümü asla istemeyeceklerinin asıl sebebi öteki hayata dönük ümitlerini söndürecek derecede kötü işler yapmış ve âhiret hayatının varlığını bildikleri halde dünya hayatına taparcasına bağlanmış olmalarıdır. Bu son nokta Bakara sûresinin 96. âyetinde, “Yemin olsun ki, onları insanların yaşamaya en düşkünü olarak bulursun” şeklinde, burada 8. âyette de “kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm” denerek ifade edilmiştir (Tevrat ve Yahudilik hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/3-4; Ömer Faruk Harman, “Tevrat”, İFAV Ans., IV, 363-367; a.mlf., “Yahudilik”, İFAV Ans., IV, 464-470; ölümün mahiyeti hakkında bk. Âl-i İmrân 3/185; nefis-ruh-insan ilişkisi için bk. Nisâ 4/1; İsrâ 17/85).
مَثَلُ الَّذ۪ينَ حُمِّلُوا التَّوْرٰيةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ اَسْفَاراًۜ
İsim cümlesidir. مَثَلُ mübteda olup lafzen merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası حُمِّلُوا ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
حُمِّلُوا damme üzere mebni meçhul mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur. التَّوْرٰيةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. ثُمَّ edatı mertebe açısından terahi manasınadır. Yani; aralıklarla, zaman içinde serpiştirilerek peyderpey olabilecek durumları bildirmektedir.
لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
يَحْمِلُوهَا fiili نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
كَمَثَلِ car mecruru mahzuf habere mütealliktir. الْحِمَارِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. يَحْمِلُ fiili الْحِمَارِ ‘ın hali olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَحْمِلُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. اَسْفَاراً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
حُمِّلُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi حمل ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِۜ
بِئْسَ zem anlamı taşıyan camid fildir. Mahsusu mahzuftur. Takdiri, هذا المثل (Bu misal) şeklindedir. مَثَلُ fail olup lafzen merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. الْقَوْمِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
بِئْسَ zem fiili bir şahsı veya nesneyi yermek maksadıyla kurulan cümlelerde olur. Cümleye kattığı genel anlam hayret ve mübalağa ifadesidir. Zem fiili ile kurulan cümlelerde fail; marife veya gizli zamir olur, ondan sonra da mahsus gelir. Fail zamir ise temyizle yahut مَا ile belirtilir. Bu fiilin failinin geliş şekilleri şunlardır:
1. Failinin ال ’lı gelmesi 2. Failinin ال ’lı isme muzâf olarak gelmesi 3. Bu fiillerin مَا harfine bitişik olarak gelmesi 4. Failinin ism-i mevsûl olarak gelmesi. Burada بِئْسَ fiilinin faili ال ‘lı isme muzâf olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl الْقَوْمِ ‘nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası كَذَّبُوا ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَذَّبُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. بِاٰيَاتِ car mecruru كَذَّبُوا fiiline mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
كَذَّبُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi كذب ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. اللّٰهُ lafza-i celâl mübteda olup lafzen merfûdur. لَا يَهْدِي haber olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَهْدِي fiili ي üzere damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. الْقَوْمَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
الظَّالِم۪ينَ kelimesi الْقَوْمَ ‘nin sıfatı olup nasb alameti ي dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
الظَّالِم۪ينَ kelimesi, sülasi mücerredi ظلم olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَثَلُ الَّذ۪ينَ حُمِّلُوا التَّوْرٰيةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ اَسْفَاراًۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesi, sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ , müsnedün ileyh olan مَثَلُ ‘nun muzâfun ileyhdir Cer mahallindeki mevsûlün sılası olan حُمِّلُوا التَّوْرٰيةَ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
حُمِّلُوا fiili, meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü fiil malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime, meçhul binada naib-i fail olur.
Meçhul bina naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
ثُمَّ hem zaman açısından hem de rütbe (bir mertebeden bir mertebeye geçiştir.) açısından terahi ifade eder. (Âşûr)
ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Teşbih harfi كَ ile mecrur mahaldeki كَمَثَلِ الْحِمَارِ izafeti mahzuf habere mütealliktir.
يَحْمِلُ اَسْفَاراًۜ cümlesi الْحِمَارِ ‘nın halidir. Hal cümleleri, anlamı açıklamak için yapılan ıtnâb sanatıdır. Müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Fiilin mef’ûlü olan اَسْفَاراًۜ ‘daki nekrelik cins ve kesret ifade eder.
لَمْ يَحْمِلُو - حُمِّلُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı selb, حُمِّلُوا - لَمْ يَحْمِلُوهَا - يَحْمِلُ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الْحِمَارِ - يَحْمِلُ kelimeleri arasında cinas-ı nakıs ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Bu ayet-i kerimede de kastedilen belirli değil, herhangi bir eşektir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
مَثَلُ الَّذ۪ينَ حُمِّلُوا التَّوْرٰيةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ اَسْفَاراً [Kendilerine Tevrat yükletilen, sonra onu taşımayanların durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir.] ayetinde teşbîh-i temsili vardır. Çünkü vech-i şebeh, birkaç şeyden alınmıştır. Yani, onların Tevrat'tan faydalanamama hususundaki durumu, sırtında koca koca kitaplar taşıyan ve bundan yorgunluk ve meşakkatten başka bir şey elde etmeyen eşeğe benzer. (Safvetü’t Tefâsir)
Tevrat’ı yüklenen ve onu göğüslerinde korumayı üstlenen, sonra da onunla amel etmeyen ve ne kasdettiğini anlamayan Yahudiler; faydalı ilim kitapları taşıyıp bu sebeple yorulan ama onların içinde ne olduğundan habersiz olan eşeklere benzetilmiştir. Vech-u şebeh; sıkıntısını taşıyıp yorulduğu hâlde, son derece faydalı olan yükünden zerre kadar faydalanamamaktan hasıl olan heyettir. Bu vech-u şebeh, tarafların düşünülmesiyle ortaya çıkan aklî ve mürekkeb bir heyettir. Bu heyetin; eşya taşımak, bu eşyanın faydasının büyüklüğü, hamalın bunları taşırken elde ettiği yorgunluk, meşakkat çekmek, bu faydalı şeyle olan yakınlığına rağmen bir menfaat elde edememekten oluştuğunu söyleyebiliriz. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
اَسْفَاراً ”Koca koca kitaplar" diye ifade edilen kelime سفر 'in çoğuludur. سفر , kitap manasınadır. Râğıb der ki: ‘’ سفر , gerçekleri açığa çıkaran kitap demektir." Ayette اَسْفَاراً kelimesinin özellikle kullanılması, Tevrat, her ne kadar okunduğu zaman manası açığa çıkar ve içindeki hakikatler gerçekleşebilir ise de, cahil kişinin sırtında, kitap taşıyan eşek gibi onun manasını hemen hemen açık olarak anlayamadığına dikkatleri çekmek içindir. (Rûhu’l Beyân)
الْحِمَارِ (eşek) kelimesiyle cehalet ifade edilir. Araplar şöyle söyler: ”O, eşekten daha kâfirdir." Yani daha cahildir. Çünkü küfür cehalettendir. Tevrat'taki ayetlerle amel etmeyen Yahudilerin eşeğe benzetilmeleri, onlara ağır bir hakaret, ihanet, alay ve kafasızlıkla itham edip azarlamadır. Çünkü eşek kafasızlıkla anılır. Sığır da her ne kadar kafasızlıkla meşhur olsada yük taşımaya elverişli değildir. (Rûhu’l Beyân)
Ayetteki ”durumu" diye tercüme edilen مَثَلُ الَّذ۪ينَ ifadesi, ”şaşılacak durumları" manasınadır. (Rûhu’l Beyân)
Bu temsil, onların halinin kötülüğü içindir. Aklînin bilinen bir hissîye benzetilmesidir. Bundan dolayı onların durumu zem ile tezyîl edildi. (بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِۜ) ‘’Allah’ın ayetlerini inkâr eden kavmin durumu ne kötüdür.’’ (Âşûr)
بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِۜ
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Cümle gayrı talebî inşâî isnaddır. Zem anlamı taşıyan camid fiil بِئْس ’nin mahsusu mahzuftur. Bu hazif îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri, هذا المثل ’dur.
الْقَوْمِ için sıfat konumunda olan cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ‘nin sılası olan كَذَّبُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَذَّبُوا fiiline müteallik olan بِاٰيَاتِ izafetinde, ayetlerin lafzı celâle muzâf olması, onlara tazim ve teşrif ifade eder. Lafz-ı celâle muzâf olması, ayetlerin kemâl vasıflara sahip olduğuna da işaret eder.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
مَثَلُ - الَّذ۪ينَ kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ
وَ , istînâfiyyedir. İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması mehabet duyguları uyandırmak ve ikaz içindir. Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Menfi fiil cümlesi formunda gelen müsned لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ , müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de muzari fiil olması hükmü takviye, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade eder.
Muzari fiil muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
İsim cümleleri sübut ifade eder.
الظَّالِم۪ينَ kelimesi الْقَوْمَ için sıfattır. İsm-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiştir. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
الظَّالِم۪ينَ - كَذَّبُوا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
يَهْدِي - كَذَّبُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.