Hâkka Sûresi 32. Ayet

ثُمَّ ف۪ي سِلْسِلَةٍ ذَرْعُهَا سَبْعُونَ ذِرَاعاً فَاسْلُكُوهُۜ  ...

“Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu.”
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 ثُمَّ sonra
2 فِي
3 سِلْسِلَةٍ zincire س ل س ل
4 ذَرْعُهَا uzunluğu ذ ر ع
5 سَبْعُونَ yetmiş س ب ع
6 ذِرَاعًا arşın ذ ر ع
7 فَاسْلُكُوهُ vurun onu س ل ك
 

Müfessirler “Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire dizin!” meâlindeki ifadede geçen sayıyı çokluktan kinaye olarak yorumlamışlardır (bk. Râzî, XXX, 114). Âhiret hayatı gayb âleminden olduğu için Allah orası ile ilgili bilgileri dünyadaki kullarına temsilî olarak anlatmaktadır. Râzî, bunun benzeri başka bir âyetin (bk. İbrâhim 14/49) tefsirinde bu tür ifadelerin, günahkârların kendi eylem ve eğilimlerini, sonuç olarak öte dünyada topluca içine düşecekleri genel umutsuzluğu dile getiren bir mecaz olduğunu belirtmiştir (XIX, 148; ayrıca bk. Esed, II, 512). 33-34. âyetler günahkârın zincire vurulmasının sebebini açıklamaktadır ki o da Allah’a inanmaması ve yoksula yedirmeyi teşvik etmemesi, yani bencil duygularını aşarak başkalarının sıkıntılarını paylaşma olgunluğunu sergileyememesidir. Yoksulu gözetme konusundaki duyarsızlığın, kişinin zincirlere vurulmasının ana sebeplerinden biri olarak Allah’a inançsızlığın hemen ardından zikredilmesi, İslâm’ın yoksullukla mücadeleye, paylaşmaya, sosyal adalete verdiği önemi gösterir. 35. âyet, inkârcılara âhirette yardım veya şefaat edecek hiç kimsenin bulunmayacağına, dünyada kendilerine yardım edip menfaat sağlayan dostların da kendileri için hiçbir şey yapamayacaklarına, bu sebeple dünyada yaptıklarına pişman olup ümitsizliğe kapılacaklarına işaret etmektedir.

“Yananların akıntısı” diye tercüme ettiğimiz 36. âyetteki gıslîn kelimesine müfessirler, “cehennemliklerin yediği bir bitki, en kötü yemek, cehennemliklerin yanan bedenlerinden akan akıntı” mânalarını vermişlerdir (bk. Şevkânî, V, 328). İbn Abbas gıslîn kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediğini ifade etmiştir (bk. Râzî, XXX, 116). 36-37. âyetler dünyada Allah’a isyan edenlerin âhiretteki beslenmelerinin bile azap olduğunu göstermektedir.

 

ثُمَّ ف۪ي سِلْسِلَةٍ ذَرْعُهَا سَبْعُونَ ذِرَاعاً فَاسْلُكُوهُۜ


Fiil cümlesidir.  ثُمَّ  tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir.  ثُمَّ  edatı mertebe açısından terahi manasınadır. Yani; aralıklarla, zaman içinde serpiştirilerek peyderpey olabilecek durumları bildirmektedir.

 ف۪ي سِلْسِلَةٍ  car mecruru  اسْلُكُوهُ  fiiline mütealliktir.  ذَرْعُهَا سَبْعُونَ  cümlesi  سِلْسِلَةٍ ‘nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat

Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar  2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

ذَرْعُهَا  mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  سَبْعُونَ  mübtedanın haberi olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle irablanırlar.  ذِرَاعاً  temyiz olup fetha ile mansubdur. 

Temyiz; kendisinden önce geçen mübhem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani; çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harfi cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin îrabı ise cümledeki yerine göredir. Temyiz Türkçeye “bakımından, …yönünden” şeklinde tercüme edilebilir. Temyizi bulmak için “ne bakımdan, hangi açıdan?” soruları sorulur. Temyiz ikiye ayrılır:

1. Melfûz mümeyyez: Söylenmiş, cümlede görülen mümeyyez.

2. Melhûz mümeyyez: Düşünülen, cümlede açık olarak görülemeyen mümeyyez.

(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

فَ  atıf harfidir.  اسْلُكُوهُ  fiili  نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir çoğul وَ ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
 

ثُمَّ ف۪ي سِلْسِلَةٍ ذَرْعُهَا سَبْعُونَ ذِرَاعاً فَاسْلُكُوهُۜ


Ayet akıbetin şiddeti konusunda rütbe ve terahi ifade eden  ثُمَّ  atıf harfiyle, önceki ayete atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Emir üslubunda talebî inşaî isnaddır.

ف۪ي سِلْسِلَةٍ  car mecruru  اسْلُكُوهُ  fiiline mütealliktir.  ف۪ي سِلْسِلَةٍ  ibaresindeki  ف۪ي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla  سِلْسِلَةٍ , mazruf mesabesindedir. Cehennemdeki azap duygusunu mübalağalı bir şekilde belirtmek üzere bu harf,  عَلَيْ  yerine kullanılmıştır. Zincirlerle bağlanmak, adeta bir şeyin, bir kabın içinde muhafaza edilmesine benzetilmiştir. Çünkü zincir, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Câmî’, her iki durumdaki mutlak irtibattır. 

İstiare  اسْلُكُوهُۜ  fiilinde kurulduğu durumda, istiare-i mekniyye olur.

ذَرْعُهَا سَبْعُونَ ذِرَاعاً  cümlesi  سِلْسِلَةٍ  için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.

السِّلْسِلَةُ , demirden halkaların arka arkaya dizilmesi ile meydana gelen şeyin toplamına verilen isimdir. (Âşûr)

ذِرَاعاً  dirsek ile ölçüp takdir etmek anlamına gelir. Nitekim, Dirseği ile ölçüp takdir ettiğinde  ذرع الثوب يذرعه ذرعا  ifadesi kullanılır. O halde, ayetteki ifadesiyle ilgili olarak şu iki açıklama yapılabilir:

1) Ayetin maksadı, onun bu kadar uzunlukta olduğunu belirtmek değil, tam aksine uzun oluş ile nitelemektir. Nitekim Cenab-ı Hak, 2sayısız, hadsiz hesapsız...2 manasız anlamını kastederek, ["Onlar için yetmiş defa istiğfar etsen bile..."] (Tevbe, 80) buyurmuştur.

2) Onun boyunun bu kadar olduğunu belirtmektir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)

ذِرَاعاً   temyizdir. Temyiz ifadeyi zenginleştiren ve tekid eden ıtnâb sanatıdır.

ذَرْعُ - ذِرَاعاً  kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. 

Sonra yetmiş arşın bir zincire yani uzun bir zincire onu sokun/vurun onu içine girdirin, cesedinin etrafına sarmakla böylece yorgun düşer, hareket edemez. Önce zincirden bahsetmesi, cehennemden de önce bahsetmesi gibidir ki, özelliği göstermek ve azâp malzemelerine (işkence aletlerine) dikkat çekmek içindir. Sümme edâtı ise aralarındaki şiddet farkını göstermek içindir. (Beyzâvî)

ثُمَّ  edatının anlamı, zaman bakımından sonralığa değil, bağlamak ile cayır cayır yanan ateşe atmak arasındaki ve bununla zincire vurmak arasındaki rütbe farkına delalet etmektir. (Keşşâf)

30-32  

Zuhaylî, son üç ayette  فَغُلُّوهُۙ- صَلُّوهُۙ - فَاسْلُكُوهُۜ  şeklinde fasılalara uyum ve ayet sonlarına riayet bulunduğunu, bunun da bedi‘ ilminde murassa‘ seci‘ diye isimlendirildiğini ifade etmektedir. (Sinan Yıldız, Vehbe Ez-Zuhaylî’nin Et-Tefsîru’l-Münîr adlı Tefsirinde Belâgat İlmi Uygulamaları)

Ayetteki  فَاسْلُكُوهُۜ  fiilinin masdarı olan  سلك ; bir kimseyi ip, bağ ve başka bir şeyle bir yere sokmak demektir. Günahkâr kişiyi yakalamak, elini boynuna bağlamak, cehenneme atmak ve bu nitelenen zincirle sokmak konusunda emredilenler birbirini takip etmekle birlikte, son emir, kendisinden öncekilerden daha şiddetli daha korkutucudur. Âyetin anlamı şudur: Kişinin bedenine zincir sararak, çepeçevre kuşatarak cehenneme atınız. İnsan o zincirin içerisinde sıkışır, tahammülsüz kalır. (Rûhu’l Beyân)

فَاسْلُكُوهُۜ  şeklinde onların zincire sokulmaları, o zincirin onların bedenlerine dolanması, bütün cüzlerinin birbirine girecek bir biçimde sıkıştırılması ve bu kimsenin, o zincirin arasında sıkışmış, hareket edemez bir biçimde bulunması demektir. Ferra da şöyle der: " Bu ifadenin manası, ‘Sonra onları o zincire sokun’ şeklindedir. Nitekim Arapça'da,   أدخلت رأسي في القلنسوة (Başımı fese soktum…) denildiği gibi,  وأدخلتها في رأسي (Fesi başıma soktum..) da denir. Ve yine Arapça'da, yüzüğe giren parmak olduğu halde;  الخاتم لا يدخل في إصبعي  "yüzük parmağıma girmiyor, olmuyor!" da denir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)