A'râf Sûresi 168. Ayet

وَقَطَّعْنَاهُمْ فِي الْاَرْضِ اُمَماًۚ مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذٰلِكَۘ وَبَلَوْنَاهُمْ بِالْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّـَٔاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ  ...

Biz onları yeryüzünde parça parça topluluklara ayırdık. Onlardan iyi kimseler vardır. İçlerinden öyle olmayanları da vardı. Belki dönüş yaparlar diye de onları güzellikler ve kötülükler ile sınadık.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَقَطَّعْنَاهُمْ ve onları ayırdık ق ط ع
2 فِي
3 الْأَرْضِ yeryüzünde ا ر ض
4 أُمَمًا topluluklara ا م م
5 مِنْهُمُ onlardan kimi
6 الصَّالِحُونَ iyi kişilerdir ص ل ح
7 وَمِنْهُمْ ve kimi de
8 دُونَ alçaktır د و ن
9 ذَٰلِكَ bundan
10 وَبَلَوْنَاهُمْ ve onları sınadık ب ل و
11 بِالْحَسَنَاتِ iyiliklerle ح س ن
12 وَالسَّيِّئَاتِ ve kötülüklerle س و ا
13 لَعَلَّهُمْ belki
14 يَرْجِعُونَ dönerler (diye) ر ج ع
 

Burada genel olarak İsrâiloğulları’nın, Allah’a karşı isyanları ve insanlara karşı zulüm ve haksızlıkları, bozgunculukları sebebiyle kendilerine düşman olan başka insanlardan çektikleri ve çekecekleri sıkıntılara işaret edilmektedir. Taberî’nin kaydettiği rivayetlere göre yahudilere “en ağır ceza”yı verecek olanlardan maksat, onlarla savaşıp müslüman olmayanları cizye vermeye mecbur bırakan Araplar’dır. Bir toplumun bu şekilde düşmanı karşısında mağlûp olup vergi vermek mecburiyetinde kalması “küçüklük ve aşağılık” bir durum olduğu için âyette bu husus “en ağır ceza” şeklinde değerlendirilmiştir (IX, 102-103). Ancak İbn Kesîr’in aktardığı görüş ve açıklamalar daha isabetli görünmektedir. Buna göre yahudiler, Allah’ın emrine aykırı davranıp isyan etmek, haramları delmek maksadıyla hileler uydurmak gibi kötülükler işledikleri için belirtilen sıkıntılara mâruz kalmışlar, özellikle çeşitli vergi yükleri altına sokulmuşlardır (III, 496-497). Tarih boyunca yahudiler, Asur, Bâbil, Pers, Grek ve Roma’nın yönetim ve hükümranlığı altında bulunmuşlar; çeşitli zulüm ve baskılara mâruz kalmışlardır. Esasen Nazi Almanyası’ndaki yahudi düşmanlığından kaynaklanan ceza ve baskılar dahil olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde ve çeşitli dönemlerde yahudilerin mâruz kaldıkları her türlü sıkıntıları bu âyet çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. Tevrat’ta da İsrâiloğulları’nın doğru yoldan sapmaları halinde Tanrı tarafından bu şekilde çetin sıkıntılara uğratılarak cezalandırılacaklarını ifade eden yer yer çok ağır ithamlarla dolu açıklamalar bulunmaktadır (meselâ bk. Tesniye, 28/15-68, 29/22-29, 30/17-18; bilgi için ayrıca bk. Bakara 2/159). Bazı müfessirler, âyetteki “kıyamete kadar” ifadesini dikkate alarak yahudilerin daima sıkıntı çekeceklerine, müslümanların boyunduruğu altında yaşayacaklarına dair beyanlarda bulunmuşlarsa da buradaki “kıyamete kadar” kaydının sadece isyankârlık, fesatçılık gibi kötülüklerde ısrar edenlerle ilgili olduğunda ve bunun “Günah ve isyan devam ettikçe ceza da devam edecektir” anlamı taşıdığında kuşku yoktur. Nitekim âyetin sonundaki “O çok bağışlayan çok esirgeyendir” ifadesi de buna işaret etmektedir. Esasen bir toplumu bu şekilde toptan mahkûm etmek hem aklen ve ahlâken doğru değildir hem de bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in herkese ve her topluma hak ettiği şekilde muamele edileceğini ve hiçbir kimseye hiçbir şekilde haksızlık yapılmayacağını belirten açıklamalarına, kezâ İsrâ sûresinde (17/4-8) aynı konuya değinen âyetlerin devamında, İsrâiloğulları’nın, Allah’ın kendilerine merhamet edeceğini umabileceklerine ve eğer kötülüklere dönmezlerse Allah’ın da onları tekrar cezalandırmayacağına işaret eden açıklamasına ters düşmektedir. Nitekim iyilerle kötüler arasında bir ayırıma giden 168. âyet ile âhiretin daha hayırlı olduğunu bildirerek insanları akıllarını kullanmaya, dolayısıyla âhirette kendilerine yararlı olacak davranışlar yapmaya çağıran 169. âyet ve Allah’ın, kitaba sarılıp namazlarını kılanların ve genel olarak iyi halli kimselerin ecirlerini zayi etmeyeceğini bildiren 170. âyet de yine ilâhî adaletin mutlak olduğunu, yahudiler de dahil olmak üzere herkesi kucakladığını açıkça göstermektedir. Yahudilerin bozgunculukları sebebiyle yurtlarını kaybederek dünyanın çeşitli yerlerine dağılmışlıklarını ifade eden 168. âyette her topluluk gibi onların da iyilerinin ve kötülerinin bulunduğu; kötü olanların, tuttukları yanlış yoldan dönsünler diye iyi durumlarla da imtihan edildikleri bildirilmektedir. Bazı müfessirler burada Hz. Mûsâ dönemi yahudilerinden söz edildiğini ileri sürmüşlerse de bu pek mâkul gözükmemektedir. Zira dağılma süreci Hz. Mûsâ’dan sonra başlamıştır. 169. âyetin başındaki “Onların ardından… bir kuşak geldi” şeklindeki ifade de burada İslâm’dan önceki dönemde yaşamış yahudi zümrelerden söz edildiğini göstermektedir. Eski müfessirlerin çoğunluğu, âyetteki “iyi kimseler”den yahudi iken İslâmiyet’e girenlerin, böyle olmayanlarla da Yahudiliğe bağlılığını sürdürenlerin kastedildiğini ileri sürmüşlerdir (Râzî, XV, 42; Kurtubî, VII, 310). Ancak, Kur’an böyle bir belirleme yoluna gitmediği halde âyetin anlamını sınırlamanın doğru olmadığı kanaatindeyiz. Nitekim Taberî böyle bir yorum yapmak yerine, “iyi kimseler” meâlindeki kısmı, “Allah’a ve peygamberlere inananlar” şeklinde daha genel bir ifadeyle açıklamıştır (IX, 104). Elmalılı da şu isabetli açıklamayı yapmaktadır: “Demek ki Benî İsrâil’in devletleri tarumar olup böyle dağılmaları, içlerinde iyiler hiç bulunmadığından değil, kötülerin kesretinden ve hey’et-i umûmiyyesi kötüler elinde bulunup fısku zulmü temsil etmesinden idi. Bunun için, parçalandıkları zaman sâlihleri de vardı fâsıkları da” (IV, 2316). Aynı âyette Allah’ın verdiği her nimet ve her sıkıntının bir imtihan olduğu, diğer milletler gibi yahudilerin de böyle denemelere tâbi tutulduğu bildirilmektedir. Nimetin değerini bilip onu verene şükreden ve kulluk borçlarını ödeme gayreti içinde olanlar, sıkıntılar karşısında isyana sapmadan sabır ve metanet gösterip kulluktaki sebatını sergileyenler bu imtihanda başarılı olurlar. Bu iki âyetin genel muhtevasından anlaşıldığına göre nimetleri ve sıkıntıları böyle bir imtihan bilinci ve sorumluluğu ile algılayıp değerlendirmek, insanları sadece âhiret kurtuluşuna götürmekle kalmayacak, dünyevî faydalar da kazandıracak, özellikle yurtlarında birlik ve beraberlik içinde iyi bir siyasal ve sosyal hayat sürdürmelerini sağlayacaktır. 

Kaynak :Kuran Yolu

 

وَقَطَّعْنَاهُمْ فِي الْاَرْضِ اُمَماًۚ

 

Fiil cümlesidir.  وَ  atıf harfidir.  قَطَّعْنَاهُمُ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  هُمُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

فِي الْاَرْضِ  car mecruru  قَطَّعْنَاهُمْ  fiiline müteallıktır.  اُمَماً  kelimesi  قَطَّعْنَاهُمْ ‘deki mef’ûlun hali olup lafzen mansubtur.

قَطَّعْنَا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi  قطع ’dir.

Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.

 

مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذٰلِكَۘ

 

Cümle  اُمَماً ’in sıfatı olarak mahallen mansubtur.  مِنْهُمُ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.

الصَّالِحُونَ  muahhar mübteda olup ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.

الصَّالِحُونَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  صلح  fiilinin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَ  atıf harfidir.  مِنْهُمْ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  دُونَ  mekân zarfı, mahzuf bir kelimenin sıfatı olarak mansubtur. Bu mahzuf kelime de  منهم ناس أو قوم دون ذلك (Bunlar arasında bunun dışında insanlar veya kavimler vardır.) şeklinde takdir edilen muahhar mübtedadır. 

ذا  işaret ism-i, sükun üzere mebni mahallen mecrur muzâfun ileyhtir.  ل  harfi buud, yani uzaklık bildiren harf,  ك  ise muhatap zamiridir.


وَبَلَوْنَاهُمْ بِالْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّـَٔاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ

 

Fiil cümlesidir.  وَ  atıf harfidir.  بَلَوْنَاهُمْ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  بِالْحَسَنَاتِ  car mecruru  بَلَوْنَا  fiiline müteallıktır. Cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır.

السَّيِّـَٔاتِ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  الْحَسَنَاتِ ‘ye matuftur.

لَعَلَّ  terecci harfidir. Vukuu mümkün durumlarda kullanılır. İsim cümlesinin önüne gelir,  إنّ  gibi ismini nasb haberini ref eder.

هُمْ  muttasıl zamiri,  لَعَلَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.  يَرْجِعُونَ  fiili  لَعَلَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.

يَرْجِعُونَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
 

وَقَطَّعْنَاهُمْ فِي الْاَرْضِ اُمَماًۚ مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذٰلِكَۘ

 

وَ  atıf harfidir. Ayet, mahzuf istinafa matuftur. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

اُمَماًۚ’deki tenvin nev ve kesret ifade eder.

وَاِنَّهُ لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ  cümlesindeki gaib zamirden bu ayette azamet zamirine iltifat vardır.

اُمَماًۚ  için sıfat olan  مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ  cümlesinde, îcâz-ı hazif sanatı vardır.  مِنْهُمُ ’un amili olan mukaddem haber, mahzuftur.

Aynı üslupta gelen ve bu cümleye matuf  وَمِنْهُمْ دُونَ ذٰلِكَۘ  cümlesi, atfedildiği cümle gibi sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidai kelamdır.

مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ  cümlesiyle  وَمِنْهُمْ دُونَ ذٰلِكَۘ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

ذٰلِكَ  ile salih ümmetlere işaret edilerek konunun önemi vurgulanmıştır.

İşaret isminde istiare vardır. Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. 

Ayrılmak (tefrîk), kesmeye, kopmaya benzetilmiştir. Câmi; her ikisinde de visâlin olmaması, yani ayrılıktır. Ancak müstear olan kelimede bu mana daha şiddetli ifade edildiği için tercih edilmiştir. Böylece kelam daha beliğ olmuştur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)

وَقَطَّعْنَاهُمْ فِي الْاَرْضِ اُمَماًۚ  cümlesinde cem’ vardır;

مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذٰلِكَۘ  cümlesinde taksim vardır. 


 وَبَلَوْنَاهُمْ بِالْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّـَٔاتِ

 

Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan cümle,  وَقَطَّعْنَاهُمْ ’a matuftur. Atıf sebebi tezâyüftür.

بِالْحَسَنَاتِ  ve  السَّيِّـَٔاتِ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.


لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ

 

Ayetin son cümlesi ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Gayr-ı talebî inşâ cümlesidir. 

لَعَلَّ , terecci harfidir. Vukuu mümkün durumlarda kullanılır.

Haberinin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Ayrıca muzari fiil olayı zihinde canlandırmayı sağlayarak muhatabı etkiler.

Ta’lil cümleleri anlamı açıklamak, zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

‘Umulur ki’ anlamında olan bu harf, Allah Teâlâ’ya isnad edildiğinde “...olsun diye, ...olması için” şeklinde tercüme edilir. Dolayısıyla cümle vaz edildiği inşâ formundan çıktığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

لَعَلَّ  edatı, terecci içindir yani “ümitvar olma” manasını ifade eder ve beklenti içinde olmak demektir ki her ikisi de aynı manaya gelir. Fakat bu beklenti Kerîm olan bir zattan olmalı, kişi O’ndan beklemelidir. İşte bu, yerine getirmesi kesin olan vaadinin yerine bir ifadedir. İmam Sîbeveyhi de bu görüştedir. Ancak Kutrub; لَعَلَّ kelimesi “için” manasındadır, demiştir. (Nesefî, Medâriku’t Tenzîl ve Hakâîku’t Te’vîl)