فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ وَرِثُوا الْكِتَابَ يَأْخُذُونَ عَرَضَ هٰذَا الْاَدْنٰى وَيَقُولُونَ سَيُغْفَرُ لَنَاۚ وَاِنْ يَأْتِهِمْ عَرَضٌ مِثْلُهُ يَأْخُذُوهُۜ اَلَمْ يُؤْخَذْ عَلَيْهِمْ م۪يثَاقُ الْكِتَابِ اَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ وَدَرَسُوا مَا ف۪يهِۜ وَالدَّارُ الْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَخَلَفَ | ardından |
|
2 | مِنْ |
|
|
3 | بَعْدِهِمْ | sonra onların |
|
4 | خَلْفٌ | yerlerine geçip |
|
5 | وَرِثُوا | varis olanlar |
|
6 | الْكِتَابَ | Kitaba |
|
7 | يَأْخُذُونَ | alıyorlar |
|
8 | عَرَضَ | menfaatini |
|
9 | هَٰذَا | şu |
|
10 | الْأَدْنَىٰ | alçak(dünyan)ın |
|
11 | وَيَقُولُونَ | ve diyorlar ki |
|
12 | سَيُغْفَرُ | (nasıl olsa) bağışlanacağız |
|
13 | لَنَا | biz |
|
14 | وَإِنْ | ve eğer |
|
15 | يَأْتِهِمْ | kendilerine gelse |
|
16 | عَرَضٌ | bir menfaat daha |
|
17 | مِثْلُهُ | ona benzer |
|
18 | يَأْخُذُوهُ | onu da alırlar |
|
19 | أَلَمْ |
|
|
20 | يُؤْخَذْ | peki alınmamış mıydı? |
|
21 | عَلَيْهِمْ | kendilerinden |
|
22 | مِيثَاقُ | misak (söz) |
|
23 | الْكِتَابِ | Kitap’ta |
|
24 | أَنْ | diye |
|
25 | لَا |
|
|
26 | يَقُولُوا | söylemeyecekler |
|
27 | عَلَى | hakkında |
|
28 | اللَّهِ | Allah |
|
29 | إِلَّا | başkasını |
|
30 | الْحَقَّ | gerçekten |
|
31 | وَدَرَسُوا | ve öğrenmediler mi? |
|
32 | مَا |
|
|
33 | فِيهِ | onun içindekini |
|
34 | وَالدَّارُ | ve yurdu |
|
35 | الْاخِرَةُ | Âhiret |
|
36 | خَيْرٌ | daha hayırlıdır |
|
37 | لِلَّذِينَ |
|
|
38 | يَتَّقُونَ | korunanlar için |
|
39 | أَفَلَا |
|
|
40 | تَعْقِلُونَ | düşünmüyor musunuz? |
|
Zemahşerî’ye göre buradaki “yeni kuşak”tan maksat, Hz. Peygamber dönemindeki yahudiler, vâris oldukları kitap ise o günkü Tevrat’tır (II, 101); aldıkları geçici dünya menfaatinin de mahkemelerde aldıkları rüşvet olduğu söylenir. Taberî’nin kaydettiğine göre o dönemlerde yahudiler arasında rüşvet o kadar yaygındı ki, rüşvet almak istemeyenleri suçlarlardı. Hâkim olarak birine başvurulduğunda rüşvet isterdi; “Neden hüküm verirken rüşvet alıyorsun?” denildiğinde de, “Nasıl olsa bağışlanacağım” derdi (IX, 105-107, özellikle 106). Bazı rivayetlerde âyette sözü edilen bu kuşağın hıristiyanlar olduğu ileri sürülmüşse de bu rivayetleri aktaran Taberî’ye göre Kur’an’ın yer vermediği bu fikri kabul etmek mümkün değildir; âyetin bağlamı sadece yahudilerle ilgili olduğuna göre burada başka bir topluluğun kastedildiğini düşünmek için elimizde hiçbir delil yoktur (IX, 105).
Yahudiler hem rüşvet ve benzeri yollarla haram malları alırlar, yiyip içerler hem de bu günahlarından dolayı tövbe edecekleri yerde, –muhtemelen Tanrı katında seçkin bir millet oldukları yolundaki bâtıl inançlarından dolayı– nasıl olsa bağışlanacaklarını ileri sürerler ve yeni haramlar işlemekten çekinmezlerdi. Halbuki Kitâb-ı Mukaddes’te de birçok vesile ile bildirildiği üzere, bu şekilde günah işlemekten, haram yemekten uzak duracaklarına, Allah’ı tanıyıp buyruklarını yerine getireceklerine dair kendilerinden söz alınmış, Allah ile bu şekilde ahidleşmişlerdi (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/40).
Kurtubî –haklı olarak– rüşvet almak gibi haramlar işleyip sonra da “Nasıl olsa Allah affeder” şeklinde boş ümitlere kapılmanın sadece yahudilere mahsus bir hastalık olmadığını, müslümanların da bu şekilde günahlar işlediklerini belirtmektedir (VII, 311). Aynı müfessirin, ilâhî buyruklara uygun davranmanın sadece yahudilerle sınırlı bir görev olmadığını, bu ve benzeri âyetlerin müslümanları da bağladığını, çünkü bu konularda dinler arasında bir farklılık bulunmadığını belirtmesi de yerinde ve anlamlı bir tesbittir (VII, 312). M. Reşîd Rızâ da müslümanların, özellikle din adamlarının aynı illete müptelâ olmalarından yakınmakta; bu kuruntularla mağfiret, şefaat gibi yalnızca Allah’ın hoşnut olduğu kullar için bir değer taşıyan kavramlara bel bağlayarak haramlar irtikâp ettiklerini hatırlatmaktadır. Allah’ın İsrâiloğulları hakkında bu bilgileri vermesindeki maksadı, müslümanların bunlardan ibret ve ders alarak hallerini düzeltmeleri, onların işlediği günahlardan uzak durmalarıdır (IX, 384).
Kuşkusuz insanlar bu tür günahları dünyevî menfaat ve zevkleri yüzünden işledikleri için Allah onlara âhiret yurdunun daha hayırlı, dolayısıyla “geçici menfaat ve zevkler” anlamındaki dünya ile âhiret arasında bir tercih yapmak gerektiğinde âhireti tercih etmenin daha yararlı olduğunu, bunu da ancak takvâ sahiplerinin, yani Allah’ın buyruklarını hiçe saymak yerine onlara saygı duyarak günah işlemekten sakınanların anlayıp gereğini yerine getireceklerini hatırlatmakta; nihayet muhataplarını Allah’ın verdiği akıl nimetini kullanmaya davet etmekte; insanların, kendilerine vahiyle bildirilen bu bilgi ve haberlerdeki hikmetleri ve yararlı sonuçları akıllarıyla da kavrayabileceklerine işaret etmektedir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 620-621
فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ وَرِثُوا الْكِتَابَ يَأْخُذُونَ عَرَضَ هٰذَا الْاَدْنٰى وَيَقُولُونَ سَيُغْفَرُ لَنَاۚ
Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir. خَلَفَ fetha üzere mebni mazi fiildir. مِنْ بَعْدِهِمْ car mecruru خَلَفَ fiiline müteallıktır.
Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
خَلْفٌ fail olup lafzen merfûdur.
وَرِثُوا fiili خَلْفٌ’un sıfatı olarak mahallen merfûdur.
وَرِثُوا damme üzere meçhul mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الْكِتَابَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
يَأْخُذُونَ fiili وَرِثُوا ‘deki failin hali olarak mahallen mansubtur. يَأْخُذُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَرَضَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. هٰذَا işaret ismi, muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
الْاَدْنٰى işaret isminden bedel olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur.
وَ atıf harfidir. Haliyye olması da caizdir. يَقُولُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, سَيُغْفَرُ لَنَا’dir. يَقُولُونَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
سَيُغْفَرُ fiilinin başındaki سَ harfi tekid ifade eden istikbal harfidir. يُغْفَرُ meçhul merfû muzari fiildir. Kelamın siyakından anlaşılan mahzuf naib-i faildir. Takdiri, ما فعلناه şeklindedir.
لَنَا car mecruru يُغْفَرُ fiiline müteallıktır.
وَاِنْ يَأْتِهِمْ عَرَضٌ مِثْلُهُ يَأْخُذُوهُۜ
وَ atıf harfidir. اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. يَأْتِهِمْ şart fiili olup illet harfinin hazfıyla meczum muzari fiildir.
Muttasıl zamir هِمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. عَرَضٌ fail olup lafzen merfûdur.
مِثْلُهُ kelimesi عَرَضٌ ‘un sıfatıdır. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Şartın cevabı يَأْخُذُوهُ ’dur. يَأْخُذُوهُ fiili ن ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
اَلَمْ يُؤْخَذْ عَلَيْهِمْ م۪يثَاقُ الْكِتَابِ اَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ وَدَرَسُوا مَا ف۪يهِۜ
Hemze, istifham harfidir. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. يُؤْخَذْ meçhul, meczum muzari fiildir.
عَلَيْهِمْ car mecruru يُؤْخَذْ fiiline müteallıktır. م۪يثَاقُ naib-i fail olup lafzen merfûdur. الْكِتَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, م۪يثَاقُ ‘den bedel veya atf-ı beyan olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَقُولُوا fiili, نَ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَلَى اللّٰهِ car mecruru يَقُولُوا fiiline müteallıktır.
اِلَّا hasr edatıdır. الْحَقَّ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
وَ atıf harfidir. دَرَسُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Müşterek ism-i mevsûl مَا, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. ف۪يهِ car mecruru ism-i mevsûlun mahzuf sılasına müteallıktır.
وَالدَّارُ الْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَۜ
وَ istînâfiyyedir. الدَّارُ mübteda olup lafzen merfûdur. الْاٰخِرَةُ kelimesi الدَّارُ kelimesinin sıfatıdır.
خَيْرٌ haber olup lafzen merfûdur. Çok kullanıldığı için başındaki hemze hafifletilmiştir.
İsm-i tafdil; bir vasfın, bir hususun bir varlıkta diğer bir varlıktan daha fazla olduğunu ifade eder. İsm-i tafdil اَفْعَلُ veznindendir. İsm-i tafdilin sıfat-ı müşebbeheden farkı; renk, şekil, uzuv noksanlığı ifade etmemesidir. Müennesi فُعْلَى veznindedir.
İsm-i tafdilden önce gelen isme “mufaddal”, sonra gelen isme “mufaddalun aleyh’’ denir. Mufaddal ve mufaddalun aleyhi bazen açıkça cümlede göremeyebiliriz. Bu durumda mufaddal ve mufaddalun aleyh cümlenin gelişinden anlaşılır.
خَيْرٌ ve شَرٌّ kelimeleri Kur’an-ı Kerim’de umumiyetle ism-i tafdil manasında gelmiştir. Bunların asılları اَخْيَرُ ve اَشْرَرُ veznindedir. Çok kullanıldıklarından dolayı Arap dilbilgisinde bu şekilde gelmektedir. İsm-i tafdilin geliş şekilleri:
1. ال ’sız مِنْ ’li gelir. مِنْ hazf edilebilir. Karşılaştırma içindir. “Daha” manası verir. Müfred müzekker olmalıdır.
2. ال ’lı gelir. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Mutabakat
olmalıdır (yani bir önceki kelimeye uymalıdır).
3. Marifeye muzâf olur. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Mutabakat olabilir (yani bir önceki kelimeye uymalıdır) veya müfred müzekker olabilir.
4. Nekreye muzâf olur. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Müfred müzekker olmalıdır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, لِ harf-i ceriyle birlikte خَيْرٌ’e müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası يَتَّقُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
يَتَّقُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
يَتَّقُونَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil, iftial babındadır. Sülâsîsi وقي ’dır.
Bu bab, fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar.
اَفَلَا تَعْقِلُونَ
Hemze inkârî istifhamdır. فَ atıf harfidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَعْقِلُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ وَرِثُوا الْكِتَابَ يَأْخُذُونَ عَرَضَ هٰذَا الْاَدْنٰى وَيَقُولُونَ سَيُغْفَرُ لَنَاۚ
فَ atıf harfidir. Ayetin ilk cümlesi وَقَطَّعْنَاهُمْ cümlesine matuftur. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. مِنْ بَعْدِهِمْ konudaki önemine binaen faile takdim edilmiştir. خَلْفٌ ’deki tenvin tahkir içindir.
خَلْفٌ için sıfat olan وَرِثُوا الْكِتَابَ cümlesi, mazi fiil sıygasında gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır. Akabindeki muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelam olan يَأْخُذُونَ عَرَضَ هٰذَا الْاَدْنٰى cümlesi, وَرِثُوا fiilinin failinden haldir.
الْاَدْنٰى ’nın هٰذَا ile işaret edilmesi istiaredir. Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de ‘‘vücudun tahakkuku’’dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
الْاَدْنٰى, muzâfun ileyh olan هٰذَ ‘dan bedeldir.
Sıfat, hal ve bedel dolayısıyla ayette ıtnâb sanatı vardır.
[Şu dünyanın gelip geçici metâ‘ını alıyorlardı!] Yani şu ednâyı ve onun çer-çöpe dönüşecek menfaatini alıyorlardı. هٰذَا الْاَدْنٰى ifadesinde bir tahkir ve aşağılama söz konusudur. دنو ,الْاَدْنٰى kökünden olup ya yakınlık anlamındadır ve hemen elde ediliveren şey anlamını ifade eder ya da hal itibariyle düşüklük, alçaklık ve azlık ifade eder. Kastedilen, onların hükümleri halka kolaylaştırmak üzere Tevrat’taki kelimeleri değiştirme (tahrif) karşılığına aldıkları rüşvettir. (Keşşâf)
وَاِنْ يَأْتِهِمْ عَرَضٌ مِثْلُهُ يَأْخُذُوهُۜ
وَ atıf harfidir. Hal veya istinaf vavı olduğu da söylenmiştir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. يَأْتِهِمْ şart fiili, يَأْخُذُوهُۜ cevap fiilidir. Her iki cümle de müspet mazi fiil sıygasında gelerek teceddüt ve istimrara işaret etmiştir. Ayrıca muzari fiil sayesinde olay muhatabın gözünde canlanmaktadır.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
عَرَضَ kelimesinin manaları arasında ma’rad (fuar), arz, ırz kelimeleri de vardır. Türkçe’de de arz, ırz, arıza, itiraz, maruzat, tariz gibi köklerini kullanıyoruz.
اَلَمْ يُؤْخَذْ عَلَيْهِمْ م۪يثَاقُ الْكِتَابِ اَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ وَدَرَسُوا مَا ف۪يهِۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham harfi hemze takrirî manadadır.
Takrirde; muhatabın bildiği bir şey soru şeklinde dile getirilir ve ondan bunu tasdik etmesi istenir. Bunda ikna edici, inandırıcı delil vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meani İlmi)
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen taaccüb ve kınama amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
اَنْ ve akabindeki لَا يَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ cümlesi, masdar teviliyle م۪يثَاقُ الْكِتَابِ ’den bedel veya atf-ı beyandır. Menfi muzari fiil sıygasındaki masdar-ı müevvel cümlesinde, لَا ve اِلَّا ile oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. Faide-i haber inkârî kelamdır. Âşûr kasrın iki tekid yerinde olduğunu söyler. (Âşûr, Enam Suresi)
Kasr, fiille mef’ûl arasındadır. Kasr-ı mevsûf, ale’s-sıfattır. Allah’a haktan başka hiçbir şey söylemiyorlar, sadece hak olanı söylüyorlar manasındadır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car-mecrur, önemine binaen mef’ûle takdim edilmiştir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
وَدَرَسُوا مَا ف۪يهِ cümlesi, اَلَمْ يُؤْخَذْ cümlesine matuftur. Cümlede îcâzı hazif sanatı vardır. Mef’ûl konumdaki müşterek ism-i mevsûl مَا ’nın sılası mahzuftur.
Mevsûlde tevcih sanatı vardır.
يَأْخُذُونَ - يَأْخُذُوهُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
خَلَفَ - عَرَضٌ - الْكِتَابَ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
[Peki, onlardan kitap sözü alınmamış mıydı?!] sözüyle kastedilen, Tevrat’taki “Kim büyük günah işlerse tövbe etmedikçe affedilmeyecektir!” ifadesidir. “Ve onlar kitaptaki bu sözü okumamışlar mıydı?!” Yani Tevrat’taki; günahın bağışlanması için tövbenin şart olduğu hükmünü. اَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ [Allah hakkında gerçek neyse sadece onu söyleyeceklerine dair] ifadesinin cümledeki konumu م۪يثَاقُ الْكِتَابِ ifadesine ma‘tūftur. م۪يثَاقُ الْكِتَابِ ise Allah’ın kitabında zikredilmiş olan misak demektir. Bu ifadede, “kişinin tövbesiz de bağışlanabileceği”ni kabul etmenin, kitapta yapılan antlaşmadan çıkmak, Allah’a iftira etmek ve O’nun adına hak olmayan bir şey uydurmak sayılacağı anlamı bulunmaktadır. İşte م۪يثَاقُ الْكِتَابِ ifadesi bu şekilde tefsir edildiği zaman, اَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ ifadesi de bunun mef‘ûlün lehi olur; anlamı da “Allah adına gerçeğin dışında bir şey söylememeleri için” şeklinde olur. اَنْ ’in müfessire olması ve لَا يَقُولُوا ifadesinin nehiy olması da mümkündür; adeta “[Kendilerinden söz alınıp] ‘Allah adına gerçeğin dışında bir şey söylemeyin’ denmedi mi bunlara?!” buyrulmuş olmaktadır. (Keşşâf)
وَالدَّارُ الْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَۜ
وَ istînâfiyyedir. İsim cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin izafetle marife olması, veciz ifade kastına matuftur.
Mecrur mahaldeki has ism-i mevsûl خَيْرٌ , لِلَّذ۪ينَ ‘a müteallıktır. Sılası يَتَّقُونَ , muzari fiil sıygasında gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüme işaret etmiştir. Mevsûlde, müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.
اَفَلَا تَعْقِلُونَ
Cümle takdiri أغفلتم [Gaflet ettiniz] olan mukadder istînâfa matuftur. Menfi muzari fiil cümlesi, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cümle istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen inkâr ve tevbih manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
اَفَلَا تَعْقِلُونَ cümlesi çok büyük bir kınama ifadesidir. Anlam ise “Yaptığınız şeyin çirkin olduğuna akıl erdiremiyor musunuz ki bu fiillerin kötülüğü sizi onları yapmaktan alıkoymuyor? Âdeta akılları örtülmüş kimseler gibisiniz. Çünkü akıl bu tür şeylerden kaçınır, bunları reddeder.” şeklindedir. (Keşşâf)
الا, tenbih edatıdır. ف ise atfa işaret eder. Yani bu cümleden önce hazf edilen bir cümle vardır.
اَفَلَا تَعْقِلُونَ sorusu azarlama ve kınama için gelmiştir, mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Bu cümle aslında mukadder bir cümleye matuftur, “Siz hakikatten gafil kalıp akletmez misiniz?” demektir. (Ebüssuûd)
İstifham müşriklere hitap edildiğinde tevbih (azarlamak) için kullanılır. Müminlere hitap edildiğinde ise tahzir (uyarı) için kullanılır. (Âşûr)
Kur’an’daki fasılalar, kimi zaman kevnî ayetler üzerinden örnekler verilerek, kimi zaman ahiretin kalıcılığına vurgu yapılarak, kimi zaman kâfirlerin Allah’ın dışında ilâhlar edinme konusundaki mantıksızlıkları geçmişle gelecek arasında bağ kurulmak suretiyle geçmişin tecrübesini geleceğe aktarma anlamındaki bir düşünmeyi kapsayan تَعَقُّل kelimesi ve “Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?”, “Hiç düşünmüyor musunuz?” gibi ifadelerle bitirilirken geçmişe yönelik düşünmeyi gerektiren ve hassaten önceki milletlerin tecrübeleriyle ilgili olaylar anlatılırken لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ gibi tezekküre çağıran ifadelerle bitirilmiştir. Olayın arka planının kavranmasının önem arz ettiği Kur’an’ın anlamına yönelik düşünme çağrıları ise أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ ifadesiyle karşılık bulmuştur. Zira tezekkürün zıddı olarak kullanılan tedebbür, geleceğe yön verecek bu türden bir düşünmeyi ve tedbiri gerektirir. Aklını kullanan bireylerin (تَعَقُّل) geçmişin yaşanmışlığını idrak ederek (تَذَكُّر) geleceğe yol bulmaları (تَدَبُّر) anlamında üçünü de kapsayan bir anlamın gerekli olduğu bazı fasılalar ise tefekküre yapılan vurgularla, bütün bunlardan içinde bulunduğumuz an için hüküm çıkarma bağlamındakiler ise تَفَقُّه kelimesiyle sonlandırılmıştır. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
يَتَّقُونَۜ - تَعْقِلُونَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
اَفَلَا تَعْقِلُونَ sorusu azarlama ve kınama manasındadır. Mecaz-ı mürsel mürekkeb vardır. Bu manayı vurgulamak için iltifat yapılarak gaib sıygadan muhataba dönülmüştür.