سَاَلَ سَٓائِلٌ بِعَذَابٍ وَاقِعٍۙ
“Huzuruna yükselmenin birçok yolu” diye çevirdiğimiz meâric (tekili: mi‘rec, mi‘râc) “yükselme vasıtaları” demektir. Bazı müfessirler bu kelimeye, “meleklerin yükseldiği gökler, Allah’ın mahlûkata lutfettiği nimetlerin mertebeleri, cennetteki dereceler, mânevî ve ruhanî mertebeler” gibi açıklamalar getirmişlerdir (Elmalılı, XIII, 5352). Bir kısım müfessirler ise meârici mecaz olarak insanı Allah’ın varlığını kavramaya ve O’nunla mânevî yakınlık kurmaya götüren yollar olarak yorumlamışlardır (bk. Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XXIX, 56; Esed, III, 1186). Bizim “istedi” diye çevirdiğimiz sûrenin ilk kelimesi “sormak” mânasına da geldiği için bunu “Birisi ... sordu”şeklinde çeviren ve anlayanlar da olmuştur. Rivayete göre müşriklerin ileri gelenleri, Hz. Peygamber’e, alaylı bir üslûpla, haber verdiği azabın gelip gelmeyeceğini, gelecekse bunun ne zaman gerçekleşeceğini soruyorlardı. Bir rivayete göre bu soruları soran Nadr b. Hâris idi (bk. İbn Âşûr, XXIX, 153). 2. âyet bizim tercih ettiğimiz mânayı desteklemektedir. Buna göre inkârcılar Hz. Peygamber’in getirdiği kitap doğru ise Allah tarafından başlarına taş yağdırılmasını veya büyük bir ceza ile cezalandırılmalarını istemişlerdi. Müşriklerin, aslında alay ve inkâr yollu ortaya koydukları bu tür sorularına ve isteklerine cevap olmak üzere 2. âyette, onlar ihtimal vermese de, vakti geldiğinde Hz. Peygamber’in haber verdiği azabın mutlaka gerçekleşeceği, bunu hiç kimsenin önleyemeyeceği bildirilmiştir.
Müfessirlere göre 4. âyette geçen “ruh”tan maksat Cebrâil’dir. “Miktarı elli bin yıl olan gün”den ne kastedildiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı müfessirler buradaki elli bin yılı dünyanın ömrü, bazıları kıyametin oluş süresi, kimileri de âhirette kulların hesap vereceği süre olarak açıklamışlardır. Bir görüşe göre kıyametin müddeti inkârcılar için elli bin sene, müminler için sadece bir günün muayyen bölümü kadar sürecektir. Elli bin senenin, âhiret hayatının toplam süresi olduğunu ileri sürenler de vardır. Ancak bize göre bu yorumların hiçbirinin kabul edilebilir bir mesnedi ve gerçekliği yoktur. Bir önceki âyette geçen “huzuruna yükselmenin birçok yolu bulunan” şeklindeki ifadenin ardından burada da “Melekler, miktarı elli bin sene olan bir gün içinde O’na yükselmektedirler” buyurulmuştur. Görüldüğü gibi bu ifadenin kıyamet ve uhrevî hesapla, dünya veya âhiretin süresiyle bir ilgisi yoktur; sadece meleklerin Allah’a yükselmesinden söz edilmektedir. Şevkânî’nin naklettiği bir yorumda da belirtildiği gibi bu âyetteki elli bin sayısı bu mertebelerin ne kadar yüce olduğunu zihinlerde canlandırmayı amaçlayan temsilî bir anlatımdır (V, 332; krş. Hac 22/47).
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 453-454سَاَلَ سَٓائِلٌ بِعَذَابٍ وَاقِعٍۙ
Fiil cümlesidir. سَاَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. سَٓائِلٌ fail olup lafzen merfûdur. بِعَذَابٍ car mecruru سَاَلَ fiiline mütealliktir. وَاقِعٍ kelimesi عَذَابٍ ‘in sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَٓائِلٌ kelimesi, sülâsi mücerredi سَاَلَ olan fiilin ism-i failidir.
وَاقِعٍ kelimesi, sülâsi mücerredi وقع olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَاَلَ سَٓائِلٌ بِعَذَابٍ وَاقِعٍۙ
Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedî’ İlmi)
Ayet ibtidaiyye olarak gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, S.107)
بِعَذَابٍ car mecruru سَاَلَ fiiline mütealliktir. وَاقِعٍ kelimesi عَذَابٍ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
سَٓائِلٌ - سَاَلَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
بِعَذَابٍ ‘deki nekrelik, soranın taciz ve tehekküm kastına işarettir.
سَاَلَ (sordu) fiiline zımnen دعا (çağırdı, istedi) anlamı verilerek, onun gibi geçişli yapılmıştır. Adeta, ‘bir şeyi istedi, talep etti’ anlamında دعا بكذا sözünde olduğu gibi دعا داع بِعَذابٍ واقِعٍ (İstekli biri, başına kesin bir azabın inmesini istedi!) buyrulmaktadır. Tıpkı [Her meyveyi güvenle isteyebilmektedirler orada.] (Duhân 44/55) ayetindeki gibi. (Keşşâf)
Bir isteyici, gelecek olan azabı istedi. Bu ayette istedi manası سَاَلَ fiili ile ifade edilmiştir. Aynı mana دعا ve إستدعى kelimeleri ile de ifade edilmektedir. Nitekim bir ayette یَدۡعُونَ فِیهَا بِكُلِّ فَـٰكِهَةٍ ءَامِنِینَ (Duhân/55) buyurulmuştur ki [Orada güven içinde her türlü meyveden isterler] demektir. Buna göre ayetin anlamı: ‘’Bir isteyici, arzulasa da arzulamasa da mutlaka inecek olan azabı istedi.’’ olur. (Rûhu’l Beyân)
Kur’anı Kerim’deki bütün sureler gibi bu surenin de başındaki ilk ayetlerin seçimi, hüsn-i ibtidâ sanatının güzel bir örneğidir. Bunun için mütekellimin söze başlarken güzel lafızları seçmesi, ağır lafızlardan ve tenâfürden uzak durması, en güzel nazmı tercih etmesi, takîdden kaçınması, sahîh bir mana ifade etmesi, muktezây-ı hâli gözetmesi gerekir. Bu, muhatabı sözün devamını dinlemeye, önemsemeye ve kabullenmeye sevk eder, merakını celbeder. Aksi halde muhatap sözün devamını dinlemez. İsterse dünyanın en güzel kelamı olsun boşa gider. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)