Cin Sûresi 3. Ayet

وَاَنَّهُ تَعَالٰى جَدُّ رَبِّنَا مَا اتَّخَذَ صَاحِبَةً وَلَا وَلَداًۙ  ...

“Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir; ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk.”
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَأَنَّهُ doğrusu O
2 تَعَالَىٰ yücedir ع ل و
3 جَدُّ şanı ج د د
4 رَبِّنَا Rabbimizin ر ب ب
5 مَا
6 اتَّخَذَ O edinmemiştir ا خ ذ
7 صَاحِبَةً ص ح ب
8 وَلَا ve ne de
9 وَلَدًا çocuk و ل د
 

Sözlükte cin, “örtmek, gizli kalmak” anlamındaki cenne fiilinden isim olup “gizli, görünmeyen varlıklar” mânasına gelir, tekili cinnîdir. Terim olarak cin, ateşten yaratılmış, duyularla idrak edilemeyen, şuur ve irade sahibi, ilâhî emirlere uymakla yükümlü olan, insanlar gibi iyileri ve kötüleri bulunan varlık türünü ifade eder. Cin kelimesi gerek Kur’an’da (22 yerde) gerekse diğer İslâmî kaynaklarda insan ve melek dışındaki üçüncü bir akıllı / şuurlu varlık türünün adı olarak kullanılmıştır.

İnsanlar gibi cinler de kendi aralarında evlenip çoğalırlar; insanlara nisbetle daha üstün bir güce sahiptirler. Meselâ kısa sürede uzun mesafeleri katedebilir, insanlar onları görmedikleri halde onlar insanları görür, insanların bilmediği bazı hususları bilirler; fakat gaybı bilemezler. Cinlerin gaybı bildiklerine dair yanlış inancı Kur’an kesinlikle reddeder (bk. Sebe’ 34/14). Gökteki meleklerin konuşmalarından gizlice haber almak isterlerse de buna imkân verilmez (bk. Hicr 15/18). Kur’an bazı cinlerin Hz. Süleyman’ın emrine girerek ordusunda hizmet gördüklerini ve insanlarla beraber çalıştıklarını bildirmektedir (bk. Sebe’ 34/12-13).

Cin telakkisi insanlık tarihinin her döneminde ve bütün kültürlerde mevcuttur. Eski Asurlular ve Bâbilliler’de kötü ruh ve cinlere inanılırdı. Sâmî kökenli kavimlerde cinlerin değişik sınıfları bulunduğu kabul edilirdi. Eski Mısır’da cinler çoğunlukla yılan, kertenkele gibi sürüngenlere benzetilirdi. Eski Yunanlılar’da daimon adı verilen insan üstü varlıklar bulunduğu kabul edilir, bunlar iyi ve kötü olarak ikiye ayrılırdı. Eski Romalılar’da da insanlara zarar verebilen kötü ruhlar telakkisi mevcuttu. Çinliler’de cinlerin her yerde bulunduğu, iyi ve kötülerinin olduğu kabul edilirdi. Özellikle taoist rahipleri cinlerin zararlarından korunmak için muska yazar, efsun yaparlardı. Hintliler’de de iyi ve kötü cin telakkisi mevcuttu. İran kültüründe cin telakkisi Zerdüşt öncesinden gelir. Eski Türkler’de cinler bütün hastalıkların kaynağı kabul edilir, bu cinler şaman tarafından hasta bedenlerden uzaklaştırılırdı.

İsrail kültüründe, daha çok İran’ın düalist sisteminin tesiriyle kötü ruh ve cin anlayışı belirginleşmişti. Yahudiler cinlerin çöllerde ve harabelerde yaşadığına inanırlardı. Yahudi kutsal kitaplarında ağrı ve felâket veren, kan emen cinlerden söz edilirdi (II. Samuel, 1/9; Süleyman’ın Meselleri, 30/15). Hıristiyan kültüründe cin telakkisi daha çok Yahudilik etkisinde gelişmiştir. Yeni Ahid, cinleri putperestlerin tanrıları (meselâ bk. Resullerin İşleri, 17/18 ), bedensel ve ruhsal hastalıkların kaynağı (Matta, 12/28; Luka, 11/20) olarak gösterir. Bilhassa XII. yüzyıldan itibaren cin telakkisi hıristiyan sanatının önemli bir teması haline gelmiştir. Avrupa’da ve daha sonra Amerika’da cadılık ve büyücülük büyük ilgi görmüştür.

İslâm’dan önce Araplar cinlere bazı tanrısal güç ve yetenekler yükler, onlar adına kurban keserlerdi. Cinlerin kâhinlere gökten haberler getirdiğine inanırlar; böylece Allah ile bu gizli varlıklar arasında bir bağ kurarlardı (bk. İbn Âşûr, VII, 405). Câhiliye Arapları’nın bir kısmı şeytanın şer tanrısı olduğuna inanır, melekleri Allah’ın askerleri, cinleri de şeytanın askerleri sayarlardı (bk. En‘âm 6/100). Kur’an-ı Kerîm bu bâtıl inançları reddetmiş, cinlerin de insanlar gibi Allah’a kulluk etmeleri için yaratıldıklarını haber vermiştir (Zâriyât 51/56). Onlara da peygamber gönderilmiş, içlerinden iman edenler olduğu gibi inkâr edenler de olmuştur (En‘âm 6/130). Hz. Peygamber ilâhî emirleri cinlere de tebliğ etmiştir (Ahkaf 46/29; cinlerin insanlarla ilişki kurup kuramayacağı konusunda bk. Nâs 114/6; cinler hakkında bilgi için bk. M. Süreyya Şahin-Ahmet Saim Kılavuz, “Cin”, DİA, VIII, 5-10, ayrıca bk. En‘âm 6/100; Hicr 15/27; Kehf 18/50).

Yukarıda sûrenin nüzülünden söz ederken belirtildiği üzere cinlerden bir grup, Hz. Peygamber’den Kur’an dinledikten sonra geri dönüp, doğru yolu gösteren ve üstün nitelikleri sebebiyle kendilerini hayran bırakan Kur’an’a inandıklarını, artık rablerine hiçbir şeyi ortak koşmayacaklarını kendi topluluklarına açıklayarak onları da uyarmaya çalışmışlardır. Âyetten anlaşıldığına göre Hz. Peygamber o esnada Kur’an dinleyen cinleri görmemiş, fakat onların Kur’an dinledikleri kendisine vahiy yoluyla bildirilmiştir; ancak daha sonraki buluşmalarında cinleri gördüğü ve onlara tebliğde bulunduğu rivayet edilmiştir (bilgi için bk. Ahkaf 46/29). Cinlerin Kur’an’ı dinlediklerini haber vermekten maksat, Hz. Peygamber’den defalarca Kur’an dinledikleri halde iman etmemekte direnen müşriklerin cinlerden ibret ve örnek almalarını sağlamaktır (Şevkânî, V, 350).

3. âyette “rabbimizin şanı” diye çevirdiğimiz tamlamadaki ced kelimesi sözlükte “büyüklük, ululuk, zenginlik, güç, asıl” anlamlarına gelmektedir. Burada Allah’ın şanının yüce olduğunu ve hiçbir şeye muhtaç olmadığını ifade eder. Âyetin devamında “O, ne bir eş edinmiştir ne de çocuk” meâlindeki cümle de bu yorumu desteklemektedir. Cinlerin bu sözleri onların, müşriklerin “Melekler Allah’ın kızlarıdır” şeklindeki inançlarından haberdar olduklarını ve bu bâtıl inancı reddettiklerini gösterir.

 

وَاَنَّهُ تَعَالٰى جَدُّ رَبِّنَا مَا اتَّخَذَ صَاحِبَةً وَلَا وَلَداًۙ


وَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

İsim cümlesidir.  أَنَّ  masdar harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  هُ  muttasıl zamir  اَنَّ ‘nin ismi olarak mahallen mansubdur.  

تَعَالٰى  elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir.  جَدُّ  fail olup lafzen merfûdur.  رَبِّ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Aynı zamanda muzâftır. Mütekellim zamiri  نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

مَا اتَّخَذَ صَاحِبَةً  cümlesi  اَنَّ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. 

اتَّخَذَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُوَ’ dir.  صَاحِبَةً  ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Birinci mef’ûlün bih mahzuftur.Takdiri, امرأة (zevce) şeklindedir.

وَ  atıf harfidir.  لَا  zaid harftir. لَا  nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir.  وَلَداً  kelimesi  صَاحِبَةً ‘e matuftur. 

اتَّخَذَ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi  أخذ ’dir.

İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
 

وَاَنَّهُ تَعَالٰى جَدُّ رَبِّنَا مَا اتَّخَذَ صَاحِبَةً وَلَا وَلَداًۙ


وَ , atıf harfidir. Tekid ve masdar harfi  اَنَّ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, masdar tevilinde olup 2. ayetteki  بِه۪ ‘nin zamirine matuftur. Masdar-ı müevvel, faide-i haber inkârî kelamdır.  

تَعَالٰى جَدُّ رَبِّنَا  cümlesi itiraziyye olarak gelmiştir. İtiraz cümleleri ıtnâb babındandır.

İtiraz cümleleri, parantez arası cümleler (cümle-i mu‘teriza) vasıtasıyla yapılan ıtnâbdır. Bir cümlenin öğeleri arasına veya anlamca ilgili iki cümle arasına anlamı pekiştirmek, güzelleştirmek veya tenzih, tazim, tenbih, dua gibi amaçlarla bir kelime, cümle yahut cümleler getirilerek ıtnâb sağlanır. Bu cümleler genellikle öndeki kelime veya cümleyle bağlantılı olarak sırası ve yeri gelmişken hemen kaydedilmesi gerekli açıklayıcı notlar şeklinde gelir. (TDV İslam ansiklopedisi)

Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

تَعَالٰى ‘da istiare vardır. Bu kelimenin aslı  ألعلْوٌ  yani irtifadır. Yeryüzünde görünür şekilde açıkça yükselmektir. Allah’ın yüceliğinin görünür şekilde olduğu manasında  ألعلْوٌ  istiare olmuştur. (Ruveyni, Teemülât fî Sûreti Meryem, s. 212) 

تَعَالٰى  fiilinin faili veciz ifade kastıyla izafet formunda gelmiştir. Bu izafette cinlere ait zamirin, Rabb ismine muzâfun ileyh olmasıyla cinler, yine Rabb ismine muzâf olmasıyla  جَدُّ , şan ve şeref kazanmıştır.

اَنَّ ’nin haberi olan  مَا اتَّخَذَ صَاحِبَةً وَلَا وَلَداًۙ  cümlesi, menfi mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin cümle olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, temekkün ve istikrar ifade etmiştir. 

Birbirine temâsül nedeniyle atfedilen mef’ûller  صَاحِبَةً  ve  لَا وَلَداًۙ ‘deki nekrelik, nev ve kıllet ifade eder. 

وَلَا وَلَداً ‘daki nefy harfi olumsuzluğu tekid için gelmiş zaid harftir.

Bilindiği gibi olumsuz siyakta gelen nekre, umum ve tekid ifade eder. (Vakafat/78)

جَدُّ - تَعَالٰى  ve  وَلَداًۙ - صَاحِبَةً  ve  لَا - مَا  gruplarındaki kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

صَاحِبَةً ‘in,  وَلَداً ‘e takdim edilmesi çocuk eşten olduğu içindir. Atıftan sonra nefy harfi tekrar edilmeseydi birlikte nefy anlamı taşımazdı. Ayette olduğu şekilde gelerek hem ikisini birden, hem de ayrı ayrı her birini olumsuzlamıştır. 

جَدُّ رَبِّنَا  ibaresinde tasrihi istiare vardır. Devlet ve şans manasındaki  جَدُّ  kelimesi şan manasında istiare edilmiştir. Allah'ın şanı, şanslı olmaya benzetilmiştir. Allah teala’nın hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Yüceliği dolayısıyla ne eşe, ne çocuğa ihtiyaç duyar. Vech-i şebeh ihtiyaçsızlıktır. (Mahmut Sâfî)

جَدُّ رَبِّنَا  [Rabbimizin şanı] ifadesi, O’nun azamet ve büyüklüğü anlamındadır. جَدَّ فُلاَنٌ في عيني (Falan gözümde büyüdü.) sözünden alınmıştır. Cinler Kur’an’ı dinleyip tevhide ve imana muvaffak kılınınca, kâfir cinlerin Allah’ı yaratılmışlara benzetmeleri, O’nun eş ve çocuk edindiğine inanmaları gibi yanlışların farkına vardılar da Allah’ı ululayıp O’nu böyle noksanlıklardan tenzih ettiler. (Keşşâf)

جَدُّ , nasb ile, temyiz olarak kesre ile de  جَدِّ  şeklinde de okunmuştur ki, buna göre mana, "Onun rubûbiyyetin doğruluğu ve ulûhiyyetinin hak oluşu, eş ve çocuk edinmekten münezzehtir" şeklinde olur. Bu manalara göre, o cinler sanki, Kur'an'ı dinleyince, kâfir olan cinlerin izledikleri yolun yanlışlığını anlamışlar, böylece ilk önce müşriklikten, ikinci olarak da hristiyanlıktan rücu etmişlerdir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)

Taberi buradaki  جَدُّ  kelimesinin, azamet, kudret ve saltanat manasına geldiğini söylemenin daha doğru olacağını söylemiş ve özetle şunları zikretmiştir: Ced kelimesi Arapça'da iki manada kullanılmaktadır. Bunlardan biri, babanın babası veya annenin babası demek olan ‘dede’ manasınadır. Ayette cinlerin, ced kelimesini dede anlamında kullandıkları düşünülemez. Zira onlar ayetin devamında "O ne eş edinmiştir ne de çocuk." demektedirler. Bunu diyen cinlerin, "Rabbimizin dedesi", tabirini kullanarak şirk koşmaları düşünülemez.

جَدُّ  kelimesinin ikinci manası ise, pay ve nasip demektir. İşte cinler bu kelimeyi bu manada kullanmışlardır. Cinler bu sözleriyle şunları kasdetmişlerdir: "Rabbimizin mülk, saltanat, kudret ve azamette olan payı pek yücedir. Artık onun ne eşi olabilir ne de çocuğu. Zira eş edinme, şehvani arzuları giderme acziyetinin bir neticesidir. Rabbimiz ise böyle bir acizlikten beridir, münezzehtir." (Taberî)

جَدُّ , Kâmus yazarının "Besâir"de açıklamasına göre bu maddenin aslı, düz araziyi baştan başa geçmek manasınadır. Çalışma ve gayret, elbiseyi kesip biçmenin neticesi olan yenilik, gece gündüz mesafe alma zımmında yardımcı olan ilâhî feyz, baht, zenginlik, nasip, şan ve ululuk manalarında kullanılır. Bu münasebetle ‘büyük baba’ (dede) manasında da kullanılır. (Elmalılı)