Müddessir Sûresi 44. Ayet

وَلَمْ نَكُ نُطْعِمُ الْمِسْك۪ينَۙ  ...

“Yoksula yedirmezdik.”
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَمْ ve
2 نَكُ değildik ك و ن
3 نُطْعِمُ yediren ط ع م
4 الْمِسْكِينَ yoksula س ك ن
 
Bu kümedeki âyetlerde iman veya inkâr konusunda yapılan tercihin sonuçları anlatılmakta, kişinin tercihine göre cennetteki nimetlere kavuşacağı veya cehennemdeki azaba sürükleneceği bildirilmektedir. 38. âyetle her nefsin yaptıklarına karşılık rehin olarak tutulması, sorumluluğun ferdî olduğunu, her insanın dünyadaki iman ve itaatine göre hesap gününde ödül veya ceza alacağını, geleceğinin yani kendini rehin olmaktan kurtarmanın buna bağlı olduğunu ifade eder. Kısacası insana ebedî kurtuluşu sağlayacak olan da onu ebedî felâkete götürecek olan da benimsediği inancın doğruluğu veya yanlışlığı, amellerinin ilâhî iradeye uygun veya aykırı oluşudur. İnancı bâtıl, ameli bozuk olanı en yakınları bile kurtaramaz; nitekim Hz. Nûh öz oğlunu, Hz. İbrâhim öz babasını kurtaramamıştır (bk. Hûd 11/45-46; Tevbe 9/114). “Hakkın ve erdemin tarafında olanlar…” diye çevirdiğimiz ashâbü’l-yemîn tamlamasındaki ashap “topluluk, arkadaşlar, taraftarlar”, yemîn ise hem “sağ taraf” hem de mecazî olarak “doğru, gerçek, güç” anlamlarında kullanılır. Bu deyimi kısaca “sağcılar” şeklinde çevirenler bulunmakla birlikte, “sağcılar” kelimesi günümüzde daha çok siyasal veya ideolojik anlamlar içeren bir terim olarak kullanıldığından bu çeviriyi Kur’an’ın kastettiği anlam ve amaca uygun bulmuyoruz. Zira ashâbü’l-yemîn Kur’an’da genellikle iman ve amelleriyle gerçeğin ve erdemin tarafında olanları ifade eder. Müfessirler bu deyimi, “âhirette amel defterleri sağ taraflarından verilenler, müminler, müslümanların çocukları, melekler, Hz. Âdem’in sağ tarafında bulunanlar, dünyada hayırlı işler yapanlar, dürüst, erdemli ve kutsanmış kimseler” gibi farklı şekillerde yorumlamışlardır (Râzî, XXX, 210; İbn Âşûr, XXIX, 325; Esed, III, 1208). Bize göre burada söz konusu olanlar, Allah’ın iradesine uygun bir inanç ve amel çizgisi benimseyip hayat boyunca bu çizgide sebat eden müminlerdir. Nitekim 43-47. âyetlerde sıralanan günahkârların özellikleri, bir bakıma ashâbül-yemîn deyimiyle ne kastedildiğine de işaret etmektedir. Buna göre ashâbül-yemîn hayatlarının sonuna kadar namazlarını kılar, yoksulu doyurur, bâtıla dalanlardan uzak durur, ceza gününe inanırlar. Buradaki namaz Allah’a iman ve itaati, yoksulu doyurma yaratılmışlara şefkat ve merhameti, imkânları olmayanlarla paylaşmayı; bâtıla dalanlardan uzak olma, daima hakka inanma, hak ölçülerine göre yaşama, hakkı ve haklıyı destekleme, haksızın karşısında olmayı; ceza gününe inanma ise hayatının bütün anlarında, her türlü karar, tercih ve eylemlerini Allah’ın huzurunda sorguya çekilip bunların tek tek hesabını vereceğini bilerek yaşamayı ifade eder.
 

وَلَمْ نَكُ نُطْعِمُ الْمِسْك۪ينَۙ


Ayet atıf harfi  وَ ‘la önceki ayettteki  لَمْ نَكُ ‘e matuftur.  لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  نَكُ  nakıs,  نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir.  نَكُ ’nin ismi, müstetir olup takdiri نحن ‘dur.

Beyzâvî bu ayetteki  لَمْ نَكُ  kelimesi için şu açıklamayı yapar:  نَكُ  kelimesinin aslı  يَكُونُ ’dür. Cezm edatı  لَمْ ’den dolayı ‘nûn’un harekesi hazfedilmiş, sonra da iki sakin bir araya geldiği için و  hazf edilmiştir. İllet harfi وَ ‘a benzediğinden tahfif için  نْ  da hazf edilmiştir. Böylece geriye  نَكُ  lafzı kalmıştır. (Beyzâvî, C. 3, S. 115-116) 

نُطْعِمُ الْمِسْك۪ينَ  cümlesi  نَكُ ‘nün haberi olarak mahallen mansubdur. 

نُطْعِمُ  damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  نحن ‘dur.  الْمِسْك۪ينَ  mef’ûlün bih olup nasb alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. 

نُطْعِمُ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  طعم ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder. 

 

وَلَمْ نَكُ نُطْعِمُ الْمِسْك۪ينَۙ


Ayet atıf harfi  وَ ‘la önceki ayetteki mekulü’l-kavle atfedilmiştir. Menfî muzari sıygadaki nakıs fiil  كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.  لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını menfi maziye çeviren edattır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  نُطْعِمُ الْمِسْك۪ينَۙ  cümlesi  كَانَ ’nin haberidir. 

كَان ’nin haberinin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Kur’an’da  كان ’den sonra gelen muzari fiil, o eylemin çokluğuna ve devamlılığına işaret eder. (Celalettin Divlekci, Kur’an’da Bazı Kelimelerin Kullanım Özelliklerine Dair Genel Kaideler)

كَان ’nin haberinin muzari fiili olarak gelmesi, durumun yenilenerek tekrar ettiğine (teceddüt) işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s.103)

الْمِسْك۪ينَۙ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin hudûs ve yenilenmesine işaret etmiştir.

وَلَمْ نَكُ نُطْعِمُ الْمِسْك۪ينَ  [Yoksulu doyurmuyorduk.] Bu, farz olan fakir doyurma işini sürekli olarak terk manasındadır. Çünkü görev olmayan bir şeyi terk etmekten dolayı azap etmek caiz değildir. Onlar:  اَنُطْعِمُ مَنْ لَوْ يَشَٓاءُ اللّٰهُ اَطْعَمَهُۗ [Allah dileseydi doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım?] (Yasin/47) diyorlardı. Yemek yedirmek suretiyle yoksullara merhamet etmiyorlar ve buna teşvik etmiyorlardı.

Bu ifade cimriliği kınamakta ve hesaba çekilme konusunda kâfirlerin de dinin füruatına yani ayrıntılı bir şekilde hükümlerine muhatap olduklarına delâlet etmektedir. Bu, onların hayır kazanmaktaki kusurlarından ve müminlerden namaz kılıp zekat verenlerin nail oldukları şeylerden mahrumiyetlerinden ötürü bir pişmanlık ve üzüntü ifadesidir. (Ruhu’l Beyan)