وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ قَالُوا سَمِعْنَا وَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ
Bedir Savaşı Allah ve resulüne itaat etmenin hayırlı sonuçlarını göstermişti. Bu vesile ile müminlere itaatin önemi hatırlatılmakta, bilindiği ve duyulduğu halde ilâhî emirlere uyulmamanın tehlikeli âkıbetine dikkat çekilmektedir.
İnsan dışında, yeryüzünde hareket eden, dolaşan canlıların en aşağı derecede olanları sağır, dilsiz ve akılsız olanlarıdır. Gözlerinin gördüğü, kulaklarının işittiği gerçekler üzerinde akıl yormayan, yeterince düşünüp doğru kararlar ve davranışlar için bunlardan yararlanmayan kimselerin, özellikle müşrikler ile münafıkların durumu sağır, dilsiz ve akılsız olan hayvanların durumuna benzetilmiştir. Çünkü duyu organları ve aklı olmayanlarla bunlara sahip bulundukları halde amaca uygun bir şekilde kullanmayanlar arasında, elde edilen sonuç bakımından fark yoktur.
Kulların karar ve fiilleri iki irade ve gücün birleşmesi sonucu vücuda gelmektedir: Biri Allah’ın mutlak, ezelî, ebedî iradesi ve gücü, diğeri ise O’nun, kullara bahşettiği, onları imtihana tâbi tutmak üzere diledikleri gibi kullanmalarına izin verdiği beşerî irade ve güç. Kul, kullanımı kendisine bırakılmış bulunan iradesiyle mümkün olan şıklardan birini tercih edince Allah da onu tercih (murat) etmekte; yaratıcı gücüyle, kulun gücünün etkisine imkân vermekte, fiilin meydana gelmesini sağlamaktadır. Allah zaman ve mekân sınırlamasına bağlı olmaksızın her şeyi bildiğine göre, zaman ve mekâna bağlı kulların bir gün gelip belli bir kararı alacaklarını ve kararlarını fiile çevireceklerini de bilmektedir. Ancak Allah’ın ezelde bilmesi, kullara mahsus zaman, mekân, bilgi ve irade sınırları içinde karar almalarını ve yapıp etmelerini belirlememekte, onları belli bir karara ve fiile mecbur kılmamaktadır. 23. âyeti bu iman ve vahiy bilgisi çerçevesinde yorumlamak gerekirse şu sonuca ulaşılabilir: Müşrikler, münafıklar ve diğer inkârcılar, kendi serbest iradeleriyle Allah’a ve resulüne muhalefet yolunu seçmişler, peygamberlerin Allah’tan alıp tebliğ ettikleri gerçeklere kulak vermemişler, bunları duydukları halde hiç duymamış gibi davranmışlardır. Allah da imtihan kuralının bir gereği olarak onları zorlamamış, neyi yapmak istiyorlarsa ona imkân ve izin vermiştir. “Onlarda bir hayır görseydi elbette kendilerine işittirirdi…” yani onlar iyi ve doğru olanı benimsemek ve yapmak isteselerdi elbette Allah bunu dileyecek, buna izin verecek, engellemeyecek ve üstelik bundan hoşnut da olacaktı. Fakat onlar şirki, inkârı ve zulmü tercih ettiler; Allah, iradelerine müdahale etmeden doğru ve iyi olanı işittirdiği halde böyle bir yolu seçtiler, peygambere karşı çıktılar, kendi bildiklerini okudular.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 2 Sayfa: 678-679
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ قَالُوا سَمِعْنَا وَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ
وَ atıf harfidir. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَكُونُوا fiili نَ ’un hazfıyla meczum, nakıs, muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. كان isim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
تَكُونُوا ‘nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl, كَ harf-i ceriyle birlikte تَكُونُوا ’nün mahzuf haberine müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası قَالُوا ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l kavli, سَمِعْنَا’dır. قَالُوا fiilinin mef‘ûlün bihi olarak mahallen mansubdur.
سَمِعْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
وَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ cümlesi سَمِعْنَا ‘daki failin hali olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlün veya her ikisinin durumunu bildiren lafızdır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (isim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. لَا يَسْمَعُونَ cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَسْمَعُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ قَالُوا سَمِعْنَا وَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ
وَ ’la gelen cümle, وَلَا تَوَلَّوْا عَنْهُ cümlesine atfedilmiştir. İki cümle arasında hükümde ortaklık ve inşâî olmak bakımından mutabakat vardır. Menfi كَانَ ’nin dahil olduğu cümle, nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.
Emir ve Nehiylerin Aciliyet İfade Edip Etmeme Durumları:
- Emirler aciliyet veya tehir ifade etmezler. Sadece bir şeyin yapılmasını isterler.
- Nehiyler aciliyet ifade ederler. Yasaklanan şeyden hemen uzaklaşılmasını isterler. (Hasan Karakaya, Fıkıh Usulü, s. 558-559)
Mecrur mahaldeki has ism-i mevsûl كان ,الَّذ۪ينَ’nin mahzuf haberine müteallıktır. Sılası … قَالُوا سَمِعْنَا, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. Mevsûlde, müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.
Bahsi geçen kişilerin ism-i mevsûlle belirtilmesi, bilinen kişiler olduğunu belirtmesi yanında o kişilere tahkir ifade eder.
قَالُوا fiilinin mekulü’l-kavli سَمِعْنَا, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
سَمِعْنَا ’nın failinden hal olarak gelen وَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede müsned olan لَا يَسْمَعُونَ menfi muzari fiil sıygasında gelerek hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade etmiştir.
وهم لا يَسْمَعُونَ cümlesinde müsnedün ileyhin fiil olarak gelen müsnede takdimi ihtimam ve müsnedün ileyhin müsnedle vasıflandığı manasının dinleyicinin zihninde yerleşmesi içindir. Bu mana “İşitmedikleri halde işittik diyen kimseler gibi olmayın.” sözünden daha önemli bir maksat olan işitme fiilinden faydalanmamalarıdır. (Âşûr)
İşitmedikleri halde işittik diyen kimseler gibi olmayın.” cümlesi, geçen nehyi izah etmek ve ondan sakındırmak içindir. Çünkü onların, bu işitme veya dinlemeleri hiç işitmemiş olmak gibidir
Yani emirlere ve yasaklara uymadan, yalnızca işittik diyen o kâfirler ve münafıklar gibi olmayın. Onlar, işittiklerini veya dinlediklerini iddia ediyorlar, ama aslında dinlememişlerdir
Çünkü dinlediklerini tasdik etmiyorlar ve onu hakkıyla anlamaya çalışmıyorlar. Bu itibarla onlar hiç işitmemiş veya dinlememiş gibidirler. (Ebüssuûd)
لا يَسْمَعُونَ fiilinin muzari sıygası ile gelmesi, işitmemeye devam ettiklerini ifade etmek içindir. Bunun için mazi fiille وهم لَمْ يَسْمَعُوا (Onlar duymadılar) denmemiştir. (Âşûr)
Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini (hayal gücünü) harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
كَانَ’li olumsuz sıygalar, gerçekleşmesi aklen caiz olmayan umumi olumsuzluk için kullanılır. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir, 3/79)
كَانَ fiili, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurgular ve ona dikkat çeker. (Ragıb el-İsfehani)
Ayetteki teşbih, teşbih edatı zikredildiği için mürsel, benzetme yönü hazfedildiği için de mücmeldir.
سَمِعْنَا - لَا يَسْمَعُونَ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb, iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
لَا تَكُونُوا - قَالُوا - لَا يَسْمَعُونَ kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)