وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَاَنْتَ ف۪يهِمْۜ وَمَا كَانَ اللّٰهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَمَا | oysa |
|
2 | كَانَ | değildi |
|
3 | اللَّهُ | Allah |
|
4 | لِيُعَذِّبَهُمْ | onlara azab edecek |
|
5 | وَأَنْتَ | ve sen |
|
6 | فِيهِمْ | onların içinde bulundukça |
|
7 | وَمَا | ve |
|
8 | كَانَ | değildi |
|
9 | اللَّهُ | Allah |
|
10 | مُعَذِّبَهُمْ | onlara azab edecek |
|
11 | وَهُمْ | ve onlar |
|
12 | يَسْتَغْفِرُونَ | istiğfar ederlerken |
|
Müşrikler Kur’an’ın gerçek bir vahiy ürünü ve Allah’ın kitabı olmadığı konusundaki iddialarını, kitabın dili, içeriği veya –farzımuhal– varsa hatalarını ortaya koyarak kanıtlamak yerine, Allah’ın kanunlarına ve âdetine aykırı taleplerde bulunma yolunu seçtiler. Planlarına göre bu talepleri yerine gelmezse kitabın Allah’tan gelmediği, dinin de hak olmadığı ortaya çıkmış olacaktı.
Allah İslâm’ı, kıyamete kadar bütün insanlığa son bir çağrı olarak göndermişti. İnsanların, inanmadıkları takdirde helâk olma korkusundan değil, mâkul buldukları ve ihtiyaçlarına cevap verdiği için ona iman etmelerini istemişti. Bu ilâhî irade müşriklerin isteklerine ters düşüyordu, dilekleri hemen kabul edilemezdi. Bu genel ilke dışında kısmen veya toptan imha eden felâketlerle cezalandırmayı iki şey daha engellemekteydi: 1. Hz. Peygamber’in içlerinde, aynı topluluk ve şehir içinde olması. 2. Müşriklerin inatlarından vazgeçerek tövbe etmeleri, hak dini kabul ederek bağışlanmayı dilemeleri. Hz. Peygamber’in dünyadan ayrılmasından sonrada ya kâfirlerin imana gelip tövbe etmeleri veya bunların çocuklarının hidayete ermesi ihtimali açık bulunduğundan âyetteki istiğfar, fiilen yapılanın yanında “devamlı olan istiğfar ihtimali” olarak da anlaşılmış, bu doğrultudaki bazı rivayetlere dayanılarak felâketlerle cezalandırmanın hiç olmayacağı ileri sürülmüştür (İbn Kesîr, III, 589-590; Elmalılı, III, 2398-9). Ancak müşriklerin gökten taş yağması veya kendilerini toptan imha edecek bir felâket gönderilmesi dışında kısmen imha edecek felâketlerle veya başka şekillerde cezalandırılmaları hem bu âyete hem de ilâhî irade ve âdete aykırı değildir. Peygamberimiz Medine’ye göç edince müşrikler birinci güvenceyi kaybetmiş oldular. Geriye iman ve tövbe kaldı, buna sarılanlar kurtuldular; inkârlarında ısrar edenler ise dünyada yenilerek, esir düşerek, yaralanıp ölerek cezalandırıldılar, âhirette de cehenneme girerek ceza göreceklerdir.
Bütün bu açıklamalar peşin hükümle zihinleri perdelenmemiş insanları şu sonuca götürmektedir: Kur’an Allah katından gelmiştir, bunu ispat etmek için gökten taş yağdırmaya gerek yoktur.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 2 Sayfa: 687-688
وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَاَنْتَ ف۪يهِمْۜ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.
اللّٰهُ lafza-i celâli, كَانَ’nin ismi olup lafzen merfûdur.
يُعَذِّبَهُمْ fiiline dahil olan لِ , lam-ı cuhûddur. Muzariyi gizli أن ’le nasb ederek masdara çevirmiştir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harfi ile birlikte كَانَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.
يُعَذِّبَ mansub muzari fiilidir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
وَاَنْتَ ف۪يهِمْ cümlesi hal olarak mahallen mansubtur.
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir اَنْتَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ف۪يهِمْ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.
يُعَذِّبَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi عذب ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef’ûlu herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَمَا كَانَ اللّٰهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.
اللّٰهُ lafza-i celâli, كَانَ ’nin ismi olup lafzen merfûdur.
مُعَذِّبَهُمْ kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubtur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ cümlesi, hal olarak mahallen mansubtur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur.
يَسْتَغْفِرُونَ fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. يَسْتَغْفِرُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
مُعَذِّبَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَسْتَغْفِرُونَ fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındadır. Sülâsîsi غفر ’dir.
Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.
وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَاَنْتَ ف۪يهِمْۜ
Ayet, önceki ayetteki mukadder istînâfa matuftur. كَانَ ’nin dahil olduğu menfi isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Bütün kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlin كَانَ’nin ismi olarak gelmesi, telezzüz, teberrük ve kalplerde ünsiyet uyandırmak içindir. Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle اللّٰهُ isminde tecrîd sanatı vardır.
Lam-ı cuhûdun dahil olduğu لِيُعَذِّبَهُمْ cümlesi, masdar teviliyle كَانَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. Müsnedin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Hal vavıyla gelen isim cümlesi وَاَنْتَ ف۪يهِمْۜ , faide-i haber ibtidaî kelamdır. Car-mecrurun müteallakı olan haberin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
مَا كَانُ ‘li olumsuz sıygalar gerçekleşmesi aklen caiz olmayan umumi olumsuzluk için kullanılır. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir, 3/79)
Bu cümle; onların azabı hakettiğinden kinayedir ve Resulullah’ın (s.a.) kerametini ilan eder. (Âşûr)
وَمَا كَانَ اللّٰهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
Cümle makabline وَ ’la atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. كَانَ ’nin dahil olduğu menfi isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Bütün kemal sıfatlara şamil lafza-i celâlin كَانَ ’nin ismi olarak gelmesi, telezzüz, teberrük ve kalplerde ünsiyet uyandırmak içindir. Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle اللّٰهُ isminde tecrîd sanatı vardır.
Hal vavıyla gelen isim cümlesi وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
مَا كَانُ’li olumsuz sıygalar gerçekleşmesi aklen caiz olmayan umumi olumsuzluk için kullanılır. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir, 3/79)
Ayette kendilerine Kur’an ayetleri okunan kâfirlerin sergiledikleri davranışlar anlatılmaktadır. Kendilerine davet ulaşan kâfirler ayetler hakkında “Bunlar eskilerin masalıdır, istesek biz de aynını söyleriz.” demişlerdir. Bu sözleri ile kalmamışlar ve [“Ey Allahım, eğer şu (Kur’an) Senin katından inmiş hak ise hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem dolu bir azap getir.”] demişlerdir. Zikredilen ayette onların bu isteklerinin neden olmadığı ifade edilmiştir. Ayette onların dualarının kabulu iki şeye bağlanmıştır. Ayette aynı kökten ve aynı babtan iki farklı kalıp vardır. Allah, istedikleri azabın iki durumdan birinde bulundukları takdirde onların başına gelmeyeceğini ifade etmiştir. Bunlardan istiğfar etmelerini ifade ederken muzari fiil kalıbı kullanılmıştır. Çünkü fiil kalıbı değişken olup, sabit olmayan bir durum için kullanılmaktadır. İsim kalıbı ise sabit bir durum için kullanılmaktadır. يَسْتَغْفِرُونَ fiili kalıbının kullanılması istiğfarın onlarda sabit ve kalıcı bir sıfat olmamasını ifade etmektedir. Eğer isim kalıbı kullansaydı azap olmamaları için hepsinin devamlı ve sabit bir şekilde istiğfar etmeleri gerektiği anlaşılırdı. Fiil kalıbının kullanılması ile onlar ara sıra veya bazılarının istiğfar etmeleri ile istiğfar onlarda sabit bir sıfat olmadığı halde azaptan kurtulmuşlardır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, et-Ta’biru’l Kur’ani, s. 26)
Ayet-i kerimede yer alan وَمَا كَانَ اللّٰهُ ibarelerinde reddü'l-acüz ale's-sadr vardır.
Son iki cümle de benzer yapıda gelmiş, güzel bir simetri oluşmuştur.
Allah isminin iki kere geçmesi, telezzüz ve tazim ifade eder.
لِيُعَذِّبَهُمْ - مُعَذِّبَهُمْ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Lafız, her ne kadar umumi ise de bu umum lafızla onların bir kısmı kastedilmiştir.
Onların mağfiret talebinde bulunmalarını istemektir. Yani “Onlar, eğer mağfiret talebinde bulunmuş olsalardı, Allah onlara azap etmezdi.” demektir. İşte bu sebepten dolayı bazı kimseler burada zikredilen istiğfarın, “Müslüman olmak” manasına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre mana, “Allah’ın ilm-i ezelîsine göre onların içinde, Müslüman olacak bir kavim bulunduğu müddetçe...” şeklinde olur. (Fahreddin er-Râzî)
İbni Abbas da şöyle demiştir: "Onlar hakkında iki eman bulunuyordu:
a. Allah'ın nebisinin onların arasında bulunması;
b. Onların mağfiret talep etmesi. Nebî, gelip geçti; mağfiret talebi ise kıyamete kadar bakidir. (Fahreddin er-Râzî)
Bu cümle, istiğfar etmezlerse azaba uğramalarının yakın olduğuna tarizdir. Ayet istiğfarın faziletine, bereketine delalet eder. (Âşûr)