Enfâl Sûresi 32. Ayet

وَاِذْ قَالُوا اللّٰهُمَّ اِنْ كَانَ هٰذَا هُوَ الْحَقَّ مِنْ عِنْدِكَ فَاَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةً مِنَ السَّمَٓاءِ اَوِ ائْتِنَا بِعَذَابٍ اَل۪يمٍ  ...

Hani onlar, “Ey Allah’ım, eğer şu (Kur’an) senin katından inmiş hak (kitap) ise hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem dolu bir azap getir” demişlerdi.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَإِذْ ve hani
2 قَالُوا demişlerdi ق و ل
3 اللَّهُمَّ Allah’ım
4 إِنْ eğer
5 كَانَ ise ك و ن
6 هَٰذَا bu
7 هُوَ (kişi)
8 الْحَقَّ bir gerçek ح ق ق
9 مِنْ
10 عِنْدِكَ senin yanından gelmiş ع ن د
11 فَأَمْطِرْ yağdır م ط ر
12 عَلَيْنَا başımıza
13 حِجَارَةً taş ح ج ر
14 مِنَ
15 السَّمَاءِ gökten س م و
16 أَوِ yahut
17 ائْتِنَا bize getir ا ت ي
18 بِعَذَابٍ bir azab ع ذ ب
19 أَلِيمٍ acıklı ا ل م
 

Müşrikler Kur’an’ın gerçek bir vahiy ürünü ve Allah’ın kitabı olmadığı konusundaki iddialarını, kitabın dili, içeriği veya –farzımuhal– varsa hatalarını ortaya koyarak kanıtlamak yerine, Allah’ın kanunlarına ve âdetine aykırı taleplerde bulunma yolunu seçtiler. Planlarına göre bu talepleri yerine gelmezse kitabın Allah’tan gelmediği, dinin de hak olmadığı ortaya çıkmış olacaktı.

 Allah İslâm’ı, kıyamete kadar bütün insanlığa son bir çağrı olarak göndermişti. İnsanların, inanmadıkları takdirde helâk olma korkusundan değil, mâkul buldukları ve ihtiyaçlarına cevap verdiği için ona iman etmelerini istemişti. Bu ilâhî irade müşriklerin isteklerine ters düşüyordu, dilekleri hemen kabul edilemezdi. Bu genel ilke dışında kısmen veya toptan imha eden felâketlerle cezalandırmayı iki şey daha engellemekteydi: 1. Hz. Peygamber’in içlerinde, aynı topluluk ve şehir içinde olması. 2. Müşriklerin inatlarından vazgeçerek tövbe etmeleri, hak dini kabul ederek bağışlanmayı dilemeleri. Hz. Peygamber’in dünyadan ayrılmasından sonrada ya kâfirlerin imana gelip tövbe etmeleri veya bunların çocuklarının hidayete ermesi ihtimali açık bulunduğundan âyetteki istiğfar, fiilen yapılanın yanında “devamlı olan istiğfar ihtimali” olarak da anlaşılmış, bu doğrultudaki bazı rivayetlere dayanılarak felâketlerle cezalandırmanın hiç olmayacağı ileri sürülmüştür (İbn Kesîr, III, 589-590; Elmalılı, III, 2398-9). Ancak müşriklerin gökten taş yağması veya kendilerini toptan imha edecek bir felâket gönderilmesi dışında kısmen imha edecek felâketlerle veya başka şekillerde cezalandırılmaları hem bu âyete hem de ilâhî irade ve âdete aykırı değildir. Peygamberimiz Medine’ye göç edince müşrikler birinci güvenceyi kaybetmiş oldular. Geriye iman ve tövbe kaldı, buna sarılanlar kurtuldular; inkârlarında ısrar edenler ise dünyada yenilerek, esir düşerek, yaralanıp ölerek cezalandırıldılar, âhirette de cehenneme girerek ceza göreceklerdir.

 Bütün bu açıklamalar peşin hükümle zihinleri perdelenmemiş insanları şu sonuca götürmektedir: Kur’an Allah katından gelmiştir, bunu ispat etmek için gökten taş yağdırmaya gerek yoktur.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri 

 

Cilt: 2 Sayfa: 687-688

 

وَاِذْ قَالُوا اللّٰهُمَّ اِنْ كَانَ هٰذَا هُوَ الْحَقَّ مِنْ عِنْدِكَ فَاَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةً مِنَ السَّمَٓاءِ اَوِ ائْتِنَا بِعَذَابٍ اَل۪يمٍ

 

وَ  istînâfiyyedir.  اِذْ  zaman zarfı, mahzuf olan  اذكر  fiiline müteallıktır.  قَالُوا  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

(إِذْ) : Yalnız cümleye muzâf olan zaman zarfıdır.

a. (إِذْ) mef’ûlun fih, mef’ûlun bih, mef’ûlun leh olur.

b. (إِذْ)’den sonra muzâri fiil veya isim cümlesi gelirse gelecek zaman ifade eder.

c. (بَيْنَا) ve (بَيْنَمَا)’dan sonra gelirse mufâcee (sürpriz) harfi olur. Bu durumda zarf (zaman bildiren isim) değil harf olur.

d. Sükûn üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

قَالُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Mekulü’l-kavli, nida cümlesi ve cevabıdır.  قَالُوا  fiilinin mef‘ûlün bihi olarak mahallen mansubtur.

اللّٰهُمَّ  münadadır. Nida harfi mahzuftur.  اللّٰهُمَّ  ifadesindeki  مَّ, nida harfi olan  يَا ’nın yerine gelmiştir; dolayısıyla bu iki harf birlikte kullanılmaz. Bu, Allah lafzının hususiyetlerinden biridir.  اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezm eder.  كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, şart cümlesidir.

كَانَ  nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. 

هٰذَٓا  işaret ismi,  كَانَ ’nin ismi olarak mahallen merfûdur.  هُوَ  fasıl zamiridir.

الْحَقَّ  kelimesi  كَانَ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.

عِنْدِكَ  car mecruru  الْحَقَّ ‘nın mahzuf haline müteallıktır. Muttasıl zamir  كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  اَمْطِرْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili ise müstetir olup takdiri  أنت’dir.

عَلَيْنَا  car mecruru  اَمْطِرْ  fiiline müteallıktır.  حِجَارَةً  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

مِنَ السَّمَٓاءِ  car mecruru  اَمْطِرْ  fiiline müteallıktır.

اَوْ  atıf harfi tahyir/tercih ifade eder. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

اَوْ : Türkçede “veya, yahut, ya da yoksa” kelimeleriyle karşılayabileceğimiz bu edat iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

ائْتِنَا  illet harfinin hazfıyla mebni emir fiildir. Faili ise müstetir olup takdiri  أنت ’dir.

Mütekellim zamiri  نَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

بِعَذَابٍ  car mecruru  ائْتِنَا  fiiline müteallıktır.  اَل۪يمٍ  kelimesi  عَذَابٍ’in sıfatıdır.

 

وَاِذْ قَالُوا اللّٰهُمَّ اِنْ كَانَ هٰذَا هُوَ الْحَقَّ مِنْ عِنْدِكَ

 

وَ  istînâfiyyedir. Zaman zarfı  اِذْ, takdiri  اذكر  olan mahzuf fiile müteallıktır. Muzâfun ileyh olan  قَالُوا  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

قَالُوا  fiilinin mekulü’l-kavli  …اللّٰهُمَّ اِنْ كَانَ, nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Münada olan  اللّٰهُمَّ’deki  مَّ  harfi, mahzuf nida harfinden ivazdır.

Nidanın cevap cümlesi şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Şart olan  اِنْ كَانَ هٰذَا هُوَ الْحَقَّ مِنْ عِنْدِكَ  cümlesi  كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesidir. Faide-i haber inkârî kelamdır.

كَانَ ’nin isminin işaret ismiyle gelmesi işaret edilene tahkir kastı taşımaktadır.

هُوَ , cümleyi tekid eden fasıl zamiridir.  كَانَ ’nin haberi olan  الْحَقَّ, marife gelerek bu sıfatın mevsufta kemâl derecede olduğuna işaret etmiştir. 

وَاِذْ قَالُوا اللّٰهُمَّ اِنْ كَانَ هٰذَا هُوَ الْحَقَّ مِنْ عِنْدِكَ  ifadesi hakkında Zeccâc şöyle demiştir: “ الْحَقَّ kelimesi,  كَانَ ’nin haberi olarak mansubtur. Aradaki  هُوَ  ise fasl zamiri olup, îrabtan mahalli yoktur. Bu tıpkı, tekid için olan  ما  edatı gibidir. Bu,  الْحَقَّ  kelimesinin  هٰذَا lafzının sıfatı değil,  كَانَ’nin haberi olduğunu göstermek için araya girmiştir.  الْحَقَّ kelimesinin merfû olması da caizdir. Ama ben, bunu merfû olarak okuyan kimseyi duymadım. Bunun merfû okunabileceği hususunda nahivciler arasında bir ihtilaf yoktur. Fakat kıraat sünnettir.” Keşşâf sahibi, A’meş’in bu kelimeyi merfû olarak okuduğunu rivayeti vardır. (Fahreddin er-Râzî)


 فَاَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةً مِنَ السَّمَٓاءِ اَوِ ائْتِنَا بِعَذَابٍ اَل۪يمٍ

 

فَ  rabıtadır. Emir üslubunda talebî inşâî isnad olan  اَمْطِرْ  cümlesi, şartın cevabıdır. 

Şartın cevabına  اَوِ  ile atfedilen  ائْتِنَا بِعَذَابٍ اَل۪يمٍ  cümlesi, aynı üslupta inşaî isnaddır.

Atıf sebebi tezâyüftür.

حِجَارَةً  ve  بِعَذَابٍ  kelimelerindeki tenvin kesret ve tazim ifade eder.

Sıfat olan  اَل۪يمٍ  sebebiyle cümlede ıtnâb sanatı vardır.

مْطِرْ  (ara ara yağdırdı) demektir. Kökün if‘âlden kullanılışı genelde azap bağlamındadır. “Peki, ‘gökten’ demenin ne anlamı var, yağdırma zaten gökten başka bir yerden olmaz ki?” dersen şöyle derim: Burada adeta “Bize siccîl yağdır.” denilmek istenmiştir ki siccîl azap için nişanlanmış taş demektir. Siccîl yerine  ِحِجَارَةً مِنَ السَّمَٓاءِ (gökten bir taş) ifadesini kullanmıştır. (Keşşâf)

Bu ayetin tefsirinde farklı kıraat vecihlerine de yer veren Beyzâvî, bu vecihlerin söze katmış olabileceği anlamlar üzerinde de durur. İşte burada da müfessirimiz ayeti tefsir ettikten sonra farklı bir okuyuştan hareketle  الْحَقَّ  kelimesinin marife gelişinin vurgu ifade ettiğini şu şekilde beyan eder: “Ayette geçen  الْحَقَّ  kelimesi  الْحَقُُّ  şeklinde ref olarak da okunmuştur. O takdirde  هُوَ  zamiri fasıla manasında olmaksızın mübteda olur. Haberin ( الْحَقُُّ ) marife olması da ona bağlı olan şeyin Peygamber’in iddia ettiği gibi gerçek olduğunu tekid etmiş olur. Gerçek olan da onun (Kur’an’ın) indirilmesidir. Yoksa mutlak hak olması değildir. Çünkü öncekilerin masalları gibi indirilmediği halde gerçek olduğunu caiz görebilirlerdi.” (Beyzâvî, III, 105; الْحَقَّ  şeklindeki nasb okunuşuna göre  هُوَ  zamiri fasıla içindir ve îrabda yeri yoktur. Bu Halil’in görüşüdür. Çünkü ona göre fasl zamiri harftir. Kelamın zahirinden anlaşıldığına göre musannif de onun görüşünü tercih etmiştir (Konevî, IX, 71).

Onlar bunun hak değil batıl olduğuna inanıyorlardı. Onların red ve dalalette ısrarlarına işaret için  اِذَا  harfi yerine  اِنْ  harfi gelmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Bu ayette tehaddi yani meydan okuma sözkonusudur.

فَأَمْطِرْ  kelimesi “indir” manasında mecaz ve müsteardır. (Mahmut Sâfî)