فَكُلُوا مِمَّا غَنِمْتُمْ حَلَالاً طَيِّباًۘ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَكُلُوا | artık yeyin |
|
2 | مِمَّا |
|
|
3 | غَنِمْتُمْ | aldığınız ganimetten |
|
4 | حَلَالًا | helal |
|
5 | طَيِّبًا | (ve) temiz olarak |
|
6 | وَاتَّقُوا | ve korkun |
|
7 | اللَّهَ | Allah’tan |
|
8 | إِنَّ | şüphesiz |
|
9 | اللَّهَ | Allah |
|
10 | غَفُورٌ | bağışlayandır |
|
11 | رَحِيمٌ | esirgeyendir |
|
Bedir Savaşı’nda yetmiş kadar düşman savaşçısı esir alınmıştı. Bunlar İslâm’ın düşmanı ve onun mensuplarını yok etmeyi amaç edinmiş kimselerdi. Savaşta öldürülmeleri halinde yapabilecekleri kötülükler engellenmiş, İslâm düşmanlarının sayısı azaltılmış olacaktı. Buna rağmen müslüman savaşçılar onları öldürmeyip esir aldılar. İbn Hişâm’ın verdiği bilgiye göre (Sîre, II, 281) Peygamberimiz, amcası Abbas, Ebü’l-Buhtürî gibi bazı isimleri sayarak bunların istemeden Bedir’e geldiklerini bildirmiş ve öldürülmemelerini istemişti. Bazı sahâbîlerin düşmanı öldürmek yerine esir almalarında bu isteğin de etkili olduğu anlaşılmaktadır. Harp bitip ganimet ve esirlerin ne yapılacağı konusunun görüşülmesi başlayınca esirler hakkında iki görüş ortaya çıktı. Meselenin bundan sonrasını Müslim’in naklettiği bir hadisten takip edelim. Hz. Ömer anlatıyor: “Hz. Peygamber, Ebû Bekir’e ve bana, ‘Bu esirler hakkında düşünceniz nedir?’ diye sordu. Ebû Bekir, ‘Bunlar amca ve akraba çocuklarıdır, onlardan fidye almanı uygun görüyorum. Böylece fidye kâfirlere karşı bize güç olur, belki Allah’ın hidayetiyle ileride müslüman da olurlar’ dedi… Ben de, ‘Doğrusu ben Ebû Bekir gibi düşünmüyorum. Bana göre, kellelerini uçurmamız için bize izin vermelisin; Ali, Ak^l’in, ben de filan yakınımın kafasını keselim, çünkü bunlar kâfirlerin öncüleri ve ileri gelenleridir’ dedim. Resûlullah, benim değil de Ebû Bekir’in görüşünü tercih etti. Ertesi gün yanlarına geldiğimde ikisini de oturmuş ağlar halde buldum ve ‘İkiniz niçin ağlıyorsunuz?’ diye sorduğumda Resûlullah, ‘Arkadaşlarının, fidye alarak başıma getirdikleri yüzünden!’ dedi ve (yakındaki bir ağacı göstererek) ‘Cezayı kendilerine şu ağaç kadar yaklaşmış gördüm’ buyurdu” (Müslim, “Cihâd”, 58).
Esir alınmadan bütün düşmanların öldürülmesi hükmü şüphe yok ki tarihî şartlara bağlı bir zaruretten, İslâm’ı koruma amacından kaynaklanıyordu, yoksa Allah’ın devamlı hükmü bu değildi. Savaşta gerekirse esir de alınacaktı, sonra bunlara adalete uygun şekilde işlem yapılacaktı (Muhammed 47/4). Allah’ın devamlı ve yazılı hükmü, metne göre “kitab”ı bu idi. Nitekim 69. âyet bu genel hükmü ifade ediyor, aldıkları ganimeti gönül rahatlığı ile yiyebileceklerini bildiriyordu. Müslümanları uyarmasının, hatta kınamasının sebebi, bu savaşa mahsus olmak üzere gerekeni yapmamaları ve belki içlerinden bazılarının geçici dünya varlığını isteyerek, yani akrabalık bağının verdiği duyguların etkisinde kalarak veya esir edinmenin sağlayacağı nüfuz ve hâkimiyet arzusuna kapılarak dinlerini ve canlarını tehlikeye atmalarıydı. Bu hatalarına rağmen ceza görmemeleri hem genel geçer hükmün böyle olacağından ileri geliyordu hem de Allah’ın âdetine göre “kanunsuz, uyarısız suç ve ceza yoktu.” Ayrıca Bedir Savaşı’na katılanların bütün günahlarını bağışlayacağını da vaad etmişti.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 2 Sayfa: 708-709
Câbir bin Abdullah -radıyallahu anh-’ın haber verdiğine göre Nebiyy-i Ekrem Efendimiz -sallâllau aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Benden evvel hiç kimseye verilmeyen beş şey (hep birden) bana ihsân edildi:
1. Bir aylık yola kadar (düşmanlarımın kalbine) korku salmakla yardım edildim.
2. Yeryüzü bana namazgâh ve temizlik vâsıtası kılındı. Onun için ümmetimden birine namaz vakti nerede gelirse hemen oracıkta namazını kılıversin!
3. Ganimetler bana helâl kılındı. Hâlbuki benden evvel kimseye helâl edilmemiştir.
4. Bana şefâat verildi.
5. Benden evvel her Nebî, husûsî olarak kendi kavmine gönderilirken ben umûmî olarak bütün insanlığa gönderildim.” (Buhârî, Teyemmüm, 1)
فَكُلُوا مِمَّا غَنِمْتُمْ حَلَالاً طَيِّباًۘ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ
فَ atıf harfidir. كُلُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
مَا müşterek ism-i mevsûlu, مِنْ harf-i ceriyle birlikte كُلُوا fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası غَنِمْتُمْ حَلَالاً طَيِّباًۘ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
غَنِمْتُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfûdur.
حَلَالاً hal olup fetha ile mansubtur. طَيِّباً ikinci hal olup fetha ile mansubtur.
وَ atıf harfidir. اتَّقُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اللّٰهَ lafza-i celâli mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
اتَّقُوا fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İftiâl babındadır. Sülâsîsi وقي ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ۟
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
اللّٰهَ lafza-i celâli اَنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubtur. غَفُورٌ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur. رَح۪يمٌ ise ikinci haberidir.
غَفُورٌ - رَح۪يمٌ۟ isimleri mübalağa sıygasındadır. Son derece affeden ve son derece merhamet eden demektir.
Mübalağalı ism-i fail kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَكُلُوا مِمَّا غَنِمْتُمْ حَلَالاً طَيِّباًۘ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ
Ayet, فَ ile takdiri قد أبحت لكم الغنائم (Muhakkak ki ganimetleri size mübah kıldı.) olan cümleye atfedilmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Müşterek ism-i mevsûl مَّا mecrur mahalde olup كُلُوا fiiline müteallıktır. Sılası غَنِمْتُمْ حَلَالاً طَيِّباًۘ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üslupta gelen وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ cümlesi makabline matuftur.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması, telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
حَلَالاً - طَيِّباًۘ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Bu cümle, makamdan anlaşılan mukadder (gizli) bir cümleye atıftır. Şöyle ki: Fidyeyi bırakın, elde ettiğiniz ganimetlerden helal ve temiz olarak yiyin. (Ebüssuûd)
فَكُلُوا lafzının başındaki ف edatı niçin gelmiştir? denilirse, biz deriz ki: “Bunun takdiri, قَدْ اَبَحْتُ لَكُمُ الْغَنَائِمَ فَكُلُوا مِمَّا غَنِمْتُمْ حَلَالًا (Size ganimetleri mübah kıldım, dolayısıyla artık ganimetlerden helal hoş olarak yiyiniz) şeklindedir. Bu ayetteki حَلَالاً lafzı, ganimet kılınan şeylerden hal olarak mansubtur. Yahut da bu, mahzuf masdarın (meful-ü mutlak’ın) sıfatı olarak mansubtur. Yani, فَكُلُوا اَكْلًا حَلَالًا ”Helal bir yiyişle onu yiyin” demektir. (Fahreddin er-Râzî)
Buradaki ف harfi tefrî’ içindir. İki açıdan tefrî’ vardır:
Biri, 68. ayetteki لَوْلا كِتابٌ مِنَ اللَّهِ سَبَقَ sözüyle alakalıdır.
İkincisi, gelecekte benzerinin tekrarlanmaması için uyarıdır.
كُلُوا emri ibaha için değil minnet (nimeti hatırlatma) manasında kullanılmıştır. (Âşûr)
اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ۟
Ayetin son cümlesi müstenefe olarak fasılla gelmiştir. Fasıl nedeni şibh-i kemâl-i ittisâldir. Ta’lil cümlesidir.
إِنَّ ile tekid edilmiş, isme isnad olan bu haber cümlesi sübut ifade eder. Faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden, اِنَّ ve isim cümlesi olmak üzere iki tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, telezzüz, teberrük ve kalplerde haşyet duygularını artırmak için yapılan tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Allah'ın رَّحِیمࣱ , غَفُورࣱ sıfatlarının nekre gelişi, bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğu, bu sıfatların bir benzerinin olmadığı anlamına gelir. Aralarında و olmaması, Allah Teâlâ’da ikisinin de birlikte mevcudiyetini gösterir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır. Her ikisi de mübalağa kalıplarındandır. Aralarında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Şüphe yok ki Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Siz bağışlanma dilerseniz, rahmetiyle O günahlarınızı bağışlar da muhaliflere mahsus olan azabından korur. (Elmalılı)
Mesel tarikinde tezyîl olan bu cümle ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Öncesinde konusu geçen meselin vuku bulmasından bağımsız olarak ara vermeden başka bir ifadeye yer verilmesidir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Ayetteki, [“Allah’a itaatsizlikten sakının”] ifadesi geleceğe; [“Şüphesiz ki Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir”] ifadesi de geçmişe işarettir. (Fahreddin er-Râzî)