Enfâl Sûresi 73. Ayet

وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۜ اِلَّا تَفْعَلُوهُ تَكُنْ فِتْنَةٌ فِي الْاَرْضِ وَفَسَادٌ كَب۪يرٌۜ  ...

İnkâr edenler de birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunların gereğini yapmazsanız, yeryüzünde bir karışıklık ve büyük bir bozulma olur.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَالَّذِينَ kimseler
2 كَفَرُوا inkar eden(ler) ك ف ر
3 بَعْضُهُمْ bazıları ب ع ض
4 أَوْلِيَاءُ velisidirler و ل ي
5 بَعْضٍ diğerlerinin ب ع ض
6 إِلَّا
7 تَفْعَلُوهُ eğer bunu yapmazsanız ف ع ل
8 تَكُنْ olur ك و ن
9 فِتْنَةٌ fitne ف ت ن
10 فِي
11 الْأَرْضِ yeryüzünde ا ر ض
12 وَفَسَادٌ ve bir kargaşa ف س د
13 كَبِيرٌ büyük ك ب ر
 

Burada “yâr ve yakınlar” diye tercüme edilen evliyâ kelimesi vely mastarından gelen velî isminin çoğuludur. Bu kökten gelen vilâyet şeklindeki okunuşun yönetim ilişkisini, velâyet şeklindeki okunuşun ise fert ve gruplar arasındaki yakınlık, dayanışma, taraf ve yardımcı olmayı ifade ettiği hususunda daha önce birkaç yerde açıklama yapılmıştı (el-Bakara 2/257; en-Nisâ 4/2, 138-140, 144; el-En‘âm 6/14). Bazı müfessirler burada açıklanan velâyet ilişkisinin mirasla alâkalı olduğunu ileri sürmüşlerse de âyetlerin geniş kapsamlı olduğu açıktır. Çeşitli asırlarda, kültürlerde, coğrafya ve topluluklarda toplumu birleştiren, kaynaşma ve dayanışmayı sağlayan temel bağlar farklı olmuştur. Bunlar arasında klan ve totem, din, bölge veya yerleşim alanı, ırk, akrabalık, vatandaşlık öne çıkmaktadır. İslâm’a göre akrabalığa ve yerleşim yakınlığına da (komşuluğa, aynı köy veya şehirde oturma) bazı hak ve imtiyazlar tanınmış olmakla beraber temel, belirleyici, baskın siyasî ve sosyal birlik ve dayanışma bağı (velâyet) dine dayanmaktadır, fert ve grupların aynı dine bağlı bulunmasıdır. Bu sebepledir ki, yakın akraba olsalar bile, dinleri farklı olanlar arasında miras ilişkisi yürümemektedir.

 Din bağına dayalı yardımlaşma ve dayanışmanın kâmil mânada gerçekleşmesinin –en azından o çağda ve bölgedeki– şartı, müminlerin bir arada bulunmaları, belli bir toprak parçası üzerinde bir sosyal ve siyasî “bağımsız birlik” oluşturmalarıdır. Hz. Peygamber ve Mekke’deki müslümanlar, dinlerini seçme ve yaşama hürriyeti tehlikeye düşünce Medine’ye hicret ettiler. Bu muhacirleri, Yesrib’in (Medine) müslümanları topraklarına ve evlerine yerleştirdiler, mallarına ortak ettiler, ellerinden gelen bütün yardımı yaptılar ve bu sebeple “yardımcılar” mânasında ensar diye anıldılar. Bu bağın daha da güçlenmesi için Peygamberimiz, muhacirlerle ensarı bire bir kardeş yaptı, bu kardeşlerin birbirine vâris olmaya varıncaya kadar dayanışmalarını sağladı. Muhacirlerle ensar arasında hem genel hem de özel mânada (birbirine vâris olmaları anlamında) kurulan ve işleyen velâyet ilişkisinin, başka topluluklar içinde yaşayan müslümanlara da aynıyla uygulanması mümkün değildi, uygun da görülmedi. Ancak onlar da temel bağ olan dini paylaşıyorlardı, bunun dayanışma ve yardımlaşma bakımından bir etkisi olmalıydı. Bu etki, bir şarta bağlı olarak, temel bağ olan dinin, dinî hayatın, din özgürlüğünün tehlikeye düşmesine özgü kılındı; o şart da, kendilerine karşı müslümanlara yardım edilerek savaşılacak toplulukla müslüman topluluk (devlet) arasında bir saldırmazlık antlaşmasının bulunmamasıdır. Böyle bir antlaşmanın bulunması halinde buna sadık kalınacak, göç etmeyip başkalarının arasında azınlık olarak yaşamayı tercih eden müminlere yardım edilemeyecek, yani velâyet ilişkisi bu noktada işlerliğini kaybedecektir.

 

 Medine dönemi sosyal yapısında görüldüğü şekliyle velâyet ilişkisinin dine bağlı olarak yürümesi müslüman olmayan topluluklar için de geçerlidir; yani onlar da kendi dinlerine mensup olanlara öncelik verirler, birbirlerini korurlar, aralarında yardımlaşırlar. İnsan tabiatına ve sosyal realiteye uygun bulunan bu kural değiştirilir de, dini farklı olan kimselerle velâyet ilişkisi kurulursa, âyette bundan iki kötü sonuç doğacağı bildirilmektedir: Fitne ve fesat. Fitne birey ve toplumun dinî ve ahlâkî hayatının bozulması, kirlenmesi, değişmesi tehlikesidir. Fesat ise din birliğine dayalı dayanışma düzeninin değişmesi, dinleri farklı kimselerle –onlara, yukarıda açıklanan çerçevede velâyet yetkisi vererek– yardımlaşan grupların ortaya çıkması sonucu sosyal düzenin bozulması, asayişin sarsılması, hatta iç karışıklıkların çıkmasıdır.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri

 Cilt: 2 Sayfa: 712-713

 
“Size, ahlak ve dininden hoşlandığınız biri gelirse onu evlendiriniz. Eğer evlendirmezseniz yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat olur.” (İbni Mace, Nikâh, 46)
“Dini ve ahlakı sizi memnun eden birisi kız istemek üzere size gelirse onu evlendirin. Böyle yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat olur.”  (Tirmizi, Nikâh 3)
 

وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۜ

 

  

İsim cümlesidir.  وَ  atıf harfidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ  mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  كَفَرُوا ‘dur.

كَفَرُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur. 

بَعْضُهُمْ  mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

اَوْلِيَٓاءُ  kelimesi  بَعْضُهُمْ ‘un haberidir.  بَعْضٍ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

اَوْلِيَٓاءُ  kelimesi sonunda zaid yani kelimenin kök harflerinden olmayan elif-i memdude olan isimlerden olduğu için gayri munsariftir.

Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.

Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.

Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

 اِلَّا تَفْعَلُوهُ تَكُنْ فِتْنَةٌ فِي الْاَرْضِ وَفَسَادٌ كَب۪يرٌۜ

 

  

اِنْ  iki muzari fiili cezm eden şart harfidir.  لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.

تَفْعَلُوهُ  şart fiili  ن ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

Şartın cevabı  تَكُنْ فِتْنَةٌ  ‘dur.  تَكُنْ  tam meczum muzari fiildir. 

فِتْنَةٌ  kelimesi fail olup lafzen merfûdur.  فِي الْاَرْضِ  car mecruru  فِتْنَةٌ ‘un mahzuf sıfatına müteallıktır.

فَسَادٌ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  فِتْنَةٌ ‘e matuftur.  كَب۪يرٌۜ  kelimesi  فَسَادٌ  kelimesinin sıfatıdır.

 

وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۜ

 

  

وَ , istînâfiyyedir. Ayet isim cümlesi olup, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle gelmesi habere dikkat çekmek ve bahsi geçenleri tahkir içindir. 

Müphem yapısı gereği tevcih anlamı ihtiva eden mevsûlün sılası  كَفَرُوا  müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. (Vakafat, S.107) Mevsûlde, müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.

 بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۜ  cümlesi,  الَّذ۪ينَ ’nin haberidir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. Faide-i  haber ibtidaî kelam olan isim cümlesidir.  بَعْضُهُمْ  ikinci mübtedadır. Müsned olan  اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۜ  izafetle gelerek az sözle çok anlam ifade etmiştir.

Önceki ayetteki  اُو۬لٰٓئِكَ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۜ  cümlesiyle  وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۜ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır. 

 

اِلَّا تَفْعَلُوهُ تَكُنْ فِتْنَةٌ فِي الْاَرْضِ وَفَسَادٌ كَب۪يرٌۜ

 

  

İstînâfiyye olan cümledeki  اِلَّا  kelimesi  اِنْ  ve لَّا ’nın idgamından müteşekkildir. 

Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Menfi muzari fiil sıygasındaki  لَّا تَفْعَلُوهُ  şart cümlesidir.  Faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  لَّا تَفْعَلُوهُ  cümlesi cevaptır.  تَكُنْ , bu cümlede tam fiildir.  فِتْنَةٌ , فَسَادٌ ‘a matuftur. Atıf sebebi tezâyüftür. 

فَسَادٌ  , كَب۪يرٌۜ  için sıfattır, dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.

فِتْنَةٌ  ve  فَسَادٌ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr vardır.

الْاَرْضِ  kelimesindeki marifelik, ahd içindir. Müslümanların toprakları kastedilmektedir. (Âşûr)

كَب۪يرٌ  kelimesi hakikatte bedenin büyüklüğüdür. Burada bir nevdeki kuvvetin şiddeti manasında müsteardır.  كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِن أفْواهِهِمْ  Kehf/5 ayetinde de böyledir. (Âşûr)