فَيُعَذِّبُهُ اللّٰهُ الْعَذَابَ الْاَكْبَرَۜ
Allah Teâlâ resulüne, hiçbir baskı ve zorlamaya meydan vermeden insanları uyarmasını ve gerçekleri onlara yalnızca tebliğ etmesini emretmektedir. Çünkü iman ve ibadet ancak kişinin ikna olmasına, gönülden isteyip benimsemesine bağlıdır. Zor karşısında kalan kimsenin “inandım” demesi ve ibadet etmesi sadece bir aldatma ve durumu kurtarmadır. Bu yüzdendir ki muhtelif âyetlerde peygamberin görevinin insanları mutlaka hidayete erdirmek değil, sadece Allah’ın gönderdiği vahyi tebliğ etmek olduğu bildirilmiştir (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/20; Nahl 16/82; Kasas 28/56; Şûrâ 42/48) ve bu son derece önemli, evrensel bir ilkedir. Bazı müfessirler bu âyetin neshedildiğini yani hükmünün kaldırıldığını söylemişlerse de bize göre bu görüş isabetli değildir. Meşrû savunma ve hakların korunması için savaş emri geldikten sonra da Hz. Peygamber inanmayanları imana zorlamamış, yalnızca topluma zarar verenleri, yıkıcı hareketlere kalkışan elebaşıları cezalandırmıştır. Bilinen tarihinde hiçbir zaman siyasî bir birlik ve devlet kuramamış olan Hicaz Araplarını siyasal bir birliğe kavuşturmak için ölüm kalım mücadelesinin verildiği bir ortamda yıkıcı hareketlere öncülük edenler gerektiği şekilde cezalandırılırken, kendi halinde yaşayanlara güvenli bir toplumsal, siyasal ve hukukî ortam hazırlanmıştır.
23-24. âyetlerde uyarıldıkları halde söz dinlemeyip inkâra devam edenleri, Allah’ın “en büyük azap” ile cezalandıracağı vurgulanmaktadır. Başka bir âyette de en büyük azabın âhiret azabı olduğu ifade edilmiştir (bk. Kalem 68/33).
فَيُعَذِّبُهُ اللّٰهُ الْعَذَابَ الْاَكْبَرَۜ
Ayet, atıf harfi فَ ile mukadder istînâfa matuftur. Takdiri, يحبسه فيعذّبه. (Onu hapseder, azap eder.) şeklindedir.
Fiil cümlesidir. يُعَذِّبُهُ damme ile merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. اللّٰهُ lafza-i celâl fail olup lafzen merfûdur.
الْعَذَابَ mef’ûlu mutlak olup fetha ile mansubdur. الْاَكْبَرَ kelimesi الْعَذَابَ ‘nin sıfatı olup fetha ile mansubdur.
Mef’ûlu mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlu mutlak harf-i cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlu mutlak cümle olmaz. Mef’ûlu mutlak üçe ayrılır:
1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.
2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlu mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.
3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini belirten mef’ûlu mutlak فَعْلَةً vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.
مَرَّةً kelimesi de mef’ûlu mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُعَذِّبُهُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi عذب ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
فَيُعَذِّبُهُ اللّٰهُ الْعَذَابَ الْاَكْبَرَۜ
Ayet فَ ile takdiri … يحبسه فيعذّبه (Onu hesaba çeker ve azap eder) olan mukadder istînâfa atfedilmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümle mef’ûlü mutlak olan الْعَذَابَ ile tekid edilmiştir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması haşyet ve uyarıyı artırmak içindir.
الْعَذَابَ ’nin sıfatı olan الْاَكْبَرَۜ , ism-i tafdil vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
عَذَاب ‘nin maddi bir varlık sıfatı olan en büyük manasındaki الْاَكْبَرَۜ ile sıfatlanması istiaredir. Azabın tekrarlanması, الْاَكْبَرَۜ olmakla tavsifi, onun korkunçluğunu artırmak için mübalağadır. Bu ifadede ayrıca tecessüm sanatı vardır.
الْعَذَابَ - يُعَذِّبُهُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الْعَذَابَ الْاَكْبَرَۜ , ahiret azabıdır. Önceki ayetteki istisnanın muttasıl olduğu söylenmiştir; çünkü kâfirlerle cihat etmek ve onları öldürmek tasalluttur. Sanki onları dünyada cihat, ahirette de ateş azabı ile tehdit etmiştir. Bunun (Öyleyse hatırlat) kavlinden istisna olduğu da söylenmiştir. Yani sen hatırlat, ancak kim arkasını döner ve ısrar ederse, en büyük azabı hak eder. Bu ikisinin arasındaki de itiraz cümlesidir. Tenbih edatı olarak الا okunması da birinciyi destekler. (Beyzâvî)
Fethu'r-Rahmân'da şu ifadeler yer almaktadır: ”En büyük azap" cehennem azabıdır, ”en küçüğü" ise kâfirlerin dünyada görmüş oldukları açlık, esir düşme ve katlolunma şeklindeki azaplardır. Bu ayet-i kerime, kâfirlerin en büyük azaptan önce dünyada ve berzah âleminde görecek oldukları azabın, o günkü azabın yanında küçük olduğuna işaret etmektedir. Nitekim Secde Suresindeki: [”En büyük azaptan önce, onlara mutlaka en yakın azaptan tattıracağız."] (Secde/21) ayet-i kerimesi de buna işaret etmektedir. (Rûhu’l Beyân, Elmalılı)