Tevbe Sûresi 96. Ayet

يَحْلِفُونَ لَكُمْ لِتَرْضَوْا عَنْهُمْۚ فَاِنْ تَرْضَوْا عَنْهُمْ فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يَرْضٰى عَنِ الْقَوْمِ الْفَاسِق۪ينَ  ...

Kendilerinden razı olasınız diye, size yemin edeceklerdir. Siz onlardan razı olsanız bile, Allah o fasıklar topluluğundan asla razı olmaz.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 يَحْلِفُونَ yemin ediyorlar ح ل ف
2 لَكُمْ size
3 لِتَرْضَوْا razı olmanız için ر ض و
4 عَنْهُمْ kendilerinden
5 فَإِنْ eğer
6 تَرْضَوْا siz razı olsanız bile ر ض و
7 عَنْهُمْ onlardan
8 فَإِنَّ şüphesiz
9 اللَّهَ Allah
10 لَا
11 يَرْضَىٰ razı olmaz ر ض و
12 عَنِ -tan
13 الْقَوْمِ topluluk- ق و م
14 الْفَاسِقِينَ yoldan çıkan ف س ق
 

“Bedevîler” diye çevirdiğimiz “el-a‘râb” kelimesi, çölde yaşayan, su ve otlak bulmak için göç eden toplulukları ifade eder. Kur’an’ın bu kesime özel bir vurgu yapmasının sebepleri arasında, Arap yarımadasındaki nüfusun önemli bir kısmının göçebe veya yarı göçebe topluluklardan oluşması ve İslâmiyet’in burada yayılıp tutunabilmesi için onların bu birliğe dahil edilmesi zaruretinin bulunması zikredilebilir. Bunun yanında, yerleşik bir toplumsal düzen içinde yaşamanın icaplarını yerine getirmeye fazla yatkın olmayan bu kimselerin inkârcılık ve nifak yolunu tuttuklarında da haşin tabiatlarına uygun bir tutum ortaya koyduklarına, dolayısıyla dinin getirdiği sınırlara riayet etme konusunda sorun çıkarmaya daha müsait tipler olduklarına değinilmiştir. Kur’an şehirlibedevî ayırımı yapmadığına göre, Kur’an’ın bu kesimle ilgilenmesini, onları da eğitip ıslah etmeyi hedeflediği şeklinde açıklamak uygun olur. Nitekim 97. âyette bedevîlerin inkârcılık ve nifakta ileri gittikleri genel bir biçimde belirtildiği halde 99. âyette onlar arasında da imanında ve davranışlarında samimi olanların bulunduğuna dikkat çekilmiştir. 120.âyette de yürekten inanmış kimselerle yakın temas halinde olan bedevîler hakkında olumlu ifadeler kullanılmış, böylece hem 97. âyetteki ifadenin kapsamı sınırlandırılmış hem de anılan ıslah hedefinin kuru bir hayal olmadığına işaret edilmiştir. Resûlullah Tebük Seferi’yle ilgili hazırlıkları başlattığında, Müslümanlığı kabul etmiş bedevî toplulukların bazıları bu sefere katılmaya karar vermekle beraber, diğerleri ya geride bırakacakları kabile bireylerinin savunmasız kalacağını ileri sürerek veya böylesine meşakkatli bir yolculuğun kendilerine fazla bir çıkar sağlamayacağını düşündükleri için bahaneler uydurarak seferberlik çağrısına icâbet edemeyeceklerini bildirmişlerdi. Allah ve peygamberine sadakat gösterme sözünden cayanlar ise Medine’ye gelip özür beyan etme ihtiyacı bile duymamışlar, oldukları yerde oturup kalmışlardı (90. âyetteki özür beyan edenlerle ilgili kelimenin farklı okunuşları ve Arap dilindeki anlamları dikkate alınarak, bununla gerçek mazeret sahiplerinin kastedildiği yorumu da yapılmıştır; bk. Taberî, X, 209-211; Şevkânî, II, 445-446). 90. âyette oturup kalan kesim hakkında kullanılan ifade “Allah ve resulüne yalan söyleyenler” şeklinde çevrilmiş olup buna başka bir kıraate dayanarak” Allah ve resulünü yalanlayanlar” şeklinde de mâna verilmiştir. 91. âyette güçsüz, yaşlı, engelli, hasta, maddî imkânları yetersiz kimselerin savaşa katılmamaktan ötürü sorumlu olmayacakları bildirilmiş fakat bu husus Allah ve resulüne sadık kalmaları, o yolda öğütte bulunmaları şartına bağlanmıştır. Bundan maksat, fitne ve bozgunculuk etmeden, yalan haberler yaymadan durmaları, imkân nisbetinde de savaşa katılanların ailelerine moral vermek ve onlara yardımcı olmak gibi hayırlı çabalar içinde olmalarıdır. Burada anılan kişiler için tanınan muafiyet savaşa katılma yasağı anlamında değildir; kendilerinin istemesi ve yetkililerin uygun görmesi halinde bunlar da orduya katılıp münasip hizmetlerde görevlendirilebilirler (Râzî, XVI, 160; bazı müfessirler âyetteki şart cümlesini, “gizli veya açık söz ve niyetleriyle” şeklinde açıklamışlardır, İbn Atıyye, III, 70). 92. âyette, Tebük Savaşı’na katılmak isteyen fakat maddî durumları yetersiz olan bazı sahâbîlerin Hz. Peygamber’den binek talep etmelerine, bunun mümkün olmadığı açıklanınca da üzüntülerinden göz yaşları için de dönüp gitmelerine işaret olunmaktadır (nüzûl sebebi ile ilgili farklı rivayetler için bk. Taberî, X, 212-213). 93. âyette bu gibi kimselerin vebal altında olmayacaklarını belirtmek üzere, varlıklı oldukları halde savaşa katılmamak için izin isteyenlerin sorumlu olacağı ifade edilmiştir. O dönemde savaş teçhizatı daha çok bizzat savaşa katılan bireyler tarafından karşılandığı için, varlıklı olma unsuru ön plana çıkarılmıştır; fakat asıl maksat genel olarak savaşa katılma imkânının bulunmasıdır. Nitekim daha önceki âyetlerde sadece maddî imkânsızlıktan ötürü değil, can korkusu, havaların çok sıcak olması gibi sebeplerle özür bahane edenler de kınanmıştır (93. âyetteki “geride kalanlar” ve “Allah da onların kalplerini mühürledi” ifadelerinin açıklaması için 87. âyetin tefsirine bk.). 95. âyetteki “tiksinilecek kimseler” şeklinde tercüme edilen rics kelimesinin sözlük anlamı “pis ve kirli”dir. Âyette ise, söz konusu kimselerin bile bile yalan söyleyip üstelik bir de yemin ettiklerine, dünyevî çıkarlar uğruna bütün ahlâkî değerleri feda edebilecek bayağılık içinde olduklarına, yani iç dünyalarındaki kirliliğe gönderme yapmak amaçlanmıştır. Maddî anlamdaki kir ve pisliğe karşı önlem alınmadığında çevresindekilere bulaşma tehlikesi bulunduğuna göre, ruhî anlamdaki kirliliğe karşı dikkatli olmak öncelikle gereklidir; bu yüzden âyette onlarla sıkı ilişki içinde bulunmanın doğru olmadığı ifade edilmiştir (Râzî, XVI, 164). Meâlde de kelimenin sözlük anlamıyla beraber anılan yorum dikkate alınmaya çalışılmıştır. 

 

Kaynak :(Kur’an Yolu )Diyanet tefsiri 

 

يَحْلِفُونَ لَكُمْ لِتَرْضَوْا عَنْهُمْۚ 

 

Fiil cümlesidir.  يَحْلِفُونَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و’ı fail olup mahallen merfûdur.

لَكُمْ  car mecruru  يَحْلِفُونَ  fiiline müteallıktır.

لِ  harfi,  تَرْضَوْا  fiilini gizli  اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.

اَنْ  harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  لِ  harf-i ceriyle birlikte  تَرْضَوْا  fiiline müteallıktır.

تَرْضَوْا  fiili,  نَ ‘un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

عَنْهُمْ  car mecruru  تَرْضَوْا  fiiline müteallıktır.


فَاِنْ تَرْضَوْا عَنْهُمْ فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يَرْضٰى عَنِ الْقَوْمِ الْفَاسِق۪ينَ

 

فَ  istînâfiyyedir.  اِنْ  iki muzari fiili cezm eden şart harfidir.  تَرْضَوْا  fiili  نَ ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. 

اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

اللّٰهَ  lafza-i celâli,  اِنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubdur.  لَا يَرْضٰى  fiili  اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. 

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يَرْضٰى  elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.

عَنِ الْقَوْمِ  car mecruru  لَا يَرْضٰى   fiiline müteallıktır.

الْفَاسِق۪ينَ  kelimesi   الْقَوْمِ nin sıfatı olup cer alameti  ي harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

الْفَاسِق۪ينَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  فسق  fiilinin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

يَحْلِفُونَ لَكُمْ لِتَرْضَوْا عَنْهُمْۚ

 

Ayet fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Önceki ayetteki …سَيَحْلِفُونَ cümlesinden bedel-i iştimâl olan cümle, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Sebep bildiren harf-i cer  لِ ‘nin gizli  أنْ ‘le masdar yaptığı  لِتَرْضَوْا  cümlesi,  يَحْلِفُونَ  fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Önceki ayet gibi yalan yere yemin etmek manasındaki  حلف  fiiliyle başlamıştır. 

İki cümle arasında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

Münafıklar, kendilerinden razı olmanız ve kendileriyle olan eski ilişkilerinizi sürdürmeniz için size yemin ederler. Yemin konusu açık olduğu için ayette sarahaten zikredilmemiştir. Fakat eğer onların maksadına uygun olarak siz onlardan razı olsanız ve bu konuda onlara yardım etseniz bile Allah, o fasıklar güruhundan asla razı olmaz. Sizin rızanız ise onlara bir fayda sağlamaz. Çünkü Allah onlara buğzetmiştir ve O'nun buğzu karşısında sizin rızanızın bir tesiri olamaz.

Burada amaç, muhatapları, onlardan hoşnut olmaktan ve onların yalan özürlerine aldanmaktan en belâgatlı ve kuvvetli şekilde nehyetmektir. Çünkü Allah'ın razı olmadığı kimseden razı olmak, müminden sadır olacak bir şey değildir.  (Ebüssûud)


 فَاِنْ تَرْضَوْا عَنْهُمْ فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يَرْضٰى عَنِ الْقَوْمِ الْفَاسِق۪ينَ

 

فَ  istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Şart cümlesi  تَرْضَوْا عَنْهُمْ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiilde teceddüt ve tecessüm özelliği vardır. 

Takdiri,  لا ينفعهم رضاكم  [Sizin rızanız onlara fayda vermez.] olan cevap mahzuftur. Cevabın, öncesinin delaletiyle hazfedilmesi, îcâz-ı hazif sanatıdır. 

Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Önceki cümledeki mukadder cevap için ta’liliyye olarak gelen cümlede  فَ, cevabın başına gelen rabıtadır.

اِنَّ  ile tekid edilmiş isim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır.

Bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlin müsnedün ileyh konumunda gelmesi telezzüz, teberrük ve muhabbet duyguları uyandırmak içindir. Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu durumda lafza-i celâlde tecrîd sanatı söz konusu olur.

Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip; hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karineler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. Hükmü takviye demek; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir. Bunun Kur’an’da çok örneği vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meani İlmi)

تَرْضَوْا  - لَا يَرْضٰى   kelimeleri arasında tıbâk-ı selb, iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

لَا يَرْضٰى عَنِ الْقَوْمِ الْفَاسِق۪ينَ  cümlesinde zamir yerine açık isim getirmesi, onları daha çok kınamak ve yermek içindir. Bunun aslı  لَا يَرْضٰى عَنِهُمْ  [Allah onlardan razı olmaz.] şeklindedir. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir)

Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

Tezyîl, bir cümlenin diğer bir cümleyi takip etmesi ve tekid etmek amacıyla birincinin manasını kapsaması ve onu sağlamlaştırmasına verilen isimdir. Bu iki şekilde olmaktadır: Birinci cümle, ikinci cümlenin ya mantukunu ya da mefhumunu tekid etmektedir. (Ar. Gör. Ömer Kara, Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: Itnâb-Îcâz Kur’an Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)