Yunus Sûresi 43. Ayet

وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْظُرُ اِلَيْكَۜ اَفَاَنْتَ تَهْدِي الْعُمْيَ وَلَوْ كَانُوا لَا يُبْصِرُونَ  ...

İçlerinden sana bakanlar da vardır. Fakat körlere, hele gerçeği görmüyorlarsa, sen mi doğru yolu göstereceksin?
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمِنْهُمْ ve onlardan vardır
2 مَنْ kimseler
3 يَنْظُرُ bakan(lar) ن ظ ر
4 إِلَيْكَ sana
5 أَفَأَنْتَ sen
6 تَهْدِي doğru yola iletebilecek misin? ه د ي
7 الْعُمْيَ körleri ع م ي
8 وَلَوْ ve eğer
9 كَانُوا ك و ن
10 لَا
11 يُبْصِرُونَ görmüyorlarsa ب ص ر
 
Putperest Araplar’ın bir kısmı Hz. Peygamber’in tebliğini bizzat dinliyor; tutum ve davranışlarını, neler yaptığını, nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu gözleriyle görüyorlardı. Buna rağmen onun tebliğ ettiği vahyi Allah kelâmı olarak kabul etmeyip kendisini yalancılıkla suçlamaları kalplerinin hidayete kapalı olduğuna işaret eder. Onlar, Hz. Peygamber’i dinledikleri halde hakikati kavrama niyeti taşıyıp bu yönde gayret göstermemişler, bu maksatla akıllarını kullanmamışlardır; kezâ basiretli davranarak gördüklerinden ders alıp hidayete yönelmemişlerdir. Şu halde insan için asıl büyük kayıp görme ve işitme duyularından mahrum kalmak değil, akıl ve basiretini kullanmamaktır; nitekim gözleri görmediği veya kulakları işitmediği halde akılları ve basiretleri sayesinde inanç, düşünce ve davranış olarak doğru yolu bulmuş nice insan vardır (Zemahşerî, II, 192). Bazı insanların bizzat kendilerinde iyi niyet, irade ve gayret olmayınca yalnızca Peygamber’in çabası da onların hidayete kavuşmaları için yeterli olmamıştır. Şu halde bu iki âyetten çıkan sonuca göre insanların doğru bilgi ve inanca, güzel ve erdemli yaşayışa ulaşabilmeleri için hem iyi eğitimci, rehberlerden yararlanmaları; hem de kendilerinin iyi niyetle, akıl ve basiretlerini de devreye sokarak gerçeği, iyi olanı kabul edip uygulama iradesine sahip olmaları gerekmektedir. Böylece bu iki âyette doğru kaynaktan edinilen doğru bilgi ve iyi niyet, hakikate ulaşmanın vazgeçilmez şartları olarak ortaya konmaktadır.
 
Putperest Araplar’ın bir kısmı Hz. Peygamber’in tebliğini bizzat dinliyor; tutum ve davranışlarını, neler yaptığını, nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu gözleriyle görüyorlardı. Buna rağmen onun tebliğ ettiği vahyi Allah kelâmı olarak kabul etmeyip kendisini yalancılıkla suçlamaları kalplerinin hidayete kapalı olduğuna işaret eder. Onlar, Hz. Peygamber’i dinledikleri halde hakikati kavrama niyeti taşıyıp bu yönde gayret göstermemişler, bu maksatla akıllarını kullanmamışlardır; kezâ basiretli davranarak gördüklerinden ders alıp hidayete yönelmemişlerdir. Şu halde insan için asıl büyük kayıp görme ve işitme duyularından mahrum kalmak değil, akıl ve basiretini kullanmamaktır; nitekim gözleri görmediği veya kulakları işitmediği halde akılları ve basiretleri sayesinde inanç, düşünce ve davranış olarak doğru yolu bulmuş nice insan vardır (Zemahşerî, II, 192). Bazı insanların bizzat kendilerinde iyi niyet, irade ve gayret olmayınca yalnızca Peygamber’in çabası da onların hidayete kavuşmaları için yeterli olmamıştır. Şu halde bu iki âyetten çıkan sonuca göre insanların doğru bilgi ve inanca, güzel ve erdemli yaşayışa ulaşabilmeleri için hem iyi eğitimci, rehberlerden yararlanmaları; hem de kendilerinin iyi niyetle, akıl ve basiretlerini de devreye sokarak gerçeği, iyi olanı kabul edip uygulama iradesine sahip olmaları gerekmektedir. Böylece bu iki âyette doğru kaynaktan edinilen doğru bilgi ve iyi niyet, hakikate ulaşmanın vazgeçilmez şartları olarak ortaya konmaktadır.
 
عمي Ameye: عَمىً kelimesi görme kuvvesi ve basiretin kaybedilmesi ya da olmaması anlamında kullanılır. Yalnız görme kuvvesi ile ilgili أعْمَى sözcüğü; basiret anlamında ise أعْمَى ve عَمٍ kelimeleri tercih edilir. أعْمَى kelimesinin çoğulu عُمْيٌ ve عُمْيانٌ şekillerinde gelebilir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 33 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri âmâ ve muammâdır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
 

وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْظُرُ اِلَيْكَۜ

 

وَ  atıf harfidir.  مِنْهُمْ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl  مَنْ, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlün sılası  يَنْظُرُ اِلَيْكَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.

يَنْظُرُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو 'dir.  اِلَيْكَ  car mecrur, müteallıkı  يَنْظُرُ dur.


 اَفَاَنْتَ تَهْدِي الْعُمْيَ وَلَوْ كَانُوا لَا يُبْصِرُونَ

 

Hemze istifham harfi,  ف  istînâfiyyedir. Munfasıl zamir  اَنْتَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.

تَهْدِي  fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. 

تَهْدِي  fiili  ي  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  انت ’dir.

الْعُمْيَ  mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. 

وَ  atıf harfidir.  لَوْ  cezmetmeyen şart harfidir. Cümleye muzâf olur. 

كَانُوا  şart fiili olup damme üzere mebni nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.

كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan  و  muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur.

لَا يُبْصِرُونَ  fiili  كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubdur. 

يُبْصِرُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

 

وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْظُرُ اِلَيْكَۜ 

 

Ayet önceki ayetteki istînâfa atfedilmiştir. Ayetin ilk cümlesi, sübut ifade eden isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.  مِنْهُمْ  mahzuf mukaddem habere müteallıktır.

Muahhar mübteda olan müşterek ism-i mevsûlün sılası  يَنْظُرُ اِلَيْكَ, müspet muzari fiil sıygasında gelerek teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.

Burada kastedilen mana Peygamber Efendimizin (s.a.) kör ve sağırlara vahyi ulaştıramayacağıdır. Bu mana içinde anlatılan ikinci şey ise işitmenin görmeden önce gelmesidir. Yani idmâc sanatı vardır. (Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Bedî’ İlmi)

Görmekten maksat, bir anlam çıkarmaktır (itibar etmektir). Bu da basiretin gereğidir. İşte bundan dolayıdır ki basiret sahibi âmâ, ahmak olup gözleri görenin idrak edemediğini idrak eder. Ahmaklık ile âmâlık bir araya gelince, artık onlara hidayet kapısı tamamen kapanmış olur. (Ebüssuûd)

Önceki ayetle arasında mukabele sanatı vardır.


 اَفَاَنْتَ تَهْدِي الْعُمْيَ

 

Cümle müstenefedir.  فَ  istînâfiyye, hemze inkârî istifham harfidir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen kınama ve azarlama kastı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır. Çünkü ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır.

Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

الْعُمْيَ  kelimesinde istiare vardır. Doğru yolda olmayanlar köre benzetilerek istiare yapılmıştır.

اَفَاَنْتَ تَهْدِي الْعُمْيَ  (Körleri sen mi hidayete eriştireceksin), ifadesi onların hidayetini inkâr ve bunun imkânsız olduğunu belirtmek içindir. (Ebüssuûd)


وَلَوْ كَانُوا لَا يُبْصِرُونَ

 

Makabline (kendinden öncesine) matuf cümle şart üslubunda haber cümlesidir. Haber manalı olması haber cümlesine atfını mümkün kılmıştır. Şart cümlesi  كان’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cevap cümlesi öncesinin delaletiyle hazfedilmiştir. Cevabın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.

كان ’nin haberi muzari fiil sıygasıyla gelerek hükmü takviye, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.

كان ’nin haberinin muzari fiille gelmesi, geçmişte belirli bir süre devam edip biten eylemler ve geçmişte mutat olarak yapılan, adet haline gelmiş davranışlar olmak üzere iki manaya delalet eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 41)

Ayette idmâc sanatı vardır. Burada kastedilen mana Peygamber Efendimizin (s.a.) kör ve sağırlara vahyi ulaştıramayacağıdır. Bu mana içinde anlatılan ikinci şey ise işitmenin görmeden önce gelmesidir. Çünkü işitmeyen kişinin aklı da olmayabilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)

İbn Kuteybe şöyle der: “Allah, Kur'an'da ne zaman görmeyi ve duymayı birlikte zikrederse çoğunlukla duymayı görmeden önce zikretmiştir ki bu da duymanın görmeden daha efdal olduğuna delalet eder.” (Fahreddin er-Râzî)

الْعُمْيَ -  يُبْصِرُونَ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab,  لَا يُبْصِرُونَ - الْعُمْيَ  ve  يُبْصِرُونَ  -  يَنْظُرُ  kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Bu ayetin maksadı, tedavi edilemeyecek kadar akıl hastalığına tutulmuş olanların tedavisinin mümkün olmadığını belirterek, Hz. Peygamberi (s.a.) tesellidir. Doktor, hastayı tedavi kabul etmeyecek bir derecede görünce ondan yüz çevirir ve onun tedaviyi kabul etmemesinden dolayı hayrete düşmez. İşte tıpkı bunun gibi senin de o kâfirlerin durumundan hayrete düşmemen gerekir. (Fahreddin er-Râzî)