اَللّٰهِ الَّذ۪ي لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَوَيْلٌ لِلْكَافِر۪ينَ مِنْ عَذَابٍ شَد۪يدٍۙ
Bazı sûrelerin başında bulunan bu harflere “hurûf-i mukattaa” denir (bilgi için bk. Bakara 2/1). Bu harflerden sonra genellikle kitaptan, âyetlerden veya vahiyden söz edilir. Burada da aynı üslûp kullanılmıştır.
Hz. Peygamber’e indirilen kitaptan maksat Kur’an’dır. Allah Teâlâ cehalet, inkâr, bâtıl inanç gibi durumları zulumât (karanlık); bilgi, iman, hidayet gibi hasletleri de nûr (aydınlık) olarak nitelemiştir.
“Rablerinin izniyle” ifadesi Hz. Peygamber’in bu görevi kendiliğin-den değil, Allah’ın emri ve iradesiyle yerine getirdiğine işaret eder. Bir anlayışa göre de bu ifade peygamberin görevinin sadece tebliğ etmek olduğunu; hidayete erdirmenin ise Allah’ın izin ve iradesine bağlı bulun-duğunu gösterir. Göklerin ve yerin mülkiyet ve yönetimini elinde bulun-duran Allah, doğru yolu bulmak isteyenleri doğru yola iletir; böyle bir kudreti bırakıp da O’nun yarattığı varlıklara tanrı diye tapanları da kendi hallerine bırakır, sapkınlıkları içerisinde bocalar dururlar; bunlar irade ve tercihlerini yanlış yönde kullandıkları için yüce Allah bunları şiddetli bir azap ile tehdit etmektedir.
اَللّٰهِ الَّذ۪ي لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
اَللّٰهِ lafza-i celâli, الْحَم۪يدِ ‘den veya الْعَز۪يزِ ‘den bedeldir. الَّذ۪ي müfred müzekker has ism-i mevsûl, اَللّٰهِ lafza-i celâlinin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ ‘dir. Îrabtan mahalli yoktur.
لَهُ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
Müşterek ism-i mevsûl مَا muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru mahzuf sılaya müteallıktır.
مَا فِي الْاَرْضِ ifadesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
Allah lafzının sıfatı olarak ism-i mevsûlun gelmesi tarif için değil daha çok yüceltme içindir. Çünkü diğer mevcudatın sahibi olmak büyük bir sıfattır ve Allah Teâlâ muhatap tarafından bilinmektedir. Bu kullanımda Allah’tan başka diğer ilâhların yolunun, sahibinin noksanlığı dolayısıyla maksuda ulaştırmadığına tariz vardır. Sılada semavat ve arzın sahibi olmayan putlara tapan müşriklere tariz manası idmâc edilmiştir. (Âşûr)
وَوَيْلٌ لِلْكَافِر۪ينَ مِنْ عَذَابٍ شَد۪يدٍۙ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. وَيْلٌ mübteda olup lafzen merfûdur. لِلْكَافِر۪ينَ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır. الْكَافِر۪ينَ ‘nin cer alameti ى ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
مِنْ عَذَابٍ car mecruru وَيْلٌ ‘un mahzuf sıfatına müteallıktır. شَد۪يدٍ kelimesi عَذَابٍ sıfatıdır.
كَافِر۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan كفر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَللّٰهِ الَّذ۪ي لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
Lafza-i celâl, önceki ayetteki Hamîd veya Azîz isimlerinden bedeldir. Müstenefe olan ayetin fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir.
Bedel, kapalı bir ifadeyi açmak, açık olanı kuvvetlendirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Allah lafzı için sıfat konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ي ‘nin sılası olan لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ , isim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. لَهُ , mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
Car mecrurun takdimi kasr ifade etmiştir. Yani göklerde ve yerde bulunan şeyler sadece onundur. Başkasının değildir.
Müşterek ism-i mevsûl مَا , muahhar mübteda konumundadır. فِي السَّمٰوَاتِ , ism-i mevsûl مَا ’nın mahzuf sılasına müteallıktır. Aynı üslupta gelen ikinci ism-i mevsûl birinciye matuftur. Atıf sebebi tezâyüftür.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
مَا - فِي kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
الَّذ۪ي - مَا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Aziz varlığın kim olduğu hususunda bir şüphe hasıl olmuş, bundan dolayı da, Cenab-ı Hak, “Allah ki göklerde ve yerde olan her şey O’nundur” ifadesini ona atfetmiştir. Böylece de, o şüpheyi izale etmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
Allah lafza-i celâli müştak değildir. Müştak isim, kendisi için bir müştakın
minh (türediği kelime) bulunması gereken şeydir. Mesela, esved (siyah) kelimesi ‘kendisinde siyahlık bulunan şey’; nâtık (konuşan) kelimesi de, ‘kendisinde konuşmanın meydana geldiği şey’ demektir. Binaenaleyh eğer, Allah kelimesi, herhangi bir manadan iştikak etmiş (türemiş) bir isim olsaydı, o zaman onun, bir müştakun minhinin olduğu anlaşılırdı ki o takdirde bu mefhum, bizatihi (mefhum olarak) müşterekliğe mani olan bir durum ihtiva etmeyen külli bir mefhum olurdu.
Binaenaleyh eğer, “Allah” lafza-i celâli müştak bir lafız olsaydı, o zaman, müşterek olmayı mümkün kılan bir mefhum olurdu. Eğer durum gerçekte böyle olsaydı, bizim “Lâ ilahe illallah” (Allah'tan başka ilah yoktur) şeklindeki sözümüz, tam bir tevhidi ifade etmiş olmazdı. Çünkü bu sözde müstesna olan Allah lafzı olup, kendisinde ortaklığın bulunmasına mani bir lafız olmamış olurdu. Ümmet, “Allah’tan başka ilah yoktur” sözümüzün, sırf tevhidi ifade ettiğinde ittifak ettiğine göre, biz Allah lafzının bir alem (özel) isim olduğunu anlamış oluruz.
Biz, Allah Teâlâ’nın diğer sıfat ve isimlerini söylemek istediğimizde, önce “Allah” lafzını söyler, sonra bunu o sıfatlarla tavsif ederiz. Mesela, هُوَ اللهُ الَّذِى لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّحِيمُ deriz. Bizim, bunu ters çevirip de, اَلرَّحْمٰنُ الرَّحِيمُ الله dememiz mümkün değildir. Allah lafzının, Hak Teâlâ'nın zatının alem ismi, diğer kelimelerin ise O'nun sıfatlarına delalet eden lafızlar olduğunu anlarız. (Fahreddin er-Râzî)
وَوَيْلٌ لِلْكَافِر۪ينَ مِنْ عَذَابٍ شَد۪يدٍۙ
Önceki ayetteki كِتَابٌ ‘e matuf olan cümle, mübteda ve haberden oluşmuş faide-i haber ibtidaî kelamdır. Zamandan bağımsız, sübut ifade eder.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrur لِلْكَافِر۪ينَ , mahzuf habere müteallıktır.
Cümlede müsnedin ileyh olan وَيْلٌ kelimesinin nekre gelmesi tahkir ifade eder.
Cümle haber formunda geldiği halde muktezâ-i zâhirin hilafına olarak beddua manası taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
وَيْلٌ cehennemde bir vadi olarak bilinen bir kelimedir. Beddua manasında olduğu için nekre gelmesine cevaz verilir. وَيْلٌ : azap, küçük düşürme, sıkıntı, felaket, yazık eyvah manasına gelir. Helake sebep bir işin içine düşen kişi veyl diye feryat eder.
وَيْلٌ , helak olsun demektir. (Elmalılı)
وَيْلٌ kelimesi fiil olmayan bir mastardır. Mef’ûlu mutlak şeklinde mansub olarak gelir. Sebat ifadesi için merfû olur. (Âşûr)
شَد۪يدٍ kelimesi, عَذَابٍ için sıfattır. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
عَذَابٍ kelimesindeki tenvin, azabın tasavvur edilemeyecek evsafta olduğuna işaret eder.
Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için kullanılan bir açıklama biçimidir. Sıfatın kullanılmasının, matbusunun daha iyi tanınması, övülmesi, yerilmesi, pekiştirilmesi, acındırılması, kapalılığının giderilmesi, tahsis edilmesi gibi maksatları vardır. Itnâb, bazen de sıfatlar vasıtasıyla yapılmaktadır. (Ar. Gör. Ömer Kara, Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: Itnâb-Îcâz (I) Kur’an Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)
وَوَيْلٌ لِلْكَافِر۪ينَ مِنْ عَذَابٍ شَد۪يدٍ [Şiddetli azaptan dolayı vay o kâfirlere] ibaresi kitabı inkâr eden ve o sebeple karanlıklardan aydınlığa çıkamayan için tehdittir. وَيْلٌ kelimesi kurtuluş manasındaki وأل kelimesinin zıddıdır. Aslı masdar olduğu için nasbtır, ancak çekimli olmadığından sebat ifade etmesi için merfû olmuştur. (Beyzâvî)
Cenab-ı Hak, en büyük azabı ifade eden وَيْلٌ ile tehdit etmiş olduğu o kâfirlerin sıfatını beyan etmiştir. Onların sıfatlarından üç çeşidi zikretmiştir.
1- اَلَّذٖينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ [Onlar dünya hayatını, ahiretten üstün tutup severler]
2- وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ [Allah’ın yolundan alıkoyarlar].
3- وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا [Onu eğriliğe çevirmek isterler] (Fahreddin er-Râzî)