Hicr Sûresi 33. Ayet

قَالَ لَمْ اَكُنْ لِاَسْجُدَ لِبَشَرٍ خَلَقْتَهُ مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَأٍ مَسْنُونٍ  ...

İblis dedi ki: “Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş balçıktan yarattığın insan için saygı ile eğilemem.”
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 قَالَ dedi ق و ل
2 لَمْ
3 أَكُنْ ben edemem ك و ن
4 لِأَسْجُدَ secde س ج د
5 لِبَشَرٍ insana ب ش ر
6 خَلَقْتَهُ yarattığın خ ل ق
7 مِنْ -dan
8 صَلْصَالٍ bir çamur- ص ل ص ل
9 مِنْ -tan
10 حَمَإٍ bir balçık- ح م ا
11 مَسْنُونٍ değişken س ن ن
 
Allah Teâlâ, Hz. Âdem’in bedenini yaratıp “ona ruhundan üfledikten” sonra yani ilk insanın biyolojik gelişimini tamamlayıp ruhbeden birliğini sağlayarak bu suretle adına “insan” denilen en gelişmiş canlı türünü yarattıktan sonra meleklere, Âdem’in önünde secdeye kapanmalarını emretti; meleklerin hepsi de secde ederken İblîs, kendi âciz aklıyla vardığı mantıkî sonucu Allah’ın buyruğundan daha önemli sayarak buyruğa karşı geldi. Bakara ve A‘râf sûrelerinde de görüldüğü gibi Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’inde insan oğluna yaratıcısını ve kendi aslını, atasını tanıtmayı, hatırlatmayı yararlı gördüğü durumlarda ilk insanın yaratılışını ve onu takip eden gelişmeleri, ilgili âyetlerin bağlamına göre az çok farklı ifadelerle tekrar etmiştir (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/30-39; A‘râf 7/11-25). Buradaki en önemli ilâve bilgi, ilâhî kudretin, alelâde toprağı balçık ve kurumuş çamur aşamalarından geçirerek “tesviye etmesi” yani insan biçimine sokması ve böylece miktarını bilemediğimiz bir zaman içinde “beşer”in yani Âdem’in bedensel varlığını şekillendirmesi, biyolojik oluşumunu tamamlaması; ardından da ona “ruhundan üflemesi”dir. Böylece Kur’ân-ı Kerîm’de insanın bir ruh-beden varlığı olduğu açıkça ifade edilmiş bulunmaktadır. Beden insanın fizyolojik yönünü, ruh da metafizik yönünü oluşturmaktadır. İsrâ sûresinde (ayrıntı için bk. 17/85) ruhun mahiyeti hakkında insanlara çok az bilgi verildiği belirtilmekle beraber konumuz olan âyette “ona ruhumdan üflediğim vakit…” buyurulmakla ruhun kesinlikle fiziksel bir fonksiyon, bir sözde varlık olmadığı ifade edilmiştir. Şu halde ruh, Allah’ın, bedeniyle bu dünyaya ait, ama mâna boyutuyla ilâhî âlemle ilişkisi bulunan yeni bir varlık türü yaratmak üzere tabiat ötesinden, aşkın âlemden gönderdiği, tabiat üstü gerçek bir varlıktır; hatta Cenâb-ı Hakk’ın “ruhumdan” buyurarak insan ruhunu kendi zâtına yani bizâtihî gerçek olan yegâne varlığa izâfe etmesini dikkate alarak, insanın insan olmasını sağlayan asıl ve hakiki varlığının bedeni değil ruhu olduğunu kabul etmek gerekir. İslâm düşüncesine özgü “felsefî antropoloji”nin tartışmasız en büyük ismi olan Gazzâlî’nin İhyâ’da, insandaki mevki tutkusunun doğal ve metafizik kaynaklarını araştırdığı bölümde (III, 278 vd.) yer alan, İslâm dünyasında hiçbir zaman ulaşılamamış mükemmellikteki ruhla ilgili tahlilinin bir kısmını önemi dolayısıyla kısaltarak alıyoruz: “Ruh, tanrısal bir gerçekliktir (emrun rabbânîyyün). Çünkü yüce Allah, ‘Senden ruh hakkında bilgi istiyorlar. De ki: O rabbimin emrindendir’ (İsrâ 17/85) buyurmuştur… İnsan –açıklanması uzun sürecek– çeşitli asıllardan oluşturulmuştur. Onun özünde tanrısal gerçeklikten de bir pay bulunduğu için doğal olarak rubûbiyyeti sever. Rubûbiyyetin anlamı, bağımsızlık yoluyla varlıkta tekleşmek ve yetkinlikte eşsizleşmektir. Böylece yetkinlik ilâhî niteliklerden olduğu (ve insan da ilâhî gerçeklik olan ruha sahip olduğu) içindir ki, yetkinlik insan tarafından doğal olarak sevilmektedir. Yetkinlik varlıkta eşsizleşmedir, çünkü varlık bakımından başkalarıyla aynı düzeyde olmanın bir eksiklik olduğunda kuşku yoktur… Her insan, tabiatı gereği mükemmellikte eşsiz olmak ister. Bu sebeple sûfîlerin önde gelenlerinden biri “Her insanın içinde, Firavun’un, ‘Ben sizin en büyük tanrınızım’ diyerek seslendirdiği şekilde bir ululuk iddiası vardır, fakat bunu açığa vuramaz” demiştir. “Ruh rabbimin emrindendir” şeklindeki beyanın göstermiş olduğu rubûbiyyet ilişkisinden dolayı kölelik ruha ağır gelir, efendilik ise insanın doğası gereği sevilir. Ruh, yetkinliğin son noktasına ulaşamasa da ondaki yetkinleşme arzusu hiçbir zaman sönmez… Her varlık kendi zatını ve zatının yetkinleşmesini sever, bu sebeple de –ister zatının yokluğu olsun, ister üstün niteliklerinin yokluğu olsun– yokluğa mâruz kalmaktan nefret eder. İnsan, varlıkta eşsizleşmeyi istemesi yanında, diğer bütün varlıklar üzerinde hâkimiyet kurmayı da bir yetkinlik olarak düşünür ve ister… Bu yüzden, bir yetkinlik türü olması dolayısıyla başka bütün varlıklar üzerinde hâkimiyet kurmak da doğal olarak arzulanmaktadır. Herhangi bir şey üzerinde hâkimiyet kurmak demek, onu etkisi altına alma, istediği şekilde değiştirme ve onu dilediği gibi kullanacağı şekilde kontrolü altına alma gücüne sahip olmak demektir.” Gazzâlî, insanın canlı-cansız varlıklar üzerinde hâkimiyet kurma arzusunu, ruhun tanrısal âlemden gelmesinin bir sonucu olduğunu belirten açıklamalardan sonra insanın, kullanılması mümkün olan varlıkları dilediği gibi kullanarak, kullanılması mümkün olmayan varlıklar hakkında da bilgi edinerek bu hâkimiyet arzusunu gerçekleştirdiğini belirtir. Bu arada sahte yetkinliklerden de söz ettikten sonra, ruhun tanrısal gerçeklik olmasının gerektirdiği hakiki yetkinliğe, aynı zamanda Allah’ın da (hemen hemen bütün ilâhî dinlerde, teolojilerde ve mezheplerde müştereken kabul edilen) temel sıfatları olan ilim, irade ve kudret niteliklerini kazanmakla ulaşılacağı sonucuna varır. Şu halde insanın bütün varlıklar arasındaki değeri ve önemi bedenden değil, “rabbânî bir emir” olan, üzerinde durduğumuz 29. âyetteki ifadesiyle “Allah tarafından bedene üflenmiş” bulunan, dolayısıyla aşkın âlemden gelen ruhtan kaynaklanmaktadır. İnsan bu yönüyle seçkin bir varlık olduğu için varlıkta ve yetkinlikte eşsiz olmak, üstün olmak, başka bütün şeyleri tanımak, bilmek ve onları buyruğu altına almak ister. Buna da Gazzâlî’nin belirttiği gibi ancak bilgi, özgürlük ve güç ile ulaşılabildiği için normal olarak bütün insanlar bilgili, özgür ve güçlü olmak isterler. Fakat insanlar sık sık bu kavramların anlamı, mahiyeti ve amacı konusunda yanılırlar ve böylece hakiki değil, “sahte (vehmî) yetkinlik” peşinde koşarlar. Oysa insan, fizik ve metafizik varlık ve olaylar hakkında doğru bilgiler edinmeli, özgürlüğü geçici istek ve tutkuları yenerek onların karşısında bağımsız olmada aramalı, bilgisini ve özgürlüğünü mükemmelleştirme gücünü kazanmalıdır ki, sahte yetkinlikler arayışına sapmadan, ruhunun kaynağı olan aşkın âlemle bağını sürdürüp geliştirebilsin. İşte yüce Allah’ın, önünde meleklerin secdeye kapanmasını istediği insanın bu mertebesi, ruhun aşkın hüviyetinden gelmektedir. Bakara sûresinde (2/30-33) bildirildiğine göre Allah Teâlâ melekleri insanın bu hüviyeti hakkında bilgilendirmiş, onlar da secde buyruğuna uymuşlardı. Buna karşılık İblîs’in, Âdem’in ruhî cevherinin menşeini ve mükemmelliğini dikkate almadan sadece maddî karşılaştırma yaparak yani Âdem’in bedeninin topraktan, kendi varlığının ateşten yaratıldığına bakarak isyana kalkışması onun ilâhî rahmetten kovulmasına, kıyamete kadar lânetlenmesine sebep olmuştur.
 

قَالَ لَمْ اَكُنْ لِاَسْجُدَ لِبَشَرٍ خَلَقْتَهُ مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَأٍ مَسْنُونٍ

 

Fiil cümlesidir.  قَالَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir takdiri  هُوَ ‘dir.

لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.

اَكُنْ  nakıs, meczum muzari fiildir.  اَكُنْ ‘ün ismi müstetir olup takdiri  أنا ‘dir. 

Mekul’lül-kavli,  لَمْ اَكُنْ ‘dür.  قَالَ  fiilinin mef’ûlün bihi olarak mahallen mansubdur.

اَسْجُدَ  fiiline dahil olan  لِ , lam-ı cuhûddur. Muzariyi gizli  اَنْ ’le nasb ederek masdara çevirmiştir.

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  لِ  harfi ile birlikte  اَكُنْ ‘nün mahzuf haberine müteallıktır.

اَسْجُدَ  mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنا ‘dir.  لِبَشَرٍ  car mecruru  اَسْجُدَ  fiiline müteallıktır.

خَلَقْتَهُ  cümlesi  بَشَرٍ ‘in sıfatı olarak mahallen mecrurdur.

Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

خَلَقْتَهُ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamiri  تَ  fail olarak mahallen merfûdur. 

Muttasıl zamiri  هُ  mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur. 

مِنْ صَلْصَالٍ  car mecruru  بَشَراً ‘in mahzuf sıfatına müteallıktır.

مِنْ حَمَأٍ  car mecruru  صَلْصَالٍ ‘ın mahzuf sıfatına müteallıktır.

مَسْنُونٍ  kelimesi  حَمَأٍ ‘in sıfatı olup lafzen mecrurdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t (  النَّعَتُ  )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut (  المَنْعُوتُ  ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsûftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

 

قَالَ لَمْ اَكُنْ لِاَسْجُدَ لِبَشَرٍ خَلَقْتَهُ مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَأٍ مَسْنُونٍ

 

Beyânî istînâf olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müspet mazi fiil sıygasında lazım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır.

قَالَ  fiilinin İblisin sözlerinden oluşan mekulü’l-kavli menfi  كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi …  لَمْ اَكُنْ , faide-i haber ibtidaî kelamdır.

كَانَ ’nin haberinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.

Lam-ı cuhûdun dahil olduğu  اَسْجُدَ  cümlesi, cer mahallinde, masdar tevilindedir. Başındaki harf-i cerle birlikte  كَانَ ‘nin mahzuf haberine müteallıktır.

مَا كَان li olumsuz sıygalar, gerçekleşmesi aklen caiz olmayan umumi olumsuzluk için kullanılır. (Sâbûnî, Safvetü't Tefasir, 3/79)

خَلَقْتَهُ  cümlesi  بَشَرٍ  için sıfattır. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.

Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için kullanılan bir açıklama biçimidir. Sıfatın kullanılmasının, matbusunun daha iyi tanınması, övülmesi, yerilmesi, pekiştirilmesi, acındırılması, kapalılığının giderilmesi, tahsis edilmesi gibi maksatları vardır. Itnâb, bazen de sıfatlar vasıtasıyla yapılmaktadır. (Ar. Gör. Ömer Kara, Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: Itnâb-Îcâz (I) Kur’ân Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)

حَمَأٍ  ve  صَلْصَالٍ ’deki tenvin, tazim ve nev ifade eder. Bu kelimeler arasında 

mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

İblisin bu sözleri lâzım-ı faide-i haberdir.

"Ben çamurdan yarattığın adama secde mi ederim?" demek suretiyle, İblis, Âdem'in topraktan yaratıldığını söylemekle iktifa etmiştir.

İblisin cevabını suale uygun olarak vermemesi, tartışmadan kurtulmak içindir. Zaten tartışma onun ne haddine! Hülasa olarak şöyle demiş oluyor:

"Ben emre uymaktan ve melekler zümresine dahil olmaktan imtina etmedim; ben şanıma layık olmayan benden aşağı olan birine boyun eğmekten imtina ettim." (Ebüssuûd)

İblis'in Diretmesi: Kelamın başındaki lâm, olumsuzluğu tekid içindir ve manası: "Benim bir beşere secde etmem doğru olmaz" şeklindedir.

"Âdem'in beşer oluşunun, kesif (katı) bir cisim olduğunu gösterir. Halbuki İblis, ruhanî ve latif bir varlıktır. O halde şu anda bile, bu bakımdan ikisi arasında fark vardır." Buna göre sanki şeytan, "Beşer, kesif bir varlıktır ve derisi (beşeresi) vardır. Ben ise ruhanî ve latif bir varlığım. Kesif ve maddi olan, ruhanî ve latif olanlardan daha düşüktürler. Daha düşük olana, daha yüce olan nasıl secde edebilir? Hem sonra Âdem, kuru bir çamurdan, suretlenmiş bir balçıktan yaratılmıştır. Bu asıl madde ise, son derece değersizdir. İblisin asıl maddesi ise ateştir. Ateş ise, dört asıl elementin en kıymetlisidir. İblis'in aslı, Âdem'in aslından daha kıymetlidir. Binaenaleyh İblis'in Âdem'den daha kıymetli ve şerefli olması gerekir. Şerefliye daha aşağı durumda olana secde etmesini emretmek çirkin olur. Binâenaleyh birinci söz, beşerî veya ruhanî olmak bakımından söz konusu olan farka -ki bu şu anda da mevcuttur-; ikinci söz ise, meydana geldikleri asıl maddeler bakımından bulunan farka işarettir. İblis'in şüphesinin tamamı bundan ibarettir. (Fahreddin er-Râzî) 

26 ve 28. ayetlerde zikredilen,  مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَأٍ مَسْنُونٍ  ibaresinde tekrir ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Böyle tekrarlanan kelimeler, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.