Kehf Sûresi 79. Ayet

اَمَّا السَّف۪ينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاك۪ينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَاَرَدْتُ اَنْ اَع۪يبَهَا وَكَانَ وَرَٓاءَهُمْ مَلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَف۪ينَةٍ غَصْباً  ...

“O gemi, denizde çalışan birtakım yoksul kimselere ait idi. Onu yaralamak istedim, çünkü onların ilerisinde, her gemiyi zorla ele geçiren bir kral vardı.”
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَمَّا
2 السَّفِينَةُ O gemi س ف ن
3 فَكَانَتْ idi ك و ن
4 لِمَسَاكِينَ yoksulların س ك ن
5 يَعْمَلُونَ çalışan ع م ل
6 فِي
7 الْبَحْرِ denizde ب ح ر
8 فَأَرَدْتُ istedim ر و د
9 أَنْ ki
10 أَعِيبَهَا onu kusurlu yapmak ع ي ب
11 وَكَانَ çünkü vardı ك و ن
12 وَرَاءَهُمْ onların ilerisinde و ر ي
13 مَلِكٌ bir kral م ل ك
14 يَأْخُذُ alan ا خ ذ
15 كُلَّ her ك ل ل
16 سَفِينَةٍ gemiyi س ف ن
17 غَصْبًا zorla غ ص ب
 
Kıssada geçen “suçsuz bir insanın öldürülmesi”ni hiçbir ilâhî din onaylamaz. Halbuki âyetlerden anlaşıldığına göre Hızır bunları kendiliğinden değil ilâhî emir gereği olarak yapmıştır. Bu takdirde peygamberlere gönderilen ilâhî emirlerle Hızır’a verilen ilâhî emirler arasında bir çelişki görülmüyor mu? Bu durumda Hz. Mûsâ Hızır’ın açıklamasıyla nasıl ikna olmuştur? Bazı müfessirler bu emirlerin, bir şahsın zengin, diğerinin fakir ve birinin hasta, diğerinin sağlıklı olmasını takdir edip bu sonucu yaratan Allah’ın emirleriyle aynı gruptan olduğunu kabul etmişlerdir. Bu takdirde Hızır’ın Allah’ın emirlerini uygulayan bir melek olduğu veya insanlar için belirlenen sınırlarla bağımlı olmayan başka bir varlık olduğu sonucuna varmışlardır (Mevdûdî, 171 vd.). Bir diğer yoruma göre de bu soruya iki türlü cevap verilebilir: 1. Hz. Mûsâ’nın yoruma itiraz etmemesinden anlaşıldığına göre, onun mâsum zannettiği kimse çocuk değil, işlediği suçlardan dolayı öldürülmesi gereken ergin bir gençtir. 2. Hızır aleyhisselâm bunu kendiliğinden değil Allah’ın emriyle yaptığını söylemiştir; Mûsâ’nın itiraz etmemesinin sebebi de budur. Çünkü bu sözüyle Hızır, istisnaî hallerde özel bir şeriatla gönderilmiş bir peygamber olduğunu anlatmak istemiştir. Bundan dolayı o çocuğu öldürmesi olayı genel kurala aykırı olmakla beraber, Hızır için özel bir vahye dayanmaktadır. Hz. Mûsâ’yı Hızır aleyhisselâmdan ayıran en önemli nokta da budur (Şevkânî, III, 342; Elmalılı, V, 3272). 
 
 Bizim bu son yoruma katılmamız mümkün değildir; çünkü Allah’ın sünnet, âdet, ahlâk ve evrensel şeriatına ters düşmektedir. Bu olayın mâkul yorumu şöyle olabilir: a) İdamı gerektiren suçlar işlemiş ve bu yüzden öldürülmüştür. b) Eceli gelmiş, Hızır Allah’ın iradesi ile ölüm meleğinin rolünü üstlenmiştir. Sonuçta gencin ölmesi, ana ve babasını onun kötülüklerinden kurtarmıştır. Ledünnî ilmin İslâm’daki yeri ve değerini özetlemek gerekirse: Allah’tan gelen, vasıtasız elde edilen bilgiler İslâmî epistemolojide vahiy ve ilham olmak üzere ikiye ayrılır. Bunların ikisi de Allah katından (ledün) gelir, vahiy objektif ve genel, ilham sübjektif ve özeldir. Allah peygamberlerine gerekli gördüğünde sır ve gayba ait bilgi de verir, ama ilhama mazhar olan velîlerine vahyetmez. Bu sebeple ilham alanı, vahiy alandan üstün görmek isabetli olmaz. Temsilî olması da mümkün bulunan bu kıssadan anlaşılacağı gibi ilham belli konulara ait ve özel bilgi olup meşruiyeti, geçerliliği, doğruluğu vahiy yoluyla alınan bilgilere uygun olmasına bağlıdır.
 
 Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 573-574
 

Ğasabe غصب  :  غَصَبَ fiili gasbetmek, zorla almak, gayrı meşru bir şekilde ele geçirmektir. غَصْبٌ ise gasp ve kanunsuz olarak sahip olma demektir. (Müfredat)

Kuran’ı Kerim’de isim olarak 1 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli gasbetmektir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

Ayebe : عيب عابٌ / عَيْبٌ bir şeyin kendisinden dolayı عَيْبَةٌ olduğu, yani eksikliğin odağı olduğu bir durumdur. Sülasi formundaki kullanımı (عابَ-يَعِيبُ) ya geçtiği ayeti kerimedeki gibi fiilien ayıplı hale getirmek ya da sözle yani onu yererek ayıplı hale getirmekle olur. (Müfredat)

Kuran’ı Kerim’de sülasi fiil olarak 1 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli ayıptır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)  

 

اَمَّا السَّف۪ينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاك۪ينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَاَرَدْتُ اَنْ اَع۪يبَهَا وَكَانَ وَرَٓاءَهُمْ مَلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَف۪ينَةٍ غَصْباً

 

اَمَّا  tafsil manasında şart harfidir. Şart, tafsil ve tekid bildiren  اَمَّا  edatı, cevabının başındaki  ف  harfi ile ayırt edilir. Zira cevabının başında  ف  harfi varsa o şart edatıdır ve tekid bildirir, yok ise tafsil ifade eder. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu ve Haberin Muktezâ-i Zâhire Uygun Gelmemesi Durumu)

السَّف۪ينَةُ  mübteda olup lafzen merfûdur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  كَانَتْ لِمَسَاك۪ينَ  cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.  كَانَتْ  nakıs mebni mazi fiildir.  تْ  te’nis alametidir.  İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.

كَانَتْ ’in ismi müstetir olup takdiri  هى ’dir.  لِمَسَاك۪ينَ  car mecruru  كَانَتْ ’in mahzuf haberine müteallıktır.

مَسَاك۪ينَ  kelimesi müntehel cumû’ sıygasında olan isimlerden olup gayri munsarif  olduğu için cer alameti fethadır.

Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.

Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.

Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsarif kısma girer. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يَعْمَلُونَ  fiili,  مَسَاك۪ينَ nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur.  يَعْمَلُونَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

فِي الْبَحْرِ  car mecruru  يَعْمَلُونَ  fiiline müteallıktır.

فَ  atıf harfidir.  اَرَدْتُ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تُ  fail olarak mahallen merfûdur.

اَنْ  ve masdar-ı müevvel, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. اَع۪يبَهَا  mansub muzari fiildir. Fail ise müstetir zamir  انا ’dir. Muttasıl zamir  هَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

وَ  atıf harfidir.  كَانَ  nakıs mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.

وَرَٓاءَهُمْ  car mecruru  كَانَ nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.

مَلِكٌ  kelimesi  كَانَ nin ismi olup lafzen merfûdur. يَأْخُذُ  fiili,  مَلِكٌ  sıfatı olarak mahallen merfûdur. يَأْخُذُ  merfû muzari fiiildir. Faili müstetir olup takdiri هوdir.

كُلَّ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  سَف۪ينَةٍ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

غَصْباً  mef’ûlu mutlaktan naibdir. Takdiri, مبيّن لنوعه (Çeşidini, türünü açıklayan) şeklindedir.

اَرَدْتُ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  رود ’dir.

İf’al babı fiille, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.

 

اَمَّا السَّف۪ينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاك۪ينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَاَرَدْتُ اَنْ اَع۪يبَهَا وَكَانَ وَرَٓاءَهُمْ مَلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَف۪ينَةٍ غَصْباً

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayette, Hızır’ın (a.s.) sözleri devam etmektedir.

السَّف۪ينَةُ  mübteda,  فَكَانَتْ لِمَسَاك۪ينَ  cümlesi haber, aynı zamanda şartın cevabıdır. كَانَ ’nin dahil olduğu haber cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır.  لِمَسَاك۪ينَ, nakıs fiil  كَانَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. Cümle şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.

اَمَّا  harf-i şart, tafsil ve tekid için kullanılır. Şart harfi olması için kendisinden sonra فَ  harfinin gelmesi zorunludur. Zemahşerî;  اَمَّا  cümleye tekid anlamı kazandırır, demiştir. (İtkan, c. 1, s. 421)

اَمَّا  şart anlamı içeren bir harf olduğu için cevabı  فَ  ile birlikte gelir. Cümle içerisinde kullanılmasının anlama katkısı ise ilave bir tekid sağlamasıdır. Nitekim Zeyd’in gideceğini anlatmak istediğinde  زَيْدٌ ذاهِبٌَ  dersin. Ama bunu tekid ederek Zeyd’in mutlaka gideceğini ve gitmekte kararlı olduğunu belirtmek istediğinde;  اما زيد مذاهب “Zeyd’e gelince mutlaka gidecek.” dersin. Bu sebeple Sîbeveyhi bunun izahında, “Her ne olursa olsun Zeyd gidecektir.” demiştir. Bu izah iki fayda celb etmektedir; ilki onun tekid anlamı ihtiva etmesi, ikincisi de şart anlamı ihtiva etmesidir. (Keşşâf)

يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ  cümlesi,  لِمَسَاك۪ينَ  kelimesinin sıfatıdır. Muzari fiil sıygasında gelerek  teceddüt, istikrar ve tecessüm ifade etmiştir. Sıfat, mevsufunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

…فَكَانَتْ لِمَسَاك۪ينَ   cümlesine  فَ  ile atfedilen   فَاَرَدْتُ اَنْ اَع۪يبَهَا  cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümleler arasında manen ve lafzen ittifak mevcuttur.

اَرَدْتُ  fiili, iki mef’ûlü nasb yapan fiillerdendir.  اَنْ  masdar harfi ve akabindeki  اَع۪يبَهَا cümlesi masdar teviliyle  اَرَدْتُ  fiilinin iki mef’ûlü yerindedir. Masdar-ı müevvel  cümlesi olan  اَع۪يبَهَا  muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Hızır’ın  فَاَرَدْتُ اَنْ اَع۪يبَهَا [Gemiyi kusurlu hale getirdim] diyerek görünüşte kötü olan bir fiili kendisine isnad etmesi, فَاَرَادَ رَبُّكَ اَنْ يَبْلُغَٓا اَشُدَّهُمَا  “Rabbin, çocukların büyüyüp güçlenmelerini istedi.” (Kehf Suresi, 82) diyerek de hayrı Allah’a isnad etmesinde edep öğretme sanatı vardır. Bu üslup, kulların Allah’a karşı nasıl davranacaklarını öğretmektedir. (Safvetu’t Tefasir)

قد  takdiriyle hal cümlesi  وَكَانَ وَرَٓاءَهُمْ مَلِكٌ, nakıs fiil  كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi sübut ifade eder.

Hal, cümlede failin, mef’ûlün veya her ikisinin durumunu bildirmek için kullanılan vasfı ifade eden ıtnâb sanatıdır.

Muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  يَأْخُذُ كُلَّ سَف۪ينَةٍ غَصْباً  cümlesi, مَلِكٌ  kelimesinin sıfatıdır. Sıfat, mevsufunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

غَصْباً  mef'ûl-u mutlak veya hal olarak mansubdur.

سَف۪ينَةٍ  kelimesinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

كُلَّ سَف۪ينَةٍ  [Her gemi] terkibinde hazif yoluyla îcaz vardır. “Her sağlam gemiyi” takdirindedir.  فَاَرَدْتُ اَنْ اَع۪يبَهَا  [Onu kusurlu yapmak istedim.] ifadesinden anlaşıldığı için  صالحة  (sağlam) lafzı kaldırılmıştır. (Safvetu’t Tefasir)

İhtibâk bir belâgat terimi olarak “İkinci cümlede benzeri zikredilen kelime veya ifadenin birinci cümleden, birinci cümlede benzeri zikredilenin de ikinci cümleden hazf edilmesi” şeklinde tanımlanır. Buna göre ihtibâk, sözden düşürülmüş olan kelime veya ifadelerin, zikredilen kelime veya ifadeden hareketle tespit edilerek yerine konulmasıdır. (Suyûtî, İtkân, II, 831; Hacımüftüoğlu, İ’câz ve Belâgat Deyimleri, s. 82)

وَرَٓاءَهُمْ  kelimesiyle o gemiyi gasp yoluyla alan melikin, onların önünde olması kastedilmiştir. Bu izahı, Ferrâ yapmıştır. Bunun böyle izah edilmesinin delili ise [Onların önünde de cehennem vardır. (İbrahim Suresi, 16)] ayetidir. Keza [Önlerindeki o çetin günü bırakırlar. (İnsan Suresi, 27)] ayeti de böyledir. Bu işin hakikati şudur: Senin göremediğin şey, senden gizlenmiş; sen de ondan gizlenmişsindir. O halde senin göremediğin her şey senin ötendedir. Bir şeyin önüne de o şey ondan gaib olduğunda ve görülmediğinde  وَرَٓاءَ /verâ lafzı kullanılır. (Fahreddin er-Râzî)