مَا نَنْسَخْ مِنْ اٰيَةٍ اَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَٓا اَوْ مِثْلِهَاۜ اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | مَا | ne ki |
|
2 | نَنْسَخْ | biz neshedersek |
|
3 | مِنْ | (bir parça) |
|
4 | ايَةٍ | ayeti |
|
5 | أَوْ | veya |
|
6 | نُنْسِهَا | onu unutturursak |
|
7 | نَأْتِ | getiririz |
|
8 | بِخَيْرٍ | daha iyisini |
|
9 | مِنْهَا | ondan |
|
10 | أَوْ | ya da |
|
11 | مِثْلِهَا | benzerini |
|
12 | أَلَمْ |
|
|
13 | تَعْلَمْ | bilmez misin? |
|
14 | أَنَّ | şüphesiz |
|
15 | اللَّهَ | Allah’ın |
|
16 | عَلَىٰ |
|
|
17 | كُلِّ | her |
|
18 | شَيْءٍ | şeye |
|
19 | قَدِيرٌ | gücü yeter |
|
Ehl-i kitap, Kur’ân’ın öteki kitapların hükmünü kaldırdığını kabul edemiyorlardı. Bunun Cenab-ı Hakka hikmetsizlik izâfesi olduğunu söylüyorlardı. Oysa bakıyoruz ki, Cenab-ı Hak bu âyet-i kerîmesinde hem bunu söyleyenlere cevap veriyordu, hem de müslümanlara hükümlerini belli aşamalar halinde belirlediğini beyan ediyordu.
Yani Cenab-ı Hak geçici bir zaman maslahatını esas alarak bir hüküm belirleyebilir. Fakat insanlara bunun geçici bir maslahat olduğunu bildirmeyebilir. Yani o hükmü ilerde değiştireceğini bildirmeyebilir. O hükümle muhatap olan insanlar da onun sürekli bir hüküm olduğunu düşünebilirler. Ama sonradan önceki maslahat dönemi bitip yeni bir maslahat dönemi başlayabilir ki, yeni bir hükmün gelmesine zemin hazırlanmış olsun. (Besairul Kur’ân Ali Küçük Tefsiri)
مَا نَنْسَخْ مِنْ اٰيَةٍ اَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَٓا اَوْ مِثْلِهَاۜ
مَا iki muzari fiili cezmeden şart ismidir. نَنْسَخْ fiilinin mukaddem mef'ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. نَنْسَخْ meczum muzari fiildir. Şart fiilidir. Faili müstetir zamir نحن 'dur. مِنْ اٰيَةٍ car mecruru şart ismi مَا ‘nın mahzuf sıfatına müteallıktır.
اَوْ atıf harfidir. نُنْسِ fiili نَنْسَخْ fiiline matuftur. Onun için meczumdur. Cezm alameti, يَ harfinin düşmesidir. Muttasıl zamir ها mef'ûlun bih olarak mahallen mansubtur. Şartın cevabı, نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَٓا cümlesidir. نَأْتِ fiilinin cezm alameti, illet harfinin hazfedilmesidir. بِخَيْرٍ car mecruru, نَاْتِ fiiline müteallıktır. مِنْهَا car mecruru بِخَيْرٍ ‘ya müteallıktır. مِثْلِهَا ibaresi اَوْ ile makabline matuftur.
اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Hemze, istifham harfidir. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. تَعْلَمْ meczum muzari fiildir. اَنَّ ve masdar-ı müevvel, تَعْلَمْ fiilinin iki mef’ûlu yerindedir. اَنَّ isim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ lafzı اَنَّ 'nin ismidir. عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ car mecruru قَدٖيرٌ kelimesine muteallıktır. قَدٖيرٌ kelimesi اَنَّ 'nin haberidir.
مَا نَنْسَخْ مِنْ اٰيَةٍ اَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَٓا اَوْ مِثْلِهَاۜ
Ayet fasılla gelmiştir.
İlk cümle, şart üslubunda haberî isnaddır. Haberî manadadır. Şart ve cevap cümleleri muzari fiil sıygasıyla gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Atıflar, bu ayette ibâha ifade eden اَوْ harfiyle yapılmıştır.
‘Serbest bırakmak’ anlamına gelen ibâha, seçeneklerden birini veya hepsini yapmak konusunda serbestliktir. Tercih manasında olan edatlar bu anlamda kullanıldıklarında umum ifade eder. Çünkü ibâha, umum karinelerindendir. اَوْ edatı, cümledeki seçeneklerin birleştirilmelerinin mübahlığına, َو edatı ise zorunluluğuna delalet eder. Zerkeşî (ö. 794/1392), Cürcânî’nin ‘Avâmil isimli eserinde bu durumu şöyle açıkladığını nakletmektedir: “İbâha anlamı taşıyan اَوْ edatı, cevazen müşareketi gerektirir. و edatı ise vücûben müşareketi gerektirir.” Fakat bu kuralın gerçekleşebilmesi için, أَو edatının birleştirdiği şeylerin aynı cinsten olmaları gerekir. (Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler (Doktora Tezi) Abdullah Hacıbekiroğlu)
نَنْسَخْ - نُنْسِهَا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ayette, önceki ayetteki gaib zamirinden azamet zamirine geçişte iltifat sanatı vardır.
Bir görüşe göre نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَٓا [Yerine daha hayırlısını getiririz.] ifadesi “daha kolay ve hafif” anlamına, bir başka görüşe göre “sevabı daha çok” anlamına, bir başka görüşe göre ise “akıbet açısından daha iyi” anlamına gelir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
نسي , unuttu; انسي , unutturdu demektir. Bazı alimler الانسن kelimesinin kökünün bir anlamının da “unutan varlık” manasında olduğu görüşündedirler. Diğer kök anlamı ise انسية (ünsiyet), yani alışkanlık geliştirebilendir.
Terim olarak nesih; şer’î bir hükmü, başka bir şer’î delille kaldırmak, yahut daha önce konmuş bir hükmü daha sonraki bir hükümle değiştirmektir.
Bazı alimler Kur'an'da nesh olduğu görüşünde, bazıları ise olmadığı görüşündedir. Merak edenler bu konuyu tefsir usulü kitaplarından araştırabilirler.
Alimlerin çoğu neshin olmadığı görüşündedirler. Ayette zaten ‘’neshettik’’ buyurulmamıştır. Farzımuhal kabilinden söylenmiştir. Ayrıca burada konu, Yahudilerin kendilerine verilen kitaptan sonra Peygamber Efendimiz'e (sav) inanmamalarıdır. Dolayısıyla ayet-i kerime, Allah dilerse daha önce getirdiği şeriatları kaldırır veya unutturur manasındadır.
Allah Teâlâ kullarının işlerinin mâliki olduğunu ve ayetleri neshetme vb. şeylerle işleri kullarının maslahatına uygun şekilde idare ettiğini beyan edip de [Bilmiyor musun ki] sözüyle bu gerçeği onlara ikrar ettirince, ardından onlara, haklarında en uygun olan şeyleri indireceği hususunda kendisine güvenmelerini ve Yahudi atalarının Musa’ya karşı, neticesi kendileri hakkında vebal olan isteklerde bulunup; اجْعَلْ لَنَٓا اِلٰهًا كَمَا لَهُمْ اٰلِهَةٌۜ [Onların ilahları olduğu gibi bizim için de bir ilah yap!] (A‘râf 7/138) ve اَرِنَا اللّٰهَ جَهْرَةً [Bize Allah’ı apaçık bir şekilde göster!] (Nisâ 4/153) dedikleri gibi Peygamber (sav)’e önerilerde bulunmamalarını tavsiye etmek istemiştir. (Keşşâf)
اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Ayetin ikinci cümlesi, önceki cümle gibi inşâî isnaddır. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda olmasına rağmen cümle, takrir manasına gelmesi sebebiyle mecâz-ı mürsel mürekkeptir. Cümlede mütekellim Allah Teâlâ olduğu için istifhamda, tecâhül-i ârif sanatı vardır.
علم fiili, iki mef’ûle müteaddi olan fiillerdendir. اَنَّ ile tekid edilmiş faide-i haber talebî kelam olan masdar-ı müevvel cümlesi, تَعْلَمْ fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.
"Bilmez misin ki” Peygamber'e (sav) hitaptır. Maksat, O ve ümmetidir. Çünkü arkasından "sizin için yoktur” buyrulmuştur. Yalnız onu zikretmesi bunu en iyi bilenleri ve bilgilerinin kaynağı olmasındandır. (Beyzâvî)
Bir görüşe göre bu ifade Hz. Peygamber efendimize hitap olup Yahudilere reddiye mahiyetindedir. Bir görüşe göre bu ayet, Hz. Peygamber ile nesh konusunda tartışan kimselere hitaptır. Devamında وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ [Sizin için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.] (Bakara 2/107) ayetinin gelmiş olması buna delalet eder. Zira devamındaki bu ifade Yahudilere hitaptır. Doğru olan görüş bu ayetin müminlere hitap olduğu şeklindedir, çünkü ayet onlara zafer ve dostluk vaadi ihtiva etmektedir.
اَلَمْ تَعْلَمْ [Bilmez misin?] ifadesi onaylama anlamında soru kalıbıdır, yani “bilirsin” anlamına gelir. Bunun benzeri, arkadaşına “Sana şunu vermedim mi?” derken “verdim” demek istemendir. Bir görüşe göre emir manasında bir sorudur, yani anlam “Bil” şeklindedir ve tıpkı arkadaşına “Zeyd’in geldiğini bilmez misin?” derken “Bil” demek istemen gibidir. Aynı durum, فَهَلْ اَنْتُمْ مُنْتَهُونَ [Artık vazgeçtiniz değil mi?] (Mâide 5/91) ayetinin “Vazgeçin!” anlamına gelmesinde de söz konusudur.
اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ [Allah’ın her şeye kâdir olduğunu] yani kullarının kendisine dilediği çeşitli ibadetlerle kulluk etmesini sağlamaya ve onlar için uygun olduğuna dair bilgisi uyarınca bu ibadetleri başkaları ile değiştirmeye kâdir olduğunu [bilmez misin?]. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
Bu ayeti kerime, sonrasında gelen 107. ayet ile, konunun önemi ve büyüklüğünden dolayı tekid edilmiştir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgat’il Kur’âni’l Kerim, 867.soru)
Cümlede azamet zamirinden gaib zamire geçişte, güzel bir iltifat sanatı vardır. Amaç kalpte muhabbeti sağlamaktır. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, S. 358., Soru 866)