بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
مَا نَنْسَخْ مِنْ اٰيَةٍ اَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَٓا اَوْ مِثْلِهَاۜ اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | مَا | ne ki |
|
2 | نَنْسَخْ | biz neshedersek |
|
3 | مِنْ | (bir parça) |
|
4 | ايَةٍ | ayeti |
|
5 | أَوْ | veya |
|
6 | نُنْسِهَا | onu unutturursak |
|
7 | نَأْتِ | getiririz |
|
8 | بِخَيْرٍ | daha iyisini |
|
9 | مِنْهَا | ondan |
|
10 | أَوْ | ya da |
|
11 | مِثْلِهَا | benzerini |
|
12 | أَلَمْ |
|
|
13 | تَعْلَمْ | bilmez misin? |
|
14 | أَنَّ | şüphesiz |
|
15 | اللَّهَ | Allah’ın |
|
16 | عَلَىٰ |
|
|
17 | كُلِّ | her |
|
18 | شَيْءٍ | şeye |
|
19 | قَدِيرٌ | gücü yeter |
|
Ehl-i kitap, Kur’ân’ın öteki kitapların hükmünü kaldırdığını kabul edemiyorlardı. Bunun Cenab-ı Hakka hikmetsizlik izâfesi olduğunu söylüyorlardı. Oysa bakıyoruz ki, Cenab-ı Hak bu âyet-i kerîmesinde hem bunu söyleyenlere cevap veriyordu, hem de müslümanlara hükümlerini belli aşamalar halinde belirlediğini beyan ediyordu.
Yani Cenab-ı Hak geçici bir zaman maslahatını esas alarak bir hüküm belirleyebilir. Fakat insanlara bunun geçici bir maslahat olduğunu bildirmeyebilir. Yani o hükmü ilerde değiştireceğini bildirmeyebilir. O hükümle muhatap olan insanlar da onun sürekli bir hüküm olduğunu düşünebilirler. Ama sonradan önceki maslahat dönemi bitip yeni bir maslahat dönemi başlayabilir ki, yeni bir hükmün gelmesine zemin hazırlanmış olsun. (Besairul Kur’ân Ali Küçük Tefsiri)
مَا نَنْسَخْ مِنْ اٰيَةٍ اَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَٓا اَوْ مِثْلِهَاۜ
مَا iki muzari fiili cezmeden şart ismidir. نَنْسَخْ fiilinin mukaddem mef'ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. نَنْسَخْ meczum muzari fiildir. Şart fiilidir. Faili müstetir zamir نحن 'dur. مِنْ اٰيَةٍ car mecruru şart ismi مَا ‘nın mahzuf sıfatına müteallıktır.
اَوْ atıf harfidir. نُنْسِ fiili نَنْسَخْ fiiline matuftur. Onun için meczumdur. Cezm alameti, يَ harfinin düşmesidir. Muttasıl zamir ها mef'ûlun bih olarak mahallen mansubtur. Şartın cevabı, نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَٓا cümlesidir. نَأْتِ fiilinin cezm alameti, illet harfinin hazfedilmesidir. بِخَيْرٍ car mecruru, نَاْتِ fiiline müteallıktır. مِنْهَا car mecruru بِخَيْرٍ ‘ya müteallıktır. مِثْلِهَا ibaresi اَوْ ile makabline matuftur.
اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Hemze, istifham harfidir. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. تَعْلَمْ meczum muzari fiildir. اَنَّ ve masdar-ı müevvel, تَعْلَمْ fiilinin iki mef’ûlu yerindedir. اَنَّ isim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ lafzı اَنَّ 'nin ismidir. عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ car mecruru قَدٖيرٌ kelimesine muteallıktır. قَدٖيرٌ kelimesi اَنَّ 'nin haberidir.
مَا نَنْسَخْ مِنْ اٰيَةٍ اَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَٓا اَوْ مِثْلِهَاۜ
Ayet fasılla gelmiştir.
İlk cümle, şart üslubunda haberî isnaddır. Haberî manadadır. Şart ve cevap cümleleri muzari fiil sıygasıyla gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Atıflar, bu ayette ibâha ifade eden اَوْ harfiyle yapılmıştır.
‘Serbest bırakmak’ anlamına gelen ibâha, seçeneklerden birini veya hepsini yapmak konusunda serbestliktir. Tercih manasında olan edatlar bu anlamda kullanıldıklarında umum ifade eder. Çünkü ibâha, umum karinelerindendir. اَوْ edatı, cümledeki seçeneklerin birleştirilmelerinin mübahlığına, َو edatı ise zorunluluğuna delalet eder. Zerkeşî (ö. 794/1392), Cürcânî’nin ‘Avâmil isimli eserinde bu durumu şöyle açıkladığını nakletmektedir: “İbâha anlamı taşıyan اَوْ edatı, cevazen müşareketi gerektirir. و edatı ise vücûben müşareketi gerektirir.” Fakat bu kuralın gerçekleşebilmesi için, أَو edatının birleştirdiği şeylerin aynı cinsten olmaları gerekir. (Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler (Doktora Tezi) Abdullah Hacıbekiroğlu)
نَنْسَخْ - نُنْسِهَا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ayette, önceki ayetteki gaib zamirinden azamet zamirine geçişte iltifat sanatı vardır.
Bir görüşe göre نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَٓا [Yerine daha hayırlısını getiririz.] ifadesi “daha kolay ve hafif” anlamına, bir başka görüşe göre “sevabı daha çok” anlamına, bir başka görüşe göre ise “akıbet açısından daha iyi” anlamına gelir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
نسي , unuttu; انسي , unutturdu demektir. Bazı alimler الانسن kelimesinin kökünün bir anlamının da “unutan varlık” manasında olduğu görüşündedirler. Diğer kök anlamı ise انسية (ünsiyet), yani alışkanlık geliştirebilendir.
Terim olarak nesih; şer’î bir hükmü, başka bir şer’î delille kaldırmak, yahut daha önce konmuş bir hükmü daha sonraki bir hükümle değiştirmektir.
Bazı alimler Kur'an'da nesh olduğu görüşünde, bazıları ise olmadığı görüşündedir. Merak edenler bu konuyu tefsir usulü kitaplarından araştırabilirler.
Alimlerin çoğu neshin olmadığı görüşündedirler. Ayette zaten ‘’neshettik’’ buyurulmamıştır. Farzımuhal kabilinden söylenmiştir. Ayrıca burada konu, Yahudilerin kendilerine verilen kitaptan sonra Peygamber Efendimiz'e (sav) inanmamalarıdır. Dolayısıyla ayet-i kerime, Allah dilerse daha önce getirdiği şeriatları kaldırır veya unutturur manasındadır.
Allah Teâlâ kullarının işlerinin mâliki olduğunu ve ayetleri neshetme vb. şeylerle işleri kullarının maslahatına uygun şekilde idare ettiğini beyan edip de [Bilmiyor musun ki] sözüyle bu gerçeği onlara ikrar ettirince, ardından onlara, haklarında en uygun olan şeyleri indireceği hususunda kendisine güvenmelerini ve Yahudi atalarının Musa’ya karşı, neticesi kendileri hakkında vebal olan isteklerde bulunup; اجْعَلْ لَنَٓا اِلٰهًا كَمَا لَهُمْ اٰلِهَةٌۜ [Onların ilahları olduğu gibi bizim için de bir ilah yap!] (A‘râf 7/138) ve اَرِنَا اللّٰهَ جَهْرَةً [Bize Allah’ı apaçık bir şekilde göster!] (Nisâ 4/153) dedikleri gibi Peygamber (sav)’e önerilerde bulunmamalarını tavsiye etmek istemiştir. (Keşşâf)
اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Ayetin ikinci cümlesi, önceki cümle gibi inşâî isnaddır. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda olmasına rağmen cümle, takrir manasına gelmesi sebebiyle mecâz-ı mürsel mürekkeptir. Cümlede mütekellim Allah Teâlâ olduğu için istifhamda, tecâhül-i ârif sanatı vardır.
علم fiili, iki mef’ûle müteaddi olan fiillerdendir. اَنَّ ile tekid edilmiş faide-i haber talebî kelam olan masdar-ı müevvel cümlesi, تَعْلَمْ fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.
"Bilmez misin ki” Peygamber'e (sav) hitaptır. Maksat, O ve ümmetidir. Çünkü arkasından "sizin için yoktur” buyrulmuştur. Yalnız onu zikretmesi bunu en iyi bilenleri ve bilgilerinin kaynağı olmasındandır. (Beyzâvî)
Bir görüşe göre bu ifade Hz. Peygamber efendimize hitap olup Yahudilere reddiye mahiyetindedir. Bir görüşe göre bu ayet, Hz. Peygamber ile nesh konusunda tartışan kimselere hitaptır. Devamında وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ [Sizin için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.] (Bakara 2/107) ayetinin gelmiş olması buna delalet eder. Zira devamındaki bu ifade Yahudilere hitaptır. Doğru olan görüş bu ayetin müminlere hitap olduğu şeklindedir, çünkü ayet onlara zafer ve dostluk vaadi ihtiva etmektedir.
اَلَمْ تَعْلَمْ [Bilmez misin?] ifadesi onaylama anlamında soru kalıbıdır, yani “bilirsin” anlamına gelir. Bunun benzeri, arkadaşına “Sana şunu vermedim mi?” derken “verdim” demek istemendir. Bir görüşe göre emir manasında bir sorudur, yani anlam “Bil” şeklindedir ve tıpkı arkadaşına “Zeyd’in geldiğini bilmez misin?” derken “Bil” demek istemen gibidir. Aynı durum, فَهَلْ اَنْتُمْ مُنْتَهُونَ [Artık vazgeçtiniz değil mi?] (Mâide 5/91) ayetinin “Vazgeçin!” anlamına gelmesinde de söz konusudur.
اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ [Allah’ın her şeye kâdir olduğunu] yani kullarının kendisine dilediği çeşitli ibadetlerle kulluk etmesini sağlamaya ve onlar için uygun olduğuna dair bilgisi uyarınca bu ibadetleri başkaları ile değiştirmeye kâdir olduğunu [bilmez misin?]. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
Bu ayeti kerime, sonrasında gelen 107. ayet ile, konunun önemi ve büyüklüğünden dolayı tekid edilmiştir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgat’il Kur’âni’l Kerim, 867.soru)
Cümlede azamet zamirinden gaib zamire geçişte, güzel bir iltifat sanatı vardır. Amaç kalpte muhabbeti sağlamaktır. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, S. 358., Soru 866)
اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَلَمْ |
|
|
2 | تَعْلَمْ | bilmez misin? |
|
3 | أَنَّ | şüphesiz |
|
4 | اللَّهَ | Allah |
|
5 | لَهُ | onundur |
|
6 | مُلْكُ | mülkü |
|
7 | السَّمَاوَاتِ | göklerin |
|
8 | وَالْأَرْضِ | ve yerin |
|
9 | وَمَا | ve yoktur |
|
10 | لَكُمْ | size |
|
11 | مِنْ |
|
|
12 | دُونِ | başka |
|
13 | اللَّهِ | Allah’tan |
|
14 | مِنْ | hiçbir |
|
15 | وَلِيٍّ | koruyucu |
|
16 | وَلَا | ve (ne de) |
|
17 | نَصِيرٍ | bir yardımcı |
|
Allah’ı dost edinmek, hayatımızda onu ‘Tek’ yapmak
6 dakika 50sn https://youtu.be/QLM2s4tOL0E
O şeriatı da Allah getirdi, bu şeriatı da Allah getirdi, mülk onundur, başka kimsede böyle bir yetki yoktur.
اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ
Hemze istifham harfidir. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. تَعْلَمْ meczum muzari fiildir. اَنَّ ve masdar-ı müevvel, تَعْلَمْ fiilinin iki mef’ûlu yerindedir. اَنَّ isim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ lafza-i celâli اَنَّ 'nin ismidir. لَهُ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. مُلْكُ السَّمٰوَاتِ muahhar mübtedadır. الْاَرْضِ kelimesi السَّمٰوَاتِ kelimesine matuftur.
وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ
وَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. لَكُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. مِنْ دُونِ car mecruru وَلِيٍّ ’nin mahzuf haline veya mahzuf habere müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli muzâfun ileyhtir. Cer alameti kesradır. مِنْ وَلِيٍّ ’deki مِنْ zaiddir. وَلِيٍّ lafzen mecrur mahallen muahhar mübteda olarak merfûdur.
و atıf harfidir. Nefy harfi لَا olumsuzluğu tekid etmek içindir. نَص۪يرٍ lafzı وَلِيٍّ kelimesine matuftur.
اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ
Ayet fasılla gelmiştir. İki ayet arasındaki bağlantı kemâl-i ittisâldir.
İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda olmasına rağmen cümle, takrir manasına gelmesi sebebiyle mecâz-ı mürsel mürekkeptir. Cümlede mütekellim Allah Teâlâ olduğu için istifhamda, tecâhül-i ârif sanatı vardır.
علم fiili iki mef’ûle müteaddi olan fiillerdendir. اَنَّ ile tekid edilmiş faide-i haber inkârî kelam olan masdar-ı müevvel cümlesi, تَعْلَمْ fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.
اَلَمْ تَعْلَمْ [Bilmez misin ki] Peygamber 'e hitaptır Maksat, O ve ümmetidir, çünkü arkasından "sizin için yoktur” buyurulmuştur. Yalnız Onu zikretmesi bunu en iyi bilenleri ve bilgilerinin kaynağı olmasındandır. (Beyzâvî, Safvetü't Tefâsir) Bundan dolayı da, mecâz-ı mürsel mürekkeptir.
تَعْلَمْ fiilindeki müfret muhatap zamirinden لَكُمْ ’deki cemi muhatap zamirine geçişte, iltifat sanatı vardır.
Ayeti kerimedeki له car mecruru, takdim edilerek tahsis ifade etmiştir. Yerlerin ve göklerin mülkü, Allah’a kasr edilmiştir. Hakiki kasr ve kasrı sıfat alel mevsuftur. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, S. 359., Soru 71)
Bu ayet, önceki ayetin son cümlesi ile başladığı için aralarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ
Temâsül sebebiyle öncesine atfedilen cümlede, takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. Zaid مِنْ harfi, takdim ve isme isnad unsurlarıyla tekid edilen cümle, faide-i haber inkârî kelamdır.
[Sizin için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.] cümlesindeki مِنْ harfi, olumsuzlamanın pekiştirilmesi içindir. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim)“Ne de bir yardımcı” ifadesi de olumsuzlamaya atıftır ki eğer bunun başına لَا ifadesi gelmemiş olsaydı hem dostluğun hem de yardımın ikisinin bir arada onlardan olumsuzlandığı şeklindeki anlam müphemleşebilir ve bunlardan sadece birinin olumsuzlandığı vehmi ortaya çıkabilirdi. Bu yüzden [ne de bir yardımcı] ifadesi kullanılarak her ikisinin de kasıtlı olarak olumsuzlandığı belirtilmiş oldu. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
وَلِيٍّ - نَص۪يرٍ kelimeleri arasında murâât-ı nazîr sanatı vardır.
دُونِ اللّٰهِ izafeti kısa yoldan izah ve gayrıyı tahkir içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla Allah isminde tecrîd sanatı vardır.
Bütün kemâl ve celâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâl, ayette telezzüz, teberrük ve kalplerde haşyet uyandırmak için tekrarlanmıştır. Bu tekrarda ıtnâb, reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
من دون الله ve ان الله terkiplerinde zamir yerine Allah lafzının getirilmesi, ruhlardaki korku ve endişeyi artırmak içindir. (Safvetü't Tefâsir)
Bu cümlede üç anlam vardır:
اَمْ تُر۪يدُونَ اَنْ تَسْـَٔلُوا رَسُولَكُمْ كَمَا سُئِلَ مُوسٰى مِنْ قَبْلُۜ وَمَنْ يَتَبَدَّلِ الْكُفْرَ بِالْا۪يمَانِ فَقَدْ ضَلَّ سَوَٓاءَ السَّب۪يلِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَمْ | yoksa |
|
2 | تُرِيدُونَ | arzu (mu) ediyorsunuz? |
|
3 | أَنْ |
|
|
4 | تَسْأَلُوا | istekte bulunmayı |
|
5 | رَسُولَكُمْ | rasulunüzden |
|
6 | كَمَا | gibi |
|
7 | سُئِلَ | istedikleri |
|
8 | مُوسَىٰ | Musa’dan |
|
9 | مِنْ |
|
|
10 | قَبْلُ | daha önce |
|
11 | وَمَنْ | ve kim |
|
12 | يَتَبَدَّلِ | değiştirirse |
|
13 | الْكُفْرَ | inkarı |
|
14 | بِالْإِيمَانِ | imana |
|
15 | فَقَدْ | şüphesiz (o) |
|
16 | ضَلَّ | sapıtmıştır |
|
17 | سَوَاءَ | dümdüz |
|
18 | السَّبِيلِ | yolu |
|
Aslında sorular üç türlüdür:
a: Yapma adına sorulan sorular. Uygulama derdiyle, yaşama endişesiyle öğrenme arzusuyla sorulan sorular. İyi anlayalım da hayatımızı onunla düzenleyelim niyetiyle sorulan sorular.
b: Anlama adına, öğrenme adına ve de yaşama, amel etme adına sorulan sorular.
c: Yapmama adına, kaçma adına sorulan sorular. Bakara sûresinin önceki âyetlerinde görmüştük; bakara hadisesinde, kaçma adına İsrâil oğulları Hz. Mûsa’ya çok fazla soru sormuşlardı.
Aslında seele, istemek demektir. Onlar peygamberlerinden çok şey istemişlerdi, yoksa sizler de peygamberinizden onların yaptığı gibi çok şey isteyip onu bunaltmak mı istiyorsunuz? Diyor Rabbimiz.
"Bu küfürdür imandan sonra, bunu yaparsanız gerçekten yolunuzu sapıtmış olursunuz."
Peki şimdi bu âyetin üsttekiyle ilgisi nasıl oldu? Önce bir nesihten söz etti Rabbimiz, sonra da denildi ki; hayrola, Mûsâ’nın kavmi gibi mi yapacaksınız? Demek ki insanlardan Peygambere ve Peygamberin getirdiği mesaja teslimiyetleri isteniyor burada. Yani Allah diler öyle yapar, Rasûl diler böyle, yapar buna sizler karışamazsınız. Sizler, Allah’ın nasıl isterse öylece yapacağına inanın! (Besairul Kur’ân Ali Küçük Tefsiri)
اَمْ تُر۪يدُونَ اَنْ تَسْـَٔلُوا رَسُولَكُمْ كَمَا سُئِلَ مُوسٰى مِنْ قَبْلُۜ
اَمْ Munkatı’ olup بل ve hemze manasındadır. Takdiri بل أتريدون şeklindedir. اَنْ ve masdar-ı müevvel تُرٖيدُونَ fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubtur. تَسْـَٔلُوا fiili; نَ ’un hazfiyle mansub muzari fiildir. رَسُولَ mef’ûlun bihtir. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. رَسُولَكُمْ izafeti muzâfun ileyhin şanı içindir.
كَ misli manasındadır. ما ve masdar-ı müevvel, كَ harfi ceriyle birlikte mahzuf masdarın sıfatı veya mef‘ûlu mutlak olarak mahallen mansubtur. Takdiri أن تسألوا رسولكم سؤالا مثل سؤال (Rasulunüze … benzeri sual mi sormak istiyorsunuz) şeklindedir. مُوسٰى kelimesi سُئِلَ fiilinin naib-i falidir. مِنْ قَبْلُ car mecruru سُئِلَ fiiline müteallıktır. قَبْلُ cer mahallinde muzâftır. Kelimenin merfû oluşu muzâfun ileyhinin mahzuf olduğunun işaretidir. Ötre muzâfun ileyhten ivazdır.
وَمَنْ يَتَبَدَّلِ الْكُفْرَ بِالْا۪يمَانِ فَقَدْ ضَلَّ سَوَٓاءَ السَّب۪يلِ
وَ istînâfiyyedir. مَنْ şart harfidir. Mübteda olarak mahallen merfûdur. يَتَبَدَّلِ şart fiilidir ve مَنْ ’in haberi olarak mahallen merfûdur. الْكُفْرَ mef’ûlun bihtir. Fetha ile mansubtur. بِالْا۪يمَانِ car mecruru يَتَبَدَّلِ fiiline müteallıktır.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıtadır. قَدْ tekid ifade eden tahkik harfidir. ضَلَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. سَوَٓاءَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. السَّب۪يلِ muzâfun ileyhtir. Cer alameti kesradır. يَتَبَدَّلِ fiili, tefa’ûl babındadır. Sülâsîsi بدل ’dir. Bu bab fiile, mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.اَمْ تُر۪يدُونَ اَنْ تَسْـَٔلُوا رَسُولَكُمْ كَمَا سُئِلَ مُوسٰى مِنْ قَبْلُۜ
Ayet istînâfiyyedir. Ayetin ilk cümlesi istifham üslubunda gelmiş, talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda gelmiş olmasına karşın soru değil tevbih, azarlama anlamındadır. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim). Vaz edildiği anlamın dışında geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkeptir. Ayrıca ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Zeccâc şöyle der: اَمْ (yoksa) kelimesi soru anlamı veren elif harfine atıf olarak kullanılmadığı durumlarda, soru anlamına gelen elif ile birlikte بل (aksine) anlamına gelir. Dolayısıyla cümlenin anlamı [Aksine sizler peygamberinizi sorguya çekmek istiyorsunuz!] şeklindedir. Bu, kınama anlamında bir sorudur. Âyet Yahudiler hakkında inmiştir, çünkü onlar “Bize tıpkı Mûsâ’nın Tevrat’ı tek seferde getirdiği gibi, tek seferde inen bir kitap getir.” demişlerdir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
تَسْـَٔلُوا - سُئِلَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
وَمَنْ يَتَبَدَّلِ الْكُفْرَ بِالْا۪يمَانِ فَقَدْ ضَلَّ سَوَٓاءَ السَّب۪يلِ
وَ istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. يَتَبَدَّلِ şart fiili aynı zamanda haberdir. Müsbet muzari fiil formunda faide-i haber ibtidâî kelamdır. Cevap cümlesi tahkik harfi قَدْ ’ile tekid edilmiş faide-i haber talebî kelamdır.
الْكُفْرَ- الْا۪يمَانِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab, ا۪يمَانِ - ضَلَّ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî, الْكُفْرَ - ضَلَّ kelimeleri arasında ise murâât-ı nazîr sanatı vardır.
[Her kim imanı küfre değişirse] ifadesindeki يَتَبَدَّلِ ve istibdâl, bir şeyi bir başka şeyin bedeli olarak almaktır. Burada Hz. Muhammed aleyhisselamı inkâr etmeyi ona iman etmeye tercih etmek kastedilmiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
Burada ام تريدون sözü, muhatab zamiri ile gelmişken, hemen ardından و من يتبدل الكفر بالايمان sözünde gaib zamirine iltifat yapılmıştır. Bunun belâgat açısından sebebi, müslüman olan muhatabların, dalalet ve batıl olmakla nitelenmesinin kerih olmasındandır. (Âdil Ahmet Sâbır er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’âni’l Kerim, Soru 879)
Kur’an,‘’yoldan sapma” ifadesini iki şekilde kullanır: ضَلَّ سَواّءَ السَّبِيل ve ضَلّ عَنْ سواء السبيل
عن ile kullanıldığında, doğru yoldan sapılmıştır. Yani kişi doğru yoldadır ve nereye gittiğini biliyordur ama bir yanlış yapmış ve yoldan sapmıştır. Geri dönüş çabası olması umud edilir. Ama عن olmadan kullanılınca yolun nerde olduğunu, ya da gittiği yolun bir yere varıp varamayacağını bile bilmiyordur. Yani tümüyle kaybolmuştur!”
[Doğru yolu şaşırdı] ifadesi, sıfatın mevsufa izafeti kabilinden olup "doğru yol" manasınadır. Bu şekilde bir ifade, hakkı gördükten sonra onu bırakıp batıla dönen kimsenin son derece alçaklık ettiğini ve adi birisi olduğunu vurgular. (Safvetü't Tefâsir)
Musa (as)’dan ''Allah’ı açıkça bize göster'' talebinde bulunmuşlardır. Burada peygamberlerinden ne istedikleri açıkça zikredilmemiştir. كَمَا سُئِلَ [İstedikleri gibi] buyurulmuş, yani isteme fiilleri birbirine benzetilmiştir.
وَدَّ كَث۪يرٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُمْ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِكُمْ كُفَّاراًۚ حَسَداً مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّۚ فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتّٰى يَأْتِيَ اللّٰهُ بِاَمْرِه۪ۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَدَّ | isterler |
|
2 | كَثِيرٌ | bir çoğu |
|
3 | مِنْ | -nden |
|
4 | أَهْلِ | ehli- |
|
5 | الْكِتَابِ | kitap |
|
6 | لَوْ | şayet |
|
7 | يَرُدُّونَكُمْ | sizi döndürmek |
|
8 | مِنْ |
|
|
9 | بَعْدِ | sonra |
|
10 | إِيمَانِكُمْ | imanınızdan |
|
11 | كُفَّارًا | kafirler olarak |
|
12 | حَسَدًا | hasetle |
|
13 | مِنْ |
|
|
14 | عِنْدِ |
|
|
15 | أَنْفُسِهِمْ | içlerindeki |
|
16 | مِنْ |
|
|
17 | بَعْدِ | sonra |
|
18 | مَا |
|
|
19 | تَبَيَّنَ | apaçık belli olduktan |
|
20 | لَهُمُ | onlara |
|
21 | الْحَقُّ | gerçek |
|
22 | فَاعْفُوا | affedin |
|
23 | وَاصْفَحُوا | hoş görün |
|
24 | حَتَّىٰ | kadar |
|
25 | يَأْتِيَ | getirinceye |
|
26 | اللَّهُ | Allah |
|
27 | بِأَمْرِهِ | emrini |
|
28 | إِنَّ | şüphesiz |
|
29 | اللَّهَ | Allah |
|
30 | عَلَىٰ |
|
|
31 | كُلِّ | her |
|
32 | شَيْءٍ | şeye |
|
33 | قَدِيرٌ | gücü yetendir |
|
Ayet affedin ve sayfayı çevirin diyor.. Unutun yani.. Daha önemli şeyler var ilgilenmeniz gereken. Bedir kapıda.. Bugüne bakan yönüyle önceliklerimizi belirlemeyi öğretiyor ayet bize. Daha önemli ilgilenmen gereken şeyler var ve hemen arkasından umut veriyor. Muhakkak ki Allah herşeye gücü yetendir... O zaman korkma.. Sen birşeye odaklanmak istiyorsan namazını kıl zekatını ver.. Salat aynı zamanda bağ kurmak demektir. Allah bu iki ibadetle dinimizi özetliyor aslında. Namaz kıl Allahla bağını koparma, zekat vermek için helal yoldan kazan helal ye helalinden ver kullarımla bağını koparma. Hepsinin karşılığını Allah katında bulacaksınız.
Allah umduklarını bulanlardan eylesin hepimizi...
Ayette afv ve safh sözcükleri bir arada zikredilmiştir. Affetmekle kalmayıp unut demektir.
Hased ve benzeri kelimeler şöyle özetlenir:
Sehâvet (سخاوة): Bende var, onda da olsun.
İysâr (إيثار): Benim değil, onun olsun.
Cûd (جود): Benim yok, ama onun olsun.
Fakr (فقر): Onda yok, bende de olmasın.
Gıbta (غبطة): Onda var, bende de olsun.
Hased (حسد): Bende yok, onda da olmasın.
Buhl (بخل): Bende var ama onda olmasın.
Şuh (شح): Onunki benim olsun. (Kadın ve Aile Dergisi)
وَدَّ كَث۪يرٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُمْ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِكُمْ كُفَّاراًۚ
Fiil cümlesidir. وَدَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. كَثٖيرٌ fail olup lafzen merfûdur. مِنْ اَهْلِ car mecruru كَثٖيرٌ 'a veya mahzuf sıfatına müteallıktır. الْكِتَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
لَوْ ve masdar-ı müevvel, وَدَّ fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubdur.
مِنْ بَعْدِ car mecruru يَرُدُّونَكُمْ fiiline mütealliktir. ا۪يمَانِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mecrurdur. كُفَّارًا kelimesi يَرُدُّونَكُمْ fiilinin ikinci mef’ûlun bihi olup fetha ile mansubdur.
حَسَداً مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّۚ
حَسَدًا kelimesi amil يردّون أو ودّ olan sebebiyet bildiren mef’ûlün lieclih olup fetha ile mansubdur. مِنْ عِنْدِ car mecruru حَسَداً ‘e mütealliktir. اَنْفُسِهِمْ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مِنْ بَعْدِ cümlesi وَدَّ fiiline mütealliktir. مَا ve masdar-ı müevvel, بَعْدِ ‘nin muzâfun ileyhi olarak mahallen mecrurdur. لَهُمُ car mecruru تَبَيَّنَ fiiline mütealliktir. الْحَقُّ kelimesi تَبَيَّنَ fiilinin faili olup lafzen merfûdur.
تَبَيَّنَ fiili, tefa’ûl babındadır. Sülâsîsi بين ’dir. Bu bab fiile, mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
حَسَداً مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِهِمْ [Sırf içlerindeki hasetten ötürü] : Haset, belli bir kazanca sahip olan birinin o kazancından dolayı üzüntü duymak ve o kazancın o kimsenin elinden çıkmasını temenni etmektir. Burada حَسَدًا kelimesinin mansub olması iki sebepten olabilir:
فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتّٰى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِه
ف mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasihadır. اعْفُوا fiili نَ 'nun hazfıyla mebni emir fiildir. وَاصْفَحُوا cümlesi فَاعْفُوا ‘ya matuftur. حَتّٰى gaye bildiren cer harfidir. يَاْتِىَ muzari fiilini gizli اَنْ ile nasb ederek anlamını masdara çevirmiştir. اَنْ ve masdarı müevvel, cer mahallinde اعْفُوا fiiline mütealliktir.
اللّٰهُ lafza-i celâli fail olup lafzen merfûdur. بِاَمْرِ car mecruru يَاْتِىَ fiiline mütealliktıi. Muttasıl zamir ه muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ lafzı اِنَّ nin ismi olup fetha ile mansubdur. قَدِ۪يرٌ kelimesi اِنَّ nin haberi olup lafzen merfûdur. عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ car mecruru قَدِ۪يرٌ ' e mütealliktir. شَيْءٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَدَّ كَث۪يرٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُمْ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِكُمْ كُفَّاراًۚ حَسَداً مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّۚ
İstînâf cümlesidir. Müsbet fiil cümlesi formunda, faide-i haber ibtidâî kelamdır.
ا۪يمَانِكُمْ - كُفَّار kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
من عند انفسكم cümlesindeki من , ibtidaiyyedir. Yahudilerin nefislerinde hasedin iyice yerleşmiş, kök salmiş olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca ardından عند ile de tekid edilerek, iyice pekiştirilmiştir. (Âdil Ahmet Sâbır er- Ruveynî, Min Belâgati’l Kur’âni’l Kerim, Soru 882)
تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّۚ [Hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra], yani Muhammed aleyhisselamın Allah’ın peygamberi, İslam’ın Allah’ın dini olduğu onlar için açıkça ortaya çıktıktan sonra... Diğer bir görüşe göre bu ifade, “Onlara Muhammed ve dinin Tevrat’ta zikredilen hakikati ortaya çıktıktan sonra” anlamına gelir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتّٰى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِه
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasihadır. Takdiri إذا كان أمرهم كذلك (Onlara bu şekilde emredildiği zaman ...) şeklindedir. Mahzufla birlikte cümle, talebî inşâî isnaddır. Şart cümlesinin hazfı, îcâz-ı hazif sanatıdır. Şartın cevabı olan فَاعْفُوا cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
وَاصْفَحُوا cümlesi cevap fiiline, temasül nedeniyle atfedilmiştir.
Gaye bildiren حَتّٰى ’nın dahil olduğu masdar tevilindeki cümle, muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidâî kelamdır. Cümlenin müsnedün ileyhi, telezzüz, teberrük ve haşyet uyandırmak için lafza-i celâlle gelmiştir.
Allah Teâlâ’ya ait olan zamire muzâf olması اَمْرِ için tazim ve teşrif ifade eder.
اَمْرِ ‘den kasıt, savaş emrinin verilmesidir. Dolayısıyla bu ayetin, kıtal emri veren ayeti kerimeden önce indiği anlaşılmaktadır. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru 887)
Ehli kitap ve müşrikler, sırf menfaatlerine ters düştüğü için ve sırf haset nedeniyle inkâr etmişlerdir. Bu haset duygusu aslında Allah’ın taksimine itirazdır.
Burada اعْفُوا ve اصْفَحُوا fiilleri bir arada zikredilmiştir. ‘’Affetmekle kalma, unut.’’ demektir. Musafaha kelimesi de صفح kökünden gelir.
Affetmek demek olan العفو ile الصفح arasındaki fark, العفو, günaha ceza vermeyi terketmektir, الصفح ise, kınamayı ve suçlamayı terketmek demektir. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru 884)
العفو ile الصفح arasında mürâât-i nazîr vardır.
Haset ve kavram alanındaki benzer kelimeler şöyle özetlenir:
سخاوة: Bende var, onda da olsun.
إيثار: Benim değil, onun olsun.
جود: Benim yok, ama onun olsun.
فقر: Onda yok, bende de olmasın.
غبطة: Onda var, bende de olsun.
حسد: Bende yok, onda da olmasın.
بخل: Bende var ama onda olmasın.
شح: Onunki benim olsun. (Kadın ve Aile Dergisi)
اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Taliliye olarak fasılla gelmiştir. اِنَّ ve takdim kasrıyla tekid edilmiş cümle faide-i haber inkârî kelamdır. Müsnedün ileyh, telezzüz ve teberrük için alem isimle gelmiştir.
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Müsnedün ileyhin, bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi teberrük, telezzüz ve haşyet uyandırma amacına matuftur.
Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle, ayetteki lafza-i celâllerde tecrîd sanatı vardır.
Lafza-i celâlin tekrarında, reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
[Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.] yani Allah azaba da intikama da her şeye kâdirdir. Bir görüşe göre anlam, “Sizi onların eziyetlerinden savaşsız kurtarmaya da kâdirdir, o halde siz feraha ermeyi bekleyin ve şu an namaz ve zekat ile meşgul olun!” şeklindedir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۜ وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَأَقِيمُوا | ve kılın |
|
2 | الصَّلَاةَ | namazı |
|
3 | وَاتُوا | ve verin |
|
4 | الزَّكَاةَ | zekatı |
|
5 | وَمَا | ne ki |
|
6 | تُقَدِّمُوا | ne gönderirsiniz |
|
7 | لِأَنْفُسِكُمْ | kendiniz için |
|
8 | مِنْ |
|
|
9 | خَيْرٍ | hayırdan |
|
10 | تَجِدُوهُ | bulursunuz |
|
11 | عِنْدَ | katında |
|
12 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
13 | إِنَّ | şüphesiz |
|
14 | اللَّهَ | Allah |
|
15 | بِمَا | şeyleri |
|
16 | تَعْمَلُونَ | yaptıklarınız |
|
17 | بَصِيرٌ | görür |
|
Namazı ikâme edin. Namazın misyonunu, fonksiyonunu gerçekleştirin. Namazı ayağa kaldırın. Namazı Allah’ın istediği biçimde ifa edin. Allah’la diyalog gerçekleştirecek biçimde ifa edin onu. Hayatı düzenleyecek biçimde namazı ikâme edin. Ve de zekâtı verin.
Yani zekâtlarınızı vererek Allah’ın mallarınıza da karışma yetkisinde olduğunu kabullenin. Yani Allah’la münâsebetinizi namazla, toplumla münâsebetinizi de zekâtla icra edin. Dilenci ifadesiyle söylersek ne verirseniz elinizle o gider sizinle. Yarınınız için bugünden ne takdim etmişseniz onu Allah’ın yanında hazır bulacaksınız.
Namaz gibi, oruç gibi, hac gibi, cihat gibi, infak gibi, zaman gibi bugün ne takdim etmişseniz yarın Allah katında onu hazır bulacaksınız. Hem de onlara en muhtaç olduğunuz bir anda kat kat fazlasıyla Allah’ın yanında hazır bulacaksınız onları. Rabbimiz böylece bana güzel borçlar sunun ki; o bende kalsın, yarın size en lâzım olduğu günde benden alırsınız buyuruyor. (Besairul Kur’ân Ali Küçük Tefsiri)
Önceki ayette kitap ehlinin çoğunun Müslümanları imanlarından döndürmek istedikleri zikredildikten sonra burada namaz ve zekat emredilmiştir.
İmanımızı korumak için bu iki emre yapışmak gerekir. Ameller taklidi de olsa bizim imanımızı artırır. Namaz ferdi, zekat sosyal / toplumsal bir ibadettir. Namazda bir tek sen varsın, zekatta sen ve senin dışında biri daha vardır.
Ayetin sonrası hayır olarak ne sunarsanız şeklinde gelmiştir. Demek ki namaz ve zekat hayır olarak Allah katında bulacağımız amellerdendir, belki de onların başında geliyor.
وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۜ وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّٰهِۜ
وَ istînâfiyyedir. اَق۪يمُوا mebni emir fiildir. الصَّلٰوةَ mef‘ûlun bih fetha ile mansubtur. اٰتُوا الزَّكٰوةَ cümlesi atıf harfi وَ ile öncesine atfedilmiştir.
وَ istînâfiyyedir. مَا iki fiili cezmeden şart ismidir. Mukaddem mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. تُقَدِّمُوا fiili sonundaki نَ harfinin hazfiyle cezm olmuştur. Aynı zamanda şart fiilidir. لِاَنْفُسِ car mecruru تُقَدِّمُوا fiiline müteallıktır. مِنْ خَيْرٍ car mecruru مَا ’nın mahzuf haline müteallıktır.
تَجِدُوهُ (bulacaksınız) fiili de şartın cevabı olup aynı şekilde meczumdur.
Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. عِنْدَ اللّٰهِ car mecruru تَجِدُوهُ fiiline veya mahzuf haline müteallıktır.
اِنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb, haberini ref eder. اللّٰهَ lafzı, اِنَّ ’nin ismidir. مَٓا müşterek ism-i mevsûlu, بِ harfiyle birlikte بَص۪يرٌ kelimesine müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası تَعْمَلُونَ cümlesidir. Îrabtan mahalli yoktur. تَعْمَلُونَ muzari fiildir. نَ۟ ’un sübutuyla merfûdur.
بَص۪يرٌ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۜ
وَ, istînâfiyyedir. Ayet, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. وَاٰتُوا cümlesi, öncesine temasül nedeniyle atfedilmiştir.
الصَّلٰوةَ - الزَّكٰوةَۜ kelimeleri arasında murâât-ı nazîr sanatı vardır.
اَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ ifadesinde namaz dinin direği gibi ifade edilmiştir. Bu ifadede istiare vardır. Din çadıra benzetilmiştir. Çadır ancak direk sayesinde ayakta durur. Direk olmayınca çadır da olmaz.
وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّٰهِۜ
وَ, istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda haberi isnaddır. تُقَدِّمُوا şart cümlesi, تَجِدُوهُ cevap cümlesidir. Her iki cümle de muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidâî kelamdır.
عِنْدَ اللّٰهِۜ muzâfın şanı içindir. Allah lafzında tecrîd sanatı vardır.
[Önceden kendiniz için yaptığınız her iyiliği Allah’ın katında bulacaksınız.] Buradaki مَا harfi şart ifade eder, bu nedenle تُقَدِّمُو [önceden yaptığınız] fiili cezm olmuştur, sonundaki نَ harfi bu nedenle hazfedilmiştir. تَجِدُوهُ [bulacaksınız] fiili de bunun cevabı olup meczumdur ve aynı sebeple onun da sonundaki نَ harfi hazfedilmiştir. Anlam, “Ahirete hazırlayıp takdim ettiğiniz namaz, zekat ve diğer ibadetler türünden her ne hayır işlemişseniz onların sevabını Allah katında bulursunuz.” şeklindedir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
اٰتُوا - تُقَدِّمُوا ve الصَّلٰوةَ - الزَّكٰوةَۜ kelimeleri arasında murâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ayetin sonrası hayır olarak ne sunarsanız şeklinde gelmiştir. Demek ki namaz ve zekat hayır olarak Allah katında bulacağımız amellerdendir, belki de onların başında gelmektedir.
اِنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Ayetin son cümlesi fasılla gelmiştir. Lafza-i celal اِنَّ ’nin ismi, بَص۪يرٌ haberidir. Müsnedün ileyhin bütün esmayı bünyesinde toplayan Allah ismiyle marife oluşu telezzüz ve teberrük içindir.
Cümle faide-i haber inkârî kelamdır. Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâl’de tecrîd sanatı vardır. Lafza-i celâl’in tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Müşterek ism-i mevsûl مَا ’da, tevcih sanatı vardır.
Cümlede car mecrur, amilinin önüne geçmiştir. Bu takdim, tahsis ifade eder. Yani, ‘’O yaptıklarınızı görür. Görmediği hiçbir şey yoktur.’’ Bu cümle, mamulun amiline kasrını, başka bir deyişle de olumlu ifadenin yanında bir de olumsuz mana ifade eder.
Cümle mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
[Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı görür.] Yani Allah işlediğiniz hayır ve şerleri görür. Bu ifade itaat/ibadetlere karşı vaad, günahlara karşı da en etkili şekilde yapılmış bir tehdittir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr) Lazım-melzum alakasıyla mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
وَقَالُوا لَنْ يَدْخُلَ الْجَنَّةَ اِلَّا مَنْ كَانَ هُوداً اَوْ نَصَارٰىۜ تِلْكَ اَمَانِيُّهُمْۜ قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَقَالُوا | ve dediler |
|
2 | لَنْ |
|
|
3 | يَدْخُلَ | asla giremez |
|
4 | الْجَنَّةَ | cennete |
|
5 | إِلَّا | başkası |
|
6 | مَنْ | kimseden |
|
7 | كَانَ | olan |
|
8 | هُودًا | Yahudi |
|
9 | أَوْ | veyahut |
|
10 | نَصَارَىٰ | hıristiyan |
|
11 | تِلْكَ | işte bu |
|
12 | أَمَانِيُّهُمْ | onların kuruntusudur |
|
13 | قُلْ | de ki |
|
14 | هَاتُوا | getirin |
|
15 | بُرْهَانَكُمْ | delilinizi |
|
16 | إِنْ | eğer |
|
17 | كُنْتُمْ | iseniz |
|
18 | صَادِقِينَ | doğru |
|
وَقَالُوا لَنْ يَدْخُلَ الْجَنَّةَ اِلَّا مَنْ كَانَ هُوداً اَوْ نَصَارٰىۜ تِلْكَ اَمَانِيُّهُمْۜ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. قَالُو damme üzere mebni mazi fiildir. Mekulü’l-kavl cümlesi لَنْ يَدْخُلَ الْجَنَّةَ ’dir. قَالُوا fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubtur. لَنْ muzariyi nasb ederek manasını olumsuz müstakbele çeviren harftir. Tekid ifade eder. يَدْخُلَ mansub muzari fiildir. Faili müstetir هُوَ zamiridir. الْجَنَّةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. اِلَّا hasr edatıdır. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesidir. İsm-i mevsûlun îrabtan mahalli yoktur. كَانَ ’nin ismi müstetir هُوَ zamiridir. هُوداً ise haberidir. نَصَارٰى atıf harfi اَوْ ile هُوداً kelimesine matuftur. işaret ismi تِلْكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud, yani uzaklık bildirir, ك ise muhatap zamiridir. اَمَانِيُّهُمْ haberdir. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Buradaki اَمَانِيُّ (kuruntular) kelimesi اُمْنِيَّةٌ kelimesinin çoğuludur. Temennî arzulamak demektir. Yani anlam, “Bunu herhangi bir delil sahibi olmaksızın arzu ederler.” şeklindedir. Araplar delilsiz sözü temennî (arzu), gurur (aldanma), dalâl (sapma), ahlâm (düşler) ve mecaz (gerçek dışı ifade) olarak isimlendirirler. Bir görüşe göre burada اَمَانِيُّ (kuruntular) kelimesi “yalanlar” anlamına gelir (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir اَنْتَ zamiridir. Mekulü’l kavl cümlesi هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ ’dir. قُلْ fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubtur. هَاتُوا fiili نَ harfinin hazfi ile mebni emir fiildir. بُرْهَانَ kelimesi mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
هَاتُوا fiili, Kur'an'da dört kere geçmiştir. İbni Hişam'a göre camid bir fiildir. Mazisi, muzarisi yoktur. (İrabül Kur’ân, Mahmud Sâfî) هات kelimesi, هاء konumunda ve “getir, ortaya koy” anlamında bir sestir. (Keşşaf tefsiri)
اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir. تُمْ muttasıl zamiri كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur. صَادِق۪ينَ kelimesi كَانَ ’nin haberidir. Nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler, ي ile nasb olurlar. Şartın cevap cümlesi, öncesinin delaletiyle hazfedilmiştir.
صَادِق۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan صدق fiilinin ism-i failidir.
وَقَالُوا لَنْ يَدْخُلَ الْجَنَّةَ اِلَّا مَنْ كَانَ هُوداً اَوْ نَصَارٰىۜ تِلْكَ اَمَانِيُّهُمْۜ
وَ, istînâfiyyedir. Ayetin 109. ayetteki ودّ كثير.. ibaresine matuf olması da caizdir.
İlk cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır. قَالُوا fiilinin mekulü’l-kavli لَنْ يَدْخُلَ الْجَنَّةَ cümlesi, kasr ile tekid edilmiş fiil cümlesidir. Lazım-ı faideî haber talebî kelamdır.
Kasr fiille fail arasındadır. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsuftur.
Fasılla gelen, mübteda ve haberden müteşekkil تِلْكَ اَمَانِيُّهُمْۜ cümlesi faide-i haber ibtidâî kelamdır. İtiraz cümlesidir. İtiraz cümleleri anlamı zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Medine Yahudileri “Cennete ancak Yahudiler girecek.” derken Necran Hristiyanları “Cennete ancak Hristiyanlar girecek.” dediler. Yani her iki grup bunu ayrı ayrı söylemişlerdir. Yoksa bu iki grup, her ikisinin de cennete gireceğini birlikte söylemiş değillerdir. [Bu, onların kuruntularıdır.]
تِلْكَ اَمَانِيُّهُمْۜ [Bu, onların hayalleri ve rüyalarıdır.] cümlesi, itiraz cümlesi olup davalarının batıl ve yalancı bir dava olduğunu vurgular. (Safvetü't Tefâsir)
هُوداً - نَصَارٰىۜ kelimeleri arasında murâât-ı nazîr sanatı vardır.
قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ
Fasılla gelen cümle, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Mekulü’l-kavl de emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ [De ki, delilinizi getirin.] Buradaki "delilinizi getiriniz" emri, onları susturmak ve kınamak içindir. (Safvetü't Tefâsir)
اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Ayetin son cümlesi, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Cümle şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Şart cümlesi كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cevap cümlesi öncesinin delaletiyle hazfedilmiştir. Şartın cevabının mahzuf oluşu îcâz-ı hazif sanatıdır.
بَلٰى مَنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَلَهُٓ اَجْرُهُ عِنْدَ رَبِّه۪ۖ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | بَلَىٰ | hayır |
|
2 | مَنْ | kim |
|
3 | أَسْلَمَ | teslim ederse |
|
4 | وَجْهَهُ | yüzünü |
|
5 | لِلَّهِ | Allah’a |
|
6 | وَهُوَ | ve o |
|
7 | مُحْسِنٌ | işini güzel yaparak |
|
8 | فَلَهُ | onun |
|
9 | أَجْرُهُ | mükafatı |
|
10 | عِنْدَ | yanındadır |
|
11 | رَبِّهِ | Rabbinin |
|
12 | وَلَا | ve yoktur |
|
13 | خَوْفٌ | korku |
|
14 | عَلَيْهِمْ | onlara |
|
15 | وَلَا | ve yoktur |
|
16 | هُمْ | onlara |
|
17 | يَحْزَنُونَ | üzülmek |
|
Yüzü Allah’a teslim etmek tabiriyle müslüman olmak kastedilmiştir. Burada da mecazi bir kullanım vardır. Cüz-kül alakasıyla mecazi mürsel sanatı vardır. İnsanın en değerli yeri yüzüdür. O yüzden secde ediyoruz ve o yüzden kimisine bu çok ağır gelir.
Muhsin, ihsan edendir. Allah’ı görür gibi yaşayandır.
Cebrail aleyhisselâm, Hz. Peygamber'in de aralarında bulunduğu bir sahabe topluluğuna insan suretinde gelmiş, iman, İslâm, ihsan ve kıyamet alâmetleri gibi bazı soruları Allah Rasûlüne sorarak cevaplarını almıştır. İşte Cebrail (a.s.)'in bizzat soru sorarak ve cevaplarını tasdik ederek telkin ettiği bu hadise "Cibril hadîsi" adı verilmiştir.
Abdullah b. Ömer'in, babası Hz. Ömer'den naklettiği bu hadis şöyledir:
"Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)'in yanında bulunduğumuz sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğru peygamber (s.a.s.)'in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu ve:
"Ya Muhammed! Bana İslâm'ın ne olduğunu söyle?" dedi. Rasûlullah (s.a.s.): "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir." buyurdu. O zat: "Doğru söyledin." dedi. Babam dedi ki: "Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu."
"Bana imandan haber ver?" dedi. Rasûlullah (s.a.s.): Âllah'a, Allah'ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır." buyurdu. O zât yine: "Doğru söyledin." dedi. Bu sefer:
"Bana ihsandan haber ver?" dedi. Rasûlullah (s.a.s.): " Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni muhakkak görür." buyurdu. O zat:
"Bana kıyametten haber ver?" dedi. Rasûlullah (s.a.s.) "Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha çok bilgi sahibi değildir." buyurdular. "O halde bana alâmetlerinden haber ver." dedi. Peygamber (s.a.s.):
"Câriyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir." buyurdu. Babam dedi ki:
Bundan sonra o zat gitti. Ben bir süre bekledim. Sonunda Allah Rasûlü bana: "Ya Ömer! O soru soran zatın kim olduğunu biliyor musun?" dedi. "Allah ve Rasûlü bilir." dedim.
"O Cibrîl'di. Size dininizi öğretmeye gelmişti." buyurdular. (Buhârî, İman 1; Müslim, İman 1)
Seleme سلم :
سَلْمٌ ve سَلامَةٌ zâhir ve bâtın afetlerden, dertlerden ve hastalıklardan uzak olmaktır. Gerçek selamet ancak cennettedir. Zira fenâ bulmayacak, sonu olmayacak bekâ, fakirliği olmayacak bir zenginlik, zilleti olmayacak bir izzet ve hastalığı olmayacak bir sıhhat oradadır.
Yüce Allah'ın Selâm سَلامٌ sözcüğüyle vasfedilmesinin nedeni, mahlukata ilişen ayıpların, kusurların; afet, bela ve dertlerin O'na ilişmemesidir.
سُلَّمٌ ise kendisiyle yüksek yerlere ulaşmada vasıta edinilen araç/merdivendir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de pek çok farklı formda 140 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri selim, sâlim, selam, selamlık, selâmet, İslâm, Müslüman, teslim, teslimat, istislam, süllem ve Süleyman'dır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
بَلٰى مَنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَلَهُٓ اَجْرُهُ عِنْدَ رَبِّه۪ۖ
بَلٰى nefyi iptal için gelen cevap harfidir. بَلٰى Soru olumsuz, cevap olumlu olduğunda, cevap cümlesinin başına getirilen tasdik edatıdır. Yani olumsuz soruya verilen olumlu cevaba has bir edattır ve olumsuz soru cümleleri ile olumsuz cümlelerin anlamını olumluya çevirir. (Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler (Doktora Tezi) Abdullah Hacıbekiroğlu)
مَنْ şart ismidir. Mübteda olarak mahallen merfûdur. اَسْلَمَ mazi fiildir. مَنْ ’in haberi olarak mahallen merfûdur. Aynı zamanda şart fiilidir. Faili müstetir هُو zamiridir. وَجْهَهُ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. لِلّٰهِ car mecruru اَسْلَمَ fiiline müteallıktır.
و haliyyedir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. مُحْسِنٌ haber olup lafzen merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıtadır. لَهُٓ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. اَجْرُ muahhar mübtedadır. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. عِنْدَ mekân zarfı, اَجْرُ ’nun mahzuf haline müteallıktır. رَبِّ muzâfun ileyhtir. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بَلٰى [Elbette] kelimesi, Ehl-i Kitab ’ın, kendilerinden başkasının cennete giremeyeceği kuruntusunu reddetmektedir. “Her kim varlığını,” amellerini “en güzel bir şekilde” yaparak مَنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّٰهِ [Allah’a teslim ederse], yani Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın kendini O’na kulluğa adarsa, “mutlaka” bu sayede hak ettiği “mükâfatı olacaktır.” (Keşşâf)
بَلٰى مَنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّٰهِ [Hayır, öyle değil! Kim ihsan sahibi olarak özünü Allah’a teslim ederse] ifadesindeki بَلٰى (hayır, öyle değil) ifadesi öncesinin reddi, sonranın olumlanması için kullanılır. Yani anlam şöyledir: “durum Yahudi ve Hıristiyanların söylediği gibi değil, aksine bütünüyle tevhid ile kim Allah’a boyun eğerse…” Ayette kullanılan وَجْهَ (yüz) kelimesi bütün bedeni ifade eder, özellikle yüzün zikredilmesi ise en üstün organ olmasındandır. Bu yüzden selamlama ifadelerinde de حَيَّ اَللَّهُ وَجْهَكَ (Allah senin yüzüne hayat versin) وَ كَرَّمَ وَجْهَكَ (Yüzünü değerli kılsın) yüz kelimesi kullanılır. Ayette Allah Teâlâ وَعَنَتِ الْوُجُوهُ لِلْحَيِّ [Yüzler hayy olan Allah’a boyun eğer.] (Tâhâ 20/111) buyurmuştur. Ayrıca huşu ile boyun eğmenin izi insanın yüzünden belli olur, bu nedenle fiilin yüze izafe edilmesi mümkündür. Bu itibarla اَسْلَمَ وَجهَهُ (Yüzünü teslim etti.) denilir, kastedilen mâna, “Dinini Allah için halis kıldı.” şeklindedir. Bu fiil سَلَّمَ هَذَا اَلشَّيْءَ لِفُلاَنِ (Bunu falancaya teslim etti) şeklinde ve اَسْلَمْتُهُ اَنَا لَهُ (Bunu ona ben teslim ettim) şeklinde (iki ayrı babda) kullanılır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ۟
Cümle şartın cevabıdır. وَ atıf harfi cümleyi öncesindeki لَهُمْ اَجْرُهُمْ cümlesine atfeder. لَا nefy harfi, خَوْفٌ mübtedadır. عَلَيْهِمْ car mecruru, mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.
وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ cümlesi atıf harfi وَ ile öncesine atfedilmiştir. هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. يَحْزَنُونَ fiili haber olarak mahallen merfûdur. لَا zaiddir, nefyi tekid eder.
Birbirine atfedilen her iki cümle de isim cümlesidir; yani isim cümlesi isim cümlesine atfedilmiştir.
بَلٰى مَنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَلَهُٓ اَجْرُهُ عِنْدَ رَبِّه۪ۖ
بَلٰى harfi… لن يدخل الجنة cümlesindeki nefyi iptal etmek içindir.
Ayet istînâfiyyedir. Şart üslubunda haberi isnaddır. اَسْلَمَ şart fiili, aynı zamanda مَنْ ’in haberidir. وَهُوَ مُحْسِنٌ şeklinde mübteda ve haberden oluşmuş isim cümlesi, haldir. Hal cümleleri ıtnâb babındandır.
Rabıta harfi فَ ile gelen cevap cümlesinde, takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.
عِنْدَ رَبِّه۪ izafetinde رَبِّ ismine muzâfun ileyh olan ه۪ zamiri ve yine رَبِّ ismine muzâf olan عِنْدَ şeref kazanmıştır.
[Kim yüzünü Allah'a teslim ederse] Yüz, azaların en şereflisi olduğu için burada özel olarak zikredilmiştir. وَجْهَ kelimesi burada müstear olarak kullanılmıştır. Yani, "Kim Allah'a ibadete yönelir ve bütün vücudunu O'na çevirirse" demektir. (Safvetü't Tefâsir)
Yüz وَجْهَ, parçayı anıp onunla bütünü anlatmaktır. Cüz-kül alakası ile mecâz-ı mürseldir.. Yüz insanın en şerefli organı olduğundan onun bütün organlarını temsil etmiştir. (Kur'an Mecazları Şerif er-Radi), (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Garîbi’l Kur’ani’l Kerim, Soru 904)
عند kelimesinin Rabb'e izafeti, şereflendirmek içindir. عنده (Allah'ın katında) denmeyip de, Rab kelimesinin اسلم fiilinin failine yani müslümana izafeti, عند ربه [Onun Rabbinin katında] denmesi, kula verilecek lütfun çokluğunu gösterir. (Safvetü't Tefâsir)
Başka bir değerlendirmeye göre; من اسلم , mahzuf bir fiilin faili olabilir. Buna göre mana بلي يدخلها من اسلم (elbette, varlığını Allah’a teslim eden herkes cennete girecek) şeklinde olur. فله اجره kısmı da, يدخلها من اسلم cümlesine atfedilen bir söz olur. (Keşşâf)
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde şöyle ifade etmektedir; “yüz وَجْهَ, zikr-i cüz irade-i küll tarikiyle nefs ve zattan, yani kişiliğin bütününden mecazdır. نفسهُ denilmeyip, وَجْهَهُ denilmesinin sebebi de İslamiyetin sadece insanın içiyle ilgili bir şey olmadığına işaret ve tenbihtir. Zira secde uzvu olan yüzün, öteki bütün uzuvların en şereflisi ve bütün vücudun temsilcisi olan bir uzuv olduğu kesindir. Sadece yüzün görülmesi bir insanın bütünüyle teşhis edilmesine yeter. Onun tasviri, bütün bir bedenin tasviri hükmündedir.
İslam: "Silm" ve "selamet" kökünden geldiği ve "if'âl" babından olduğu için, o babın muhtelif binalarına göre, teslimiyet, yani râm ve inkiyad, salim bulundurmak, selim ve lekesiz tutmak, selamete girmek, selamete çıkarmak, karşılıklı güven ve barış sağlamak, ihlas ve samimiyet gibi çeşitli manalar ifade eder. Ve esasta iman ile birleşir. İslam dini denilince bütün bu saydığımız manalar anlaşılır ve hepsi de muteberdir. Kendini Allah'a teslim etmek, iman ve ihlas ile O'na inkıyad etmek manası ise bütün öteki anlamları da içine alır.
İhsan: Güzellemek, güzel yapmak, yani aslında ve Allah katında güzel olan bir işi layıkı veçhile, gereği gibi yapıp o işin, o amelin, özündeki güzelliği dış yüzündeki güzellik ile süsleyip ortaya koymak demektir. Zira birçok güzel şeyler vardır ki yapılırken çirkinleştirilir. Peygamber Efendimiz meşhur iman hadisinde (meşhur adıyla Cibril hadisinde) ihsanı şöyle tefsir buyurup açıklamıştır: "İhsan, Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir, çünkü sen onu göremezsin, O seni görüyor." Şu halde ihsan, İslam'ın kemâlindendir. Bunun için ilke olarak İslam şöyle özetlenebilir: Her şeyden önce temizlik, ikinci olarak da güzelliktir. İslam'ın "Lâ ilâhe illallah" kelime-i tevhidinden, eûzu besmelesinden, abdest ve namazından tutunuz da bütün emirlerinde ve yasaklarında hep bunun tatbikatını bulursunuz. Bu ayette de "Allah'a yüzü temiz, özü güzel olarak yönelmek" buyurulmuş ve bu iki ilke en güzel şekilde ve özet olarak ortaya konulmuştur. (Elmalılı)
وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ۟
Bu cümle فَلَهُٓ اَجْرُهُ cümlesine وَ ’la atfedilmiştir.
Menfî isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyh olan خَوْفٌ ’daki tenvin, nev ve kıllet içindir. Yani “hiçbir korku” demektir. Bilindiği gibi nefy siyakında nekre, umum ifade eder.
Car mecrurun muteallakı olan haberin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
وَ ’la öncesine atfedilen وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Haber, muzari fiil şeklinde gelerek teceddüt ve istimrar ifadesiyle birlikte hükmü takviye etmiş, müsnedün ileyhin nefy harfinden sonra gelmesi de tahsis ifade etmiştir. Böylece Allah Teâlâ, onların mahzun olmayacaklarını çok kesin bir şekilde bildirmiştir.
خَوْفٌ - يَحْزَنُونَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr vardır.
Cümledeki خوف ve حزن arasındaki fark ve de خوف lafzının önce zikredilmesinde bir incelik vardır: الخوف ; gelecekte (acaba beni ne bekliyor benim akibetim ne olacak gibi) olması beklenen veya umulan şeyler hakkındaki olumsuz beklentilerdir. الحزن ise; mazideki (yapmış oldukları cürümlerin cezasından) olaylar hakkındaki korkulardır.
Önce الخوف zikredilmiştir. Çünkü gelecekteki korkularından emin olmak, geçmişinden emin olmaktan önceliklidir ve daha şiddetli arzu edilen bir durumdur. Bundan dolayı önce الخوف zikredilmiştir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Garîbi’l Kur’ani’l Kerim, Soru 909 - 910 ve Fahreddin er-Râzi)
فَلَهُٓ اَجْرُهُ عِنْدَ رَبِّه۪ [Onun mükafatı Rabbinin katındadır.] Yani o ahirette Allah katında, amellerinin sevabına nail olur. Burada tekil zamir kullanılmasının sebebi, ifadenin başında kullanılan “Kim” ifadesinin tekil olmasıdır. Ardından وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ۟
[Artık onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.] ifadesi çoğul olarak kullanılmıştır. Çünkü مَنْ ifadesi cins isimdir ve kasıt çoğuldur, bu yüzden de cümlenin sonundaki zamir, anlama işaret etmiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr), (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Garîbi’l Kur’ani’l Kerim, Soru 908)
Sarsılmaz kuvvete sahip imanla;
Rabbim Allah, dinim İslam, Peygamberim Muhammed (sav) diyenlerden,
Rabbine her manada teslim olanlardan,
Zikirle titreyen kalp sahiplerinden,
Şeytan ve nefsiyle savaşıp, vesveselerini etkisiz hale getirenlerden,
Dünyadan ihtiyacı olanı alıp; gönlü, zihni ve bedeni kıbleye dönük oturanlardan,
Allah için yürüdüğü yolu aydınlatacak ilme, yürümesini kolaylaştıracak sağlık ve afiyete sahiplerden,
Daima hakkı hatırlatacak hayırlı yoldaşlardan ve öyle yoldaşlara sahip kullardan,
Ölümü Rabbine kavuşma bilip, O'nun rızası için ölüme koşmaktan korkmayanlardan,
Olma duasındayım.
Mahşer gününde tartısı ağır gelenlerden, kitabı sağ elinden verilenlerden, kurtuluşa erenlerden,
Meleklerin selamını alarak cennet kapılarından geçenlerden,
Cehennem ateşini tanımadan cennetin sayısız nimetlerine kavuşanlardan, ailesine ve sevdiklerine komşu olanlardan,
Her türlü korku ve üzüntüden arınanlardan,
Rabbinin cemalini görenlerden,
Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in sohbetleriyle doya doya hasret giderenlerden,
Cennet bahçelerinde Peygamberlerle, salih kullarla muhabbet edenlerden,
Olma duasındayım.
Rabbim razı olmadan, alma bu canı benden. Müslüman olarak yaşayıp, müslüman olarak ölmem için. Tartımı hafifletecek günahlarımı yeryüzünde bırakmam için, merhametin ile affedilmem için, cehennem ateşiyle terbiye edilmemem için Sana sığınırım. Gazabından Sana sığınırım. Senden Sana sığınırım.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji