15 Mart 2024
Bakara Sûresi 102-105 (15. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Bakara Sûresi 102. Ayet

وَاتَّـبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاط۪ينُ عَلٰى مُلْكِ سُلَيْمٰنَۚ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمٰنُ وَلٰكِنَّ الشَّيَاط۪ينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَۗ وَمَٓا اُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَۜ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ اَحَدٍ حَتّٰى يَقُولَٓا اِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْۜ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِه۪ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِه۪ۜ وَمَا هُمْ بِضَٓارّ۪ينَ بِه۪ مِنْ اَحَدٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْۜ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرٰيهُ مَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ۠ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِه۪ٓ اَنْفُسَهُمْۜ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ  ...


Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların (ve şeytan tıynetli insanların) uydurdukları yalanların ardına düştüler. Oysa Süleyman (büyü yaparak) küfre girmedi. Fakat şeytanlar, insanlara sihri ve (özellikle de) Babil’deki Hârût ve Mârût adlı iki meleğe ilham edilen (sihr)i öğretmek suretiyle küfre girdiler. Hâlbuki o iki melek, “Biz ancak imtihan için gönderilmiş birer meleğiz. (Sihri caiz görüp de) sakın küfre girme” demedikçe, kimseye (sihir) öğretmiyorlardı. Böylece (insanlar) onlardan kişi ile karısını birbirinden ayıracakları sihri öğreniyorlardı. Hâlbuki onlar, Allah’ın izni olmadıkça o sihirle hiç kimseye zarar veremezlerdi. (Onlar böyle yaparak) kendilerine zarar veren, fayda getirmeyen şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun, onu satın alanın ahirette bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilselerdi!

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَاتَّبَعُوا ve uydular ت ب ع
2 مَا şeye
3 تَتْلُو uyduduğu ت ل و
4 الشَّيَاطِينُ şeytanların ش ط ن
5 عَلَىٰ hakkında
6 مُلْكِ mülkü م ل ك
7 سُلَيْمَانَ Süleyman’ın
8 وَمَا
9 كَفَرَ küfre girmedi ك ف ر
10 سُلَيْمَانُ Süleyman
11 وَلَٰكِنَّ fakat
12 الشَّيَاطِينَ şeytanlar ش ط ن
13 كَفَرُوا küfre girdiler ك ف ر
14 يُعَلِّمُونَ öğreterek ع ل م
15 النَّاسَ insanlara ن و س
16 السِّحْرَ sihri س ح ر
17 وَمَا ve şeyi
18 أُنْزِلَ indirilen ن ز ل
19 عَلَى
20 الْمَلَكَيْنِ iki meleğe م ل ك
21 بِبَابِلَ Babil’de
22 هَارُوتَ Harut
23 وَمَارُوتَ ve Marut (isimli)
24 وَمَا
25 يُعَلِّمَانِ onlar öğretmezlerdi ع ل م
26 مِنْ
27 أَحَدٍ hiç kimseye ا ح د
28 حَتَّىٰ
29 يَقُولَا demedikçe ق و ل
30 إِنَّمَا şüphesiz
31 نَحْنُ biz
32 فِتْنَةٌ fitneyiz ف ت ن
33 فَلَا
34 تَكْفُرْ sakın küfre girmeyin ك ف ر
35 فَيَتَعَلَّمُونَ fakat öğreniyorlardı ع ل م
36 مِنْهُمَا bunlardan
37 مَا şeyi
38 يُفَرِّقُونَ ayıran ف ر ق
39 بِهِ onunla
40 بَيْنَ arasını ب ي ن
41 الْمَرْءِ eşi م ر ا
42 وَزَوْجِهِ ve karısının ز و ج
43 وَمَا ve değildir
44 هُمْ ama onlar
45 بِضَارِّينَ zarar veriyor ض ر ر
46 بِهِ onunla
47 مِنْ
48 أَحَدٍ hiç kimseye ا ح د
49 إِلَّا başka
50 بِإِذْنِ izninden ا ذ ن
51 اللَّهِ Allah’ın
52 وَيَتَعَلَّمُونَ onlar öğreniyorlardı ع ل م
53 مَا şeyi
54 يَضُرُّهُمْ zarar veren ض ر ر
55 وَلَا değil
56 يَنْفَعُهُمْ yarar vereni ن ف ع
57 وَلَقَدْ andolsun
58 عَلِمُوا gayet iyi biliyorlardı ki ع ل م
59 لَمَنِ kimsenin
60 اشْتَرَاهُ onu satın alan ش ر ي
61 مَا yoktur
62 لَهُ onun
63 فِي
64 الْاخِرَةِ ahirette ا خ ر
65 مِنْ
66 خَلَاقٍ bir nasibi خ ل ق
67 وَلَبِئْسَ ve ne kötüdür ب ا س
68 مَا şey
69 شَرَوْا sattıkları ش ر ي
70 بِهِ onunla
71 أَنْفُسَهُمْ kendilerini ن ف س
72 لَوْ keşke
73 كَانُوا ك و ن
74 يَعْلَمُونَ (bunu) bilselerdi! ع ل م

Allah’ın vahyi, Allah’ın kitabı bırakılınca, kitap arkaya atılınca, kitap kenara alınınca, elbette başka şeyler gündeme gelecekti. Elbette şeytan vahiyleri devreye girecek, şeytan vahiyleri gündeme gelecekti.

Tıpkı şimdi gece, Allah’ın kitabını bir kenara attıkları için müslümanız diyen insanların dünyasında şeytan vahyi olan televizyonun gündeme geldiği gibi. Bu kaçınılmaz olacaktır. Çünkü insanlar mutlaka hayatlarını bir şeylerle doldurmak zorundadırlar. Eğer Allah vahyi gündemde yoksa mutlaka başka vahiyler gündeme gelecektir.

"Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Sadece şey­tanlar kâfir oldular."

Bu âyette Süleyman’ın (a.s) asla ne sihirle, ne de küfürle ilgisinin olduğu anlatılır. Ve sihir yaptıkları ve bunu başkalarına öğrettikleri için şeytanların kâfir oldukları anlatılır. Süleyman (a.s)’ın sihirler de, küfürle de bir ilgisi yoktu. Küfür ve sihirle ilgilenenler şeytanlardı deniliyor.

"Onlar, (Yani şeytanlar) insanlara sihir öğretiyor­lardı."

Şeytanın aslı küfür olduğundan, küfür başa alınmıştır. Şeytanın aslı küfürdür. Şeytan kâfirdir. Şeytan örtücüdür. Fıtratını örten, Allah’ı örten, Allah’ın emrini örten, Allah’ın kendisinden istediği kulluğu örten, kendisini kulluktan, tekliften âzde sayandır. Onun içindir ki onların yaptıkları bu sihir, küfürle beraber olan bir sihirdir. Aslı küfür olan bir sihirdir. Sihrin aslı küfürdür. Allah’ın yasalarını, Allah’ın arzu ve emirlerini örtmektir, reddetmektir, inkâr etmektir.

 “Babil’deki iki meleğe hiç bir şey indirilmemiş­tir.”

Bu ifadeyi birkaç şekilde anlamaya çalışacağız.

Buradaki ya nafiyedir, o zaman mânâ az önce dediğimiz gibi olacaktır: Babil’deki iki meleğe hiç bir şey indirilmemiştir. Biz Babildeki iki meleğe hiçbir şey indirmedik.

Ya da bu İsm-i mevsuldür, o zaman da mânâ şöyle ola­caktır:

"Şeytanlar insanlara sihri öğretiyorlar ve Babil’de iki Meleğe indirilen şeyi öğretiyorlardı."

Halbuki bu iki melek:

"Biz ancak imtihan için gönderildik sakın küf­retme! Demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı."

"Onlardan karı ile kocasının arasını ayıracak şey­ler öğreniyorlardı."

Yani bu öğrendikleri şeyler arasında bunlar da vardı. Karıyla kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı.

"Halbuki bunlar, Allah’ın izni olmadıkça bu si­hirle hiç kimseye zarar verebilecek değillerdi."

Allah’ın bilgisi, Allah’ın izni ve iradesi olmadıkça bunların yapabilecekleri hiç bir şey yoktu Yani.

"Onlarsa kendilerine ne bir fayda ne de bir zarar ve­recek şeyler öğreniyorlardı."

Ya da sadece zarar verecek ve asla faydası olmayan şeyler öğreniyorlardı. Bundan anlaşılıyor ki sihir öğrenmek safi zarardır.

İşte insanlar Süleyman’ın (a.s) mülkü üzerine şeytanların uydurdukları, ortaya çıkardıkları bâtıl şeylerin ardına düştüler. Hz. Sü­leyman’ın bir sihirbaz olduğunu, onun bir peygamber olmadı­ğını söy­lüyordu yahudiler. Ama Allah bu âyetiyle bunun böyle ol­madığını, Süleyman’ın (a.s) ne sihirle, ne de küfürle ilgisinin bu­lunduğunu haber veriyor. Aslında bu haliyle sihir bir küfür olup, Süleyman (a.s) sihir yaparak asla küfretmemiştir ama ona sihirbaz diyen şeytanlar kâfir olmuştur, denilmektedir. Çünkü bu şeytanlar, insanları peygamber yolundan uzaklaştırıp sihir öğreterek yoldan çıkarıyorlardı. Peygamber yolunu bıraktırarak onları sihirlerin peşine takıyorlardı.

Böylece İsrâil oğulları sihirbazlığa yöneldiler. Zira Mısır’dan beri İsrâil oğullarının arasında sihir biliniyordu. Bilhassa eski devletlerini kaybedip de diğer milletlerin kölesi durumuna geldikten sonra on­ların bu tür şeylere sarıldıklarını görüyoruz.

Kitaplarını arkalarına atınca yapacakları bir şey kalmamıştı za­ten. Ama utanmadan bunu Süleyman’a (a.s) izâfe ederek buna meş­ruiyet kazandırmaya çalışıyorlardı. Uydurdukları bu şeyin bir kökü, bir dayanağı olmadığı için de bunu Süleyman’a (a.s) dayan­dırmaya çalışıyorlardı. (Besairul Kur’ân Ali Küçük Tefsiri)

Süleyman'ın a.s. emrine cinler verilmiş, o da onları çalıştırmış. Onun vefatından sonra Yahudiler arasında bu cinlerin çalıştırılması ile alakalı olarak sihir ve büyü yayılmış. Süleyman Peygamber’in de sihir yaptığı, sihir küfür olduğu için küfrettiği söylenmiş.

Ayette geçen şeytanlar aslında hakiki şeytan değil, şeytan tabiatlı, insanları kandıran insanlardır.

Ayette geçen Babil, bugünkü Irak’tır. O dönemde sihir ve büyüde çok ileri gitmişlerdi maalesef. Eğer verilen yol gösterici kitabınızdan uzak kalırsanız, onun yerine başka şeyler koymaya çalışırsınız. İsrailoğulları için bu Tevrat’tı, bizim için Kur’ân’dır. Gelen vahyin temelde iki fonksiyonu vardı. Birincisi ve en önemlisi hidayet edip doğru yolu göstermek, ikincisi günlük hayatımıza sağlayacağı faydalardı. Yolculuğa çıkarken hemen Kur’ândan bir ayet okuyoruz mesela bizi korusun güvende hissettirsin diye. Ya da bir ölüm oluyor, hemen bir yasin okuyoruz ölenin ruhunun ferahladığını düşünüyoruz.

 Aslında ölüm arkasından okunan Yâ-Sîn; okuyan kişinin ölümü hatırlayıp hayatına çekidüzen vermesi içindir. İlaç gibi düşünün, temel olarak bir hastalığa şifa olacak ama bir takım yan etkileri de var. İşte maalesef Yahudiler temel faydasından uzaklaşıp yan etkileri için kullanır olmuşlar kitaplarını. Ve Harut ve Marut tarafından öğretilenleri de amacının dışında kullanıyorlar. Maalesef bugün çoklukla Pakistan ve Hindistan’da, hatta ülkemizde bile şu ayeti şu kadar okursan o bundan ayrılır senle evlenir gibi Allah’ın ayetleriyle inanılmaz şeyler vadediyorlar kitaplarından uzaklaşmış insanlara. Oysa Allah yeryüzüne insanlığa faydası olmayacak birşey indirmez.

Hatta Cenab-ı Hakk’tan insana hep iyilik ulaşır manasında “Allahın iki eli de sağdır” (Sahih-i Müslim) diye bir hadi- i kutsi vardır.

Fitne kelimesi kendi başına kötü bir kelime değildir. Altını ortaya çıkarmak için yüksek ısıdaki ayrıştırma işlemine fitne denir. Kur’ânda fitne kelimesi yanlış ve amacı dışında kullanılan şeyler için kullanılmıştır. Mesela “eşleriniz ve çocuklarınız sizin için fitnedir’’ buyurulur. Yani çocukların uygun yetiştirilmemesi ya da eşle dünya görüşünün farklı olduğu noktalarda eğer eş sizi yanlış yola sevkediyorsa fitnedir. Mesela para kendi başına kötü birşey değildir, ama yanlış kullanımı halinde fitne olma potansiyeli vardır.

Burada da Babil’deki meleklere her ne gönderildiyse yanlış kullanımı durumunda fitne olma potansiyeli vardır. (Nouman Ali Han Özlü Tefsir Dersleri)

Yahudiler Sz. Süleyman’ı hiç sevmezlerdi. Onun Resûl-i Ekrem’in dediği gibi bir peygamber değil, büyü ile olağanüstü  güçler elde eden, hayvanlara ve cinlere söz geçiren bir hükümdar olduğunu ileri sürerlerdi. Bunun sebebi şu idi: Hicr sûresi (15),18. âyetin dipnotunda açıklanacağı üzere şeytanlar, Allah’ın emirlerini birbirine aktaran meleklerden kulak hırsızlığı yaparak yarım yamalak duydukları bir şeye yüz yalan katarak onları kâhin dostlarına iletirlerdi. Onlar da gaybdan haber veriyoruz diye insanları kandırırlardı.( Buhâri, Bed’ü’l-halk 6, Tıp 46). Süleyman aleyhisselâm onların sırlarının yazılı olduğu bilgileri ele geçirdi ve bunları tahtının altına gömdü. Onun vefatından sonra şeytanlar, bu gömülü bilgileri ortaya çıkardılar ve onu insanlara “ Süleyman’ın eşsiz hazinesi ( büyüsü)” diye sundular. ( Saîd b. Mansûr, es-Sünen [Humeyd],595; Hâkim, el-Müstedrek [Ata], II ,291).Âyette Allah Teâlâ, onların bu iddialarının hiçbir kıymeti ve esası bulunmadığını belirtmektedir.

Şeytanı en fazla sevindiren şeyin, eşleri birbirinden ayırmak olduğu anlaşılmaktadır. Resûl-i Ekrem, iblis adlı büyük şeytanın yeryüzüne dağılan askerlerinden günlük rapor alırken, onların yaptıklarını genellikle önemsemediğini, ama karı kocayı birbirinden ayıranlardan memnun olup onları tebrik ettiğini haber vermektedir.
(Müslim, Münâfikin 67; Ahmed b Hanbel, Müsned ,II,314,315).

Sihir yapan kimse, Allah’ın koyduğu düzeni değiştirmeye çalıştığı için bu âyet sihir öğretmeyi ve yapmayı yasaklamaktadır. İşte bu sebeple Resûl-i Ekrem, Allah’a şirk koşmak gibi sihir yapmanın da en büyük günahlardan biri olduğunu söylemiştir (Buhâri, Tıb 48), çalıntı ve yitik bir malın yerini öğrenmek üzere büyücüye giden ve ona inanan kimsenin kırk gün boyunca hiçbir namazının kabul olmayacağını belirtmiştir (Müslim, Selâm 125; Ahmed b Hanbel, Müsned ,IV,68,V,380). Tâhâ (20/57-73) ve Şuarâ (26/34-51) sûrelerinde sihir geniş bir şekilde ele alınmaktadır.

Zevece زوج :

İster benzer ister zıd olsun başka biriyle beraber olan her şeye زَوْجٌ denir. Bu kelime denklikle ilintilidir. زَوْجَة sözcüğü ise kötü bir lehçedir. زَوْج in çoğulu أزْواج dır. Bu kelime daha ziyade biri diğerine muhtaç olan eşya ve varlıklar için kullanılmaktadır. Mesela kadın-erkek, erkek-dişi, ayakkabı-mest vs. Fasih Arapçada evli çiftlerden her biri için de زَوْج  kelimesi kullanılmaktadır.

Denmiştir ki اِثْنَيْنِ (iki) için زَوْج demek yanlıştır. Çünkü Arabların kelamında زَوْج  diğerleriyle eşleşmiş tek sayıdır. Birbirine refakat eden اِثْنانِ (iki) için زَوْجانِ denilir.

Ezvac 3 şekilde tefsir edilir;

a- Ezvac kelimesi ile birbirine helal olan erkek ve kadın kastedilmiştir.(2/25- 43/70) 

b- Ezvac kelimesi sınıflar manasında kullanılır. (26/7- 36/36- 13/3) 

c- Ezvac kelimesi denkler, birlikte olanlar, eş ve arkadaş olanlar manasında kullanılmıştır. (37/22- 81/7 )

Kuran diline göre zevciyyet, sadakat, veladet, muhabbet, viladet ve nikah unsurlarından birinin eksik oluşuyla ortadan kalkar, إمْرَأة olarak anılır. Bu ikinci vasıftan aşağılayıcı ve tahkir edici bir mana çıkarılmamalı, sadece bir dilin mantığının başka bir dilin mantığından farklı işlediğine dikkat edilmelidir.


Kuran ihanet, inanç farklılığı, dulluk, kısırlık gibi unsurların bulunduğu yerlerde zevc sözcüğünü kullanmaz, إمْرَأة ü kullanır. 

 Zevci eşi, imrae yi ise karısı veya kadını diye Türkçeye çevirmek mümkündür. Ancak bu sözcükler, Kuran mütercimlerinin çoğu tarafından gelişi güzel bir biçimde Türkçeye aktarılmış, mesela imrae sözcüğüne mukabil gelişi güzel bir biçimde herhangi bir tefrikte bulunmaksızın hatun, hanım, eş, karı, kadın sözcükleri kullanılmıştır.

  Kuran'da, bütün canlılardaki (hayvan ve bitkiler) erkek ya da dişi olsun üremeye dikkat çekileceğinde yine bu kelime (zevc)

tercih edilmiştir. (Müfredat - Tahqiq - Bursevi - Mukatil b. Süleyman - Arap Dilinde Ezdad - Sabri Türkmen - Dücane Cündioğlu)

Kuran’ı Kerim’de  bir isim ve bir fiil formunda 81 kere geçmiştir. (Mucemul Müfehres)

Türkçede kullanılan şekilleri zevc, zevce ve izdivacdır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

Fitne kelimesi kendi başına kötü bir kelime değildir. Altını ortaya çıkarmak için yüksek ısıdaki ayrıştırma işlemine fitne denir. Kur’ânda fitne kelimesi yanlış ve amacı dışında kullanılan şeyler için kullanılmıştır. Mesela “eşleriniz ve çocuklarınız sizin için fitnedir’’ buyurulur. Yani çocukların uygun yetiştirilmemesi ya da eşle dünya görüşünün farklı olduğu noktalarda eğer eş sizi yanlış yola sevkediyorsa fitnedir. Mesela para kendi başına kötü birşey değildir, ama yanlış kullanımı halinde fitne olma potansiyeli vardır.

وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاط۪ينُ عَلٰى مُلْكِ سُلَيْمٰنَۚ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمٰنُ وَلٰكِنَّ الشَّيَاط۪ينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَۗ

Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. اتَّبَعُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Müşterek ism-i mevsûl مَا mef’ûl olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası تَتْلُوا cümlesidir. Îrabtan mahalli yoktur. Âid zamiri mahzuftur. الشَّيَاط۪ينُ faildir. عَلٰى مُلْكِ car mecruru تَتْلُوا fiiline müteallıktır. سُلَيْمٰنَ kelimesi gayri munsariftir. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.

وَ haliyyedir. İstînâfiyye olması da caizdir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. كَفَرَ fetha üzere mebni mazi fiildir. سُلَيْمٰنُ faildir.

لٰكِنَّ istidrak harfidir. اِنَّ gibi ismini nasb haberini ref eder. Bazı müfesirlere göre لٰكِنَّ de اِنَّ gibi cümleyi tekid eder. الشَّيَاط۪ينَ kelimesi لٰكِنَّ ’nin ismidir. Nasb  alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar. كَفَرُوا fiili لٰكِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.

يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَۗ ifadesi اتَّبَعُوا fiilinin failinden hal olarak mahallen mansubtur. يُعَلِّمُونَ muzari fiildir. نَ ’un sübutu ile merfûdur. النَّاسَ kelimesi يُعَلِّمُونَ fiilinin mef’ûlun bihi olup fetha ile mansubtur. السِّحْرَ ise ikinci mef’ûlun bihidir.

اتَّبَعُوا fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl bâbındadır. Sülâsîsi تبعdır. İftiâl bâbı fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut, hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.

تَتْلُوا fiili ile عَلَى birlikte kullanılınca; biri adına yalan uydurdu, عن ile kullanılınca, birinin sözünü doğru olarak nakletti demektir. Yani cümle “Süleyman mülkü hakkında uydurdukları yalan.” demektir.

وَمَٓا اُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَۜ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ اَحَدٍ حَتّٰى يَقُولَٓااِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْۜ

وَ atıf harfidir. Müşterek ism-i mevsûl مَٓا kelimesi السِّحْرَ matuftur. İsm-i mevsûlun sılası  اُنْزِلَ meçhul fiilidir. Naib-i faili müstetir هُو zamiridir. عَلَى الْمَلَكَيْنِ car mecruru اُنْزِلَ fiiline müteallıktır. بِبَابِلَ car mecruru mahzuf hale müteallıktır. هَارُوتَ وَمَارُوتَ kelimeleri الْمَلَكَيْنِ kelimesinden bedeldir. Her iki kelime de gayri munsariftir.

Cumhura göre buradaki  مَٓا kelimesi اَلَّذِى manasındadır. السِّحْرَ kelimesi üzerine atfolunan mansub bir kelimedir. Yani, “Onlar iki meleğe indirileni öğretiyorlardı.” demektir. Ya da مَا تَتْلُوا kelimesine matuftur. Buna göre mana: ‘’Onlar, Babil’de Harut ve Marut adlı iki meleğe indirilen şeylere uydular.’’ olur. Harut ve Marut iki meleğe ait özel isimdir ve her iki isim de iki melek, الْمَلَكَيْنِ kelimesinin atf-ı beyanı, yani açıklayıcı mahiyette bir atfıdırlar. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)

هَارُوتَ وَ مَارُوتَ ifadelerini Zührî [v.124/742] “onlar هَارُوتُ وَ مَارُوتُ ’tur” şeklinde takdir ederek merfû‘ okumuştur. Bunlar yabancı isimlerdir, gayr-i munsarif olmaları bunun delilidir. Bazı kimselerin iddia ettiği gibi, kırmak anlamındaki  هَرت ve مَرت kelimelerinden türemiş olsalardı, o zaman gayr-i munsarif olmazlardı. (Keşşâf)

وَ istînâfiyyedir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُعَلِّمَانِ  muzari fiildir. نِ ’un sübutu ile merfûdur. مِنْ zaiddir. اَحَدٍ lafzen mecrur mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. حَتّٰى gaye bildiren cer harfidir. Dahil olduğu cümleyi gizli  اَنْ  ile nasb ederek manasını masdara çevirir. اَنْ  ve masdar-ı müevvel  يُعَلِّمَانِ  fiiline müteallıktır. Mekulü’l-kavl cümlesi  اِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ ’dir. اِنَّمَا  kâffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; meneden anlamında olup, buradaki ma-i kâffeden kasıt ise, إنَّ harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan ما demektir. نَحْنُ mübtedadır. فِتْنَةٌ haberdir.

 فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıtadır. Takdiri إذا كنّا كذلك فلا تكفر (Biz böyle olduğumuza göre inkâr etme.) şeklindedir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَكْفُرْ meczum muzari fiildir.

فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِه۪ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِه۪ۜ

Fiil cümlesidir. فَ istînâfiyyedir. يَتَعَلَّمُونَ muzari fiildir. نَ ’un sübutu ile merfûdur. مِنْهُمَا car mecruru يَتَعَلَّمُونَ fiiline müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası يُفَرِّقُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur. بِه۪ car mecruru يُفَرِّقُونَ fiiline müteallıktır. Mekân zarfı بَيْنَ mef’ûlun fih olup يُفَرِّقُونَ fiiline müteallıktır. الْمَرْءِ muzâfun ileyhtir. زَوْجِه۪ kelimesi atıf harfi وَ ile makabline matuftur.

وَمَا هُمْ بِضَٓارّ۪ينَ بِه۪ مِنْ اَحَدٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ

وَ haliyyedir. İtiraziyye olması da caizdir. مَا kelimesi, لَيْشَ gibi amel etmiştir. هُمْ muttasıl zamiri مَا ’nın ismi olarak mahallen merfûdur. بِه۪ car mecruru ضَٓارّ۪ينَ kelimesine müteallıktır. 

بِ harfi zaiddir. ضَٓارّ۪ينَ lafzen mecrur مَا ’nın haberi olarak mahallen mansubtur. مِنْ zaiddir. اَحَدٍ lafzen mecrur, ضَٓارّ۪ينَ kelimesinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.  اِلَّا hasr edatıdır. بِاِذْنِ car mecruru بِه۪ ’deki zamirin mahzuf haline müteallıktır. Takdiri مقرونا بإذن الله (Allah’ın iznine bağlı olarak) şeklindedir. اللّٰهِ muzâfun ileyhtir. Cer alameti kesradır.

 وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْۜ

Cümle atıf harfi وَ ile öncesine atfedilmiştir. Fiil cümlesidir. يَتَعَلَّمُونَ muzari fiildir. نَ ’un sübutuyla merfûdur. مَا müşterek ism-i mevsûl, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası يَضُرُّهُمْ ’dur. لَا يَنْفَعُهُمْ ifadesi sıla cümlesine matuftur.

يَتَعَلَّمُونَ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tefaul babındadır. Sülâsîsi علم’dir. Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.

 وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرٰيهُ مَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ۠ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِه۪ٓ اَنْفُسَهُمْۜ

وَ atıf harfidir. ل mahzuf kasemin cevabına gelen harftir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. Mahzuf kasemin cevap cümlesi عَلِمُوا dur. عَلِمُوا damme üzere mebni mazi fiildir.

لَمَنِ اشْتَرٰيهُ مَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ ifadesi عَلِمُوا fiilinin iki mef’ûlu yerindedir. لَ ibtida harfidir. Tekid ifade eder. Müşterek ism-i mevsûl مَنِ mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اشْتَرٰيهُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

مَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ ifadesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. لَهُ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. فِي الْاٰخِرَةِ mahzuf hale müteallıktır. مِنْ harfi zaiddir. خَلَاقٍ۠ lafzen mecrur, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. لَ mukadder kasemin cevabına dahil olan harftir. بِئْسَ zem anlamı taşıyan camid fiildir. مَا nekre-i mevsufedir ve birşey manasındadır. شَرَوْا  sükun üzere mebni mazi fiildir. بِه۪ٓ car mecruru شَرَوْا  fiiline müteallıktır. اَنْفُسَ kelimesi شَرَوْا fiilinin mef’ûlun bihidir. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

Burada وَلَقَدْ ifadesindeki ل tekit ifade eder ve yemin manasındadır. Cevabı ise مَا لَهُ (olmadığını) ifadesidir. Aslında tekit lamının bu ifadenin başında olması gerekirdi, ancak لَمَنِ اشْتَرٰيهُ (Sihri satın alanlar) ifadesinin başına geldi, bunun sebebi ise ilk ifadenin yani وَلَقَدْ  ifadesinin başta gelmesinden dolayı yemine benzemesi, bu yüzden de yeminin cevabı şeklinde cevap cümlesi kullanılmasıdır.

Zeccâc şöyle der: İlk ifadenin başına gelen lam harfi, cümlenin tamamının yemin olduğunu bildirmek için kullanılmıştır, çünkü cevap cümlesi yemin ifadesinin cevabı da olsa, şart anlamı taşıma ihtimali vardır, bu yüzden başına lam harfi gelir. Bir görüşe göre لَقَدْ ifadesinin başındaki lam harfi onların Tevrat’ta bu hususu bildiklerini tekit eder, لَمَنِ اشْتَرٰيهُ (Sihri satın alanlar) ifadesinin başındaki لَ harfi ise şart ve cevabını tekit eder. Bir görüşe göre لَ harfi şart ifade etmektedir, ancak daha önce zikri geçtiği için burada yerinde gelerek tekrar edilmiştir. Bunun benzeri لِئَلَّا يَعْلَمَ اَهْلُ الْكِتَابِ اَلَّا يَقْدِرُونَ [Kitap ehli güç yetiremeyeceğini bilsin diye.” [Hadîd 57/29] ayetindeki لِئَلَّا (bilmesin diye) ifadesinin içinde kullanılan olumsuzluk bildiren لَ harfidir, bu harf “güç yetirme” fiilinin başında zikredildiği için, buradaki yerinde de zikredilmiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)

لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

لَوْ gayrı cazim şart harfidir. Şart fiili كَانُوا kelimesinin dahil olduğu isim cümlesidir. يَعْلَمُونَ fiili كَانُوا ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. Şartın cevabı mahzuftur.

وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاط۪ينُ عَلٰى مُلْكِ سُلَيْمٰنَۚ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمٰنُ وَلٰكِنَّ الشَّيَاط۪ينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَۗ

Ayet وَ ile öncesine atfedilmiştir.

وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاط۪ينُ cümlesi نَبَذَ 'ye matuftur. Yani, Allah'ın kitabını arkalarına attılar ve cinlerden ,insanlardan ya da her ikisinden şeytanların okuduğu veya takip ettiği şeye tabi oldular demektir.

[Süleyman kâfir olmadı] sözü bunu iddia edenleri yalanlamadır. Sihir yerine küfür demesi onun da küfür olmasından ve peygamber olanın ondan masum olmasından dolayıdır. (Beyzâvî)

Ayetin ilk cümlesi müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

وَمَا كَفَرَ سُلَيْمٰنُ cümlesine dahil olan وَ , istînâfiyyedir. Cümle, müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidâî kelamdır.

…  وَلٰكِنَّ الشَّيَاط۪ينَ  öncesine zıddiyet alakasıyla  atfedilmiştir.

لٰكِنَّ edatı istidrak ilişkisi kurar. Kendinden önceki cümleden çıkabilecek bir vehmi ve yanlış anlamayı kaldırmak için kullanılır, anlam bakımından birbirinden ayrı iki söz arasına girer.

لٰكِنّ ’nin haberi كَفَرُوا şeklinde mazi fiil sıygasıyla gelerek hükmü takviye ve hudûs ifade etmiştir. Hükmü takviye; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir.

...يُعَلِّمُونَ cümlesi لٰكِنَّ ’nin ikinci haberi veya istînâfiyyedir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Müsbet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Ayetin bu kısmı sihir öğretmenin küfür olduğunu göstermektedir. (Elmalılı)

İsm-i mevsûllerde tevcih sanatı vardır.

İki farklı görevdeki مَا ’larda  tam cinas ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.

يُعَلِّمُونَ fiili, عَلم kökündendir. Kur’an’da çoğunlukla vahiy ve Allah’tan gelen kitap için kullanılmıştır. Genellikle dünya ilmi ile alakalı kullanılmamıştır. Bu şekilde ilmin dünyaya mı, yoksa ahirete mi yaradığı hususu vurgulanmış olabilir. Esas ilim ahiret ilmidir. İlmin bizi Allah'a yaklaştırması gerekir.

Mazi fiilden sonra olayın zihinde daha kolay canlandırılabilmesi için muzari fiil gelmiştir. Bu ayette de اتَّبَعُوا mazi fiilinden sonra تَتْلُوا fiili aynı maksatla muzari fiil olarak gelmiştir. (Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

السِّحْرَۗ , bir şeyi olduğundan farklı göstermektir. Seher kelimesi de bu köktendir. Alacakaranlıkta bir şey, daha başka bir şey zannedilebilir. Sahur, seher vaktinde yenen yemektir.

وَمَٓا اُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَۜ

مَٓا ismi mevsulu, وَ harfiyle  السِّحْرَۗ  kelimesine atfedilmiştir. Atıf sebebi temasüldür.

اُنْزِلَ fiili, faile değil mef‘ûle dikkat çekmek üzere meçhul bina edilmiştir.

Bu ayette takdim-tehir vardır. İfadenin takdiri şöyledir:

وَمَا كَفَرَ سُلَيْمٰنُوَمَٓا اُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَۜ وَلٰكِنَّ الشَّيَاط۪ينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَۗ

(Süleyman kâfir olmadı, iki meleğe de Babil'de Harutt ile Marut’a birşey indirilmedi . Fakat şeytanlar kâfir oldular ki büyüyü insanlara öğretiyorlardı.) (Kurtubî)

Cümlede بِبَابِلَ ’nin müteallakı olan hal mahzuftur. Bedel ve hal, ıtnâb sanatı, halin mahzuf oluşu ise îcâz-ı hazif sanatıdır.

هَارُوتَ  ve مَارُوتَۜ kelimeleri الْمَلَكَيْنِ kelimesine matuftur, gayri munsarif olmaları (cer ve tenvin almamaları), alem ve ucme (yabancı) olmalarındandır. Eğer kırmak manasına هَرت  ve مَرت olsa idiler munsarif olurlardı. Kim de مَٓا 'yı olumsuzluk edatı kabul ederse, onları şeytanlardan bedel-i ba'z ve aralarındakini itiraz cümlesi yapar. (Beyzâvî)

Harut-Marut kelimeleri arasında cinas ve  reddü’l-acüz ale’s-sadr vardır.

وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ اَحَدٍ حَتّٰى يَقُولَٓا اِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْۜ

وَ istînâfiyye, مَا nafiyedir. Menfi muzari fiil sıygasındaki cümle faide-i haber talebî kelamdır.  مِنْ اَحَدٍ ibaresindeki zaid مِنْ harfi tekid içindir.

اَحَدٍ  kelimesindeki tenvin “hiçbir” manasındadır. Olumsuz siyakda nekre, umum ifade eder.

Masdar-ı müevvel olan يَقُولَٓا cümlesi, müsbet muzari sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. يَقُولَٓا fiilinin mekulü’l-kavli, اِنَّمَا kasr edatıyla tekid edilmiştir. Kasr mübteda ve haber arasındadır. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır. Cümle, faide-i haber inkârî  kelamdır. İsme isnad, ikinci bir tekid demektir.

İsim cümlesinin manaya delaleti fiil cümlesinden daha kuvvetlidir. Bunun için de bazı alimler isim cümlesinin tekid ifade ettiği görüşündedir.

Kendilerinin fitne olduğunu, kasr edatıyla pekiştirmenin yanında söylediklerinin kesin olduğuna delalet etmek üzere isim cümlesi kullanmışlardır.

فَلَا تَكْفُرْۜ cümlesine dahil olan فَ şartın cevabının başına gelen fasihadır. Şart cümlesi mahzuftur. Bu hazif, îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri: إذا كنّا كذلك فلا تكفر (Bizim durumumuz böyle olduğuna göre inkâr etme!) şeklindedir.

Cevap cümlesi nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Bu iki melek [biz sadece bir imtihanız], Allah’ın bir sınama aracıyız; [sakın küfre düşme] bunun hakikat olduğunu düşünerek öğrenme, yoksa küfre düşersin, diye nasihat etmeden, tenbih etmeden [hiç kimseye sihir öğretmemişlerdir.] (Keşşâf)

Harut ile Marut'un Cibril gibi vahiy meleklerinden olduklarına dair herhangi bir delil yoktur. Bilakis ayet bunları her şeyden önce bilgi getiren melekler değil, bilgi gönderilen melekler şeklinde gösterdiği için nüzulde aşağı derecedeki meleklerden oldukları açıktır. Şu halde öğretilerinin de peygamberlere gelen vahiy derecesinde olmayıp ilham cinsinden olduğu aşikârdır.  Bu iki meleğe indirilen ve Bâbil halkından bir çoğuna ilham yoluyla öğretilen bu şeyler hadd-ı zatında sihir değil idi. Fakat sihir olarak da kullanılabilir ve böyle kullanılınca da katıksız küfür olurdu. Bunun için ayette bunun sihir olduğu ifade edilmiştir. Aslında her bilgi böyledir. Hadd-ı zatında ilmin hepsi hürmete şâyandır. Fakat büyüklüğü ölçüsünde ve ilim olması bakımından hayra ve şerre müsaittir. İlim ne kadar derin ve ne kadar ince ve yüksek olursa, şer ve fitne ihtimali de o nisbette büyük olur. (Elmalılı)

Ayette Harut ve Marut adlı melekler sihir öğretti diye birşey açıkça ifade edilmemiş, [Meleklere indirilen şeyi ve sihri insanlara öğretiyorlardı] buyurulmuştur. Meleklerin sihir öğretmesi uygun bir şey değildir. Meleklere indirilen şeyin vahiy olduğu, ya da insanların arasını bozmak için yapılan sihri iptal etmek için bazı bilgiler olduğu söylenmiştir.

Olumsuzluk مَا ’larına ism-i mevsûl anlamı verilirse mana değişir. Bu مَا harflerinin olumsuzluk manasında olması, meleklerin sihir öğretmediklerini söyleyebilmek için daha uygundur. (M. Demirci)

فِتْنَةٌ ; bir şeyin cevherini ortaya çıkarmak için uygulanan rafine etme işlemidir. Benim, cevherimi ortaya çıkarmak için uğrayacağım imtihanlar yoksulluk da olabilir, zenginlik de. Fitne sadece olumsuz şeylerle olmaz. Nimetler de insanlar için bir fitne sebebidir.

فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِه۪ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِه۪ۜ وَمَا هُمْ بِضَٓارّ۪ينَ بِه۪ مِنْ اَحَدٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ

فَ istînâfiyye veya atıftır. Cümle, müsbet muzari fiil sıygasıyla gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır.

فَيَتَعَلَّمُونَ [onlar da öğreniyordu] ifadesindeki zamir, مِنْ اَحَدٍ [hiç kimse] ibaresinin delalet ettiği mefhuma işaret eder. (Keşşâf)

...وَمَا هُمْ بِضَٓارّ۪ينَ cümlesi hal olarak وَ ile gelmiştir.  لَيْسَ  gibi amel eden مَا ’nın haberine dahil olan بِ harfi zaiddir. Cümleyi tekid etmiştir. Ayrıca cümle مَا ve اِلَّا ile oluşan kasrla da tekid edilmiştir. Faide-i haber inkârî kelamdır. Zarar verme eylemi, Allah’ın iznine kasredilmiştir.

بِاِذْنِ اللّٰهِۜ izafetinde bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil, lafza-i celâle muzâf olan اِذْنِ kelimesi şeref kazanmıştır. Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْۜ

Ayetin bu cümlesi öncesine atfedilmiştir. Cihet-i camia temasüldür. Müsbet muzari fiil sıygasıyla gelen cümle faide-i haber ibtidâî kelamdır.

Menfi muzari sıygasındaki لَا يَنْفَعُهُمْۜ cümlesi, sıla cümlesi olan müsbet muzari fiil  يَضُرُّهُمْ kelimesine tezayüf sebebiyle atfedilmiştir. Her iki cümle de faide-i haber ibtidâî kelamdır.

يَضُرُّهُمْ - يَنْفَعُهُمْۜ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

 وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرٰيهُ مَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ۠

وَ ’la öncesine atfedilmiş inşâ cümlesinde, îcâz-ı hazif sanatı vardır. لَ mahzuf kasemin cevabına dahil olan harftir. قَدْ tahkik harfi ve لَ ’ile tekid edilen bu cevap cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. 

İsm-i mevsûle dahil olan ibtida lamı da isim cümlesini tekid için gelmiştir. مَنِ ve haberinden oluşan isim cümlesi, faide-i haber talebî kelamdır ve عَلِمُوا fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.

مَا  nafiyedir. لَهُ ’nun müteallakı olan haber mahzuftur. Mübteda olan مِنْ خَلَاقٍ۠ ’a dahil olan zaid مِنْ harfi sebebiyle cümle, faide-i haber talebî kelamdır. Takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları bulunan bu isim cümlesi ref mahallinde olup مَنِ ’in haberidir.

وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِه۪ٓ اَنْفُسَهُمْۜ

وَ atıftır. Cümle temasül nedeniyle öncesine matuftur. Cümlede îcâz-ı hazif vardır. لَ kasemin cevabına gelen vakıa lamıdır. Kasem fiilinin ve muksemun aleyhin hazfı söz konusudur.

Kasemin cevabı gayrı talebî inşâî isnaddır. بِئْسَ camid zem fiilidir.

بِئْسَمَا ifadesindeki مَا nekre olup بِئْسَ fiilinin failini izah eden mansub bir harftir; [Ne kötü bir şeydir] anlamındadır. بِئْسَ ‘nin failinin temyizidir. Zem fiilinin mahsusu mahzuftur.

شَرَوْا بِه۪ٓ اَنْفُسَهُمْۜ cümlesi مَا için sıfattır. Sıfatlar anlamı zenginleştirmek için yapılan ıtnâbdır.

 شَرَوْا بِه۪ٓ اَنْفُسَهُمْۜ ifadesinde istiare vardır. Çünkü gerçekte onların kendilerini satmaları mümkün değildir. Allahu a'lem- bununla anlatılmak istenen şudur; onlar büyük günah olan sihir öğrenmekle kendilerini helak edip azabı hak ederek, onu öğrenmekle nefislerini helake maruz bıraktıkları, sürekli azaba duçar ettikleri için sanki nefislerine bedel sihri almaya razı olmuş konuma düşmüşler, o yüzden de onların nefisleri en ucuz bedele, en düşük fiyata ellerinden çıkan kıymetli eşyaya benzetilmiştir. (Kur'an Mecâzları Şerif er-Radi)

لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır.

Şart cümlesi كَان ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda gelmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. كَان ’nin haberinin muzari fiil oluşu, hükmü takviye ve teceddüt ifade eder. Ayrıca muzari fiil muhayyileyi canlandırarak muhatabın konuyu kavramasında etkili olur.

كَان ’nin haberinin muzari fiil gelmesi bu yaptıklarının yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. (Halidi, Vakafat s. 112)

Şartın cevabının mahzuf oluşu îcâz-ı hazif sanatıdır. Bu hazif, muhatabın muhayyilesini kısıtlamadan, serbestçe düşünebilmesini sağlamaktadır.

Takdiri لما باعوا أنفسهم (Nefislerini satmazlardı) şeklinde olabilir.

Ayette önce kasem tarzı bir tekid ifadesi ile وَلَقَدْ عَلِمُوا denilerek onların “gerçekten bildikleri” ifade edilmiş; daha sonra da لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ ifadesiyle onlar için [Keşke bilselerdi!] denilmiştir. Bunun manası, “onlar ilimleri ile amel etselerdi” şeklindedir. Onlar ilimleri ile amel etmedikleri için, Allah Teâlâ onları sanki ilimlerinden sıyrılıp çıkmışlar gibi değerlendirmiştir. (Keşşâf)

لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ۟ [Keşke bilselerdi.] ifadesi, belâgat açısından yaygın olan bir söyleyiş şeklidir. Çünkü bir şeyi bilen bir kimse ilminin gereği ile amel etmiyorsa, o kimse bazen o şeyi bilmeyen cahil yerine ko­nur ve cahiller gibi bilgisiz sayılır. (Safvetü't Tefâsir)

أَحَدٍ , ٱلشَّیَـٰطِینُ , سُلَیۡمَـٰنُ , یَتَعَلَّمُونَ , مَا , مِن kelimelerinin tekrarında reddü’l acüz ale’s-sadr sanatı vardır

خَلَـٰقࣲۚ - یَنفَعُهُمۡۚ , بِئۡسَ - ضُرُّهُمۡ kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

یُعَلِّمُونَ - یُعَلِّمَانِ - یَتَعَلَّمُونَ - عَلِمُوا۟ - یَعۡلَمُونَ , كَفَرُوا۟ - تَكۡفُرۡ- كَفَرَ ,ٱشۡتَرَىٰهُ - شَرَوۡا۟ , بِضَاۤرِّینَ - یَضُرُّهُمۡ kelimeleri grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l acüz ale’s-sadr sanatları vardır

Bakara Sûresi 103. Ayet

وَلَوْ اَنَّهُمْ اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَمَثُوبَةٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ خَيْرٌۜ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ۟  ...


Eğer onlar iman edip Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakınmış olsalardı, Allah katında kazanacakları sevap kendileri için daha hayırlı olacaktı. Keşke bilselerdi!

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَوْ ve eğer
2 أَنَّهُمْ şüphesiz onlar
3 امَنُوا iman etseler ا م ن
4 وَاتَّقَوْا ve sakınmış olsalardı و ق ي
5 لَمَثُوبَةٌ sevabı ث و ب
6 مِنْ
7 عِنْدِ katından ع ن د
8 اللَّهِ Allah’ın
9 خَيْرٌ daha hayırlı (olurdu) خ ي ر
10 لَوْ keşke
11 كَانُوا idi ك و ن
12 يَعْلَمُونَ bilseler ع ل م

  Sevb bir nesnenin daha önceden bulunduğu ilk durumuna, yahut gerçekleştirilmesi düşünülen hale dönüşmesi demektir.

  Hatta eğrilen ipliğin dönüştürülmesi düşünülen şekle dönüşmüş olmasından dolayı elbiseye de Arapça’da sevb denir.

  Benzer şekilde seyyib de eşinden ayrıldığı veya eşi öldüğü için ailesine geri dönen dul kadındır.

  Sevap da insanın yaptıklarının karşılığı olarak geriye dönen şeydir. Dolayısıyla Türkçe’den farklı olarak hem iyiliğin hem kötülüğün karşılığı olarak kullanılmasına rağmen daha çok iyilik için tercih edilmiştir. Kullar olarak işlediğimiz sevaplarla ait olduğumuz yere döneceğiz.

وَلَوْ اَنَّهُمْ اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَمَثُوبَةٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ خَيْرٌۜ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ۟

وَ istînâfiyedir. Atıf olması da caizdir. لَوْ gayrı cazim şart harfidir.

اَنَّ ve masdarı müevvel mahzuf fiilin faili olarak mahallen merfûdur. Takdiri ثبت şeklindedir. اَنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. Muttasıl zamir هُمْ [onlar] اَنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. اٰمَنُوا fiili اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.

اتَّقَوْا ifadesi atıf harfi وَ ile makabline matuftur. اتَّقَوْا fiili sonundaki mahzuf elif üzerine  takdir edilen damme ile mebnidir. لَ şartın cevabının başına gelen vakıadır. مَثُوبَةٌ mübteda olup lafzen merfûdur. مِنْ عِنْدِ car mecruru مَثُوبَةٌ ’un mahzuf sıfatına müteallıktır. اللّٰهِ lafz-ı muzâfun ileyhtir. خَيْرٌ haber olup lafzen merfûdur.

لَوْ gayrı cazim şart harfidir. Şart fiili كَانُوا ‘nun dahil olduğu isim cümlesidir. يَعْلَمُونَ fiili كَانُوا ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. Şartın cevabı mahzuftur. Takdiri ما آثروا عليه (Onu yapmayı tercih etmezlerdi) şeklindedir.

وقي fiili iftiâl babına girmiş, إوتقي olmuş, sonra و harfi ت 'ye dönüşmüş إتّقي olmuştur. Bu bab; çaba göstermek ve talep etmek, tercih etmektir. (Sülâsî Mücerred Fillerin Mezid Olmakla Kazandıkları Yeni Anlamlar / Yrd.Doç.Dr.Kadri Yıldırım)

وَلَوْ اَنَّهُمْ اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا  لَمَثُوبَةٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ خَيْرٌۜ

وَ atıf veya istînâfiyye, لَوْ şart harfidir. Ayet şart üslubunda haberî isnaddır. اَنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesinde اَنَّ ’nin haberi mazi fiil gelerek hudûs ve hükmü takviye ifade etmiştir. Faide-i haber talebî kelam olan cümle, masdar teviliyle, haberi mahzuf mübtedadır. Takdiri لو أن إيمانهم ثابت şeklinde olabilir. Veya merfû mahaldeki bu masdar-ı müevvel, takdiri ثبت olan fiilin failidir.

Mazi fiil formunda faide-i haber ibtidaî kelam olan وَاتَّقَوْا cümlesi اٰمَنُوا ’ya temasül sebebiyle atfedilmiştir.

لَو  ‘in cevabı isim cümlesi şeklinde gelerek fiil cümlesine tercih edilmiştir. Çünkü isim cümlesinde devamlılık, istikrar ve sebat manası vardır. Ayet, لَمَثُوبَةُ اللَّهِ خَيْرٌ  şeklinde gelmemiştir. Bunun nedeni, ‘’sevaptan bir şey almaları onlar için daha …’’ manasıdır. Bir yoruma göre de, لَوْ kelimesi temenni manasındadır. Sanki, وَلَيْتَهُمْ اٰمَنُوا (keşke iman etselerdi.)  demek gibidir. Sonra da, bir ilk cümle olarak,  لَمَثُوبَةٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ diye başlamıştır. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl ve Keşşâf)

لَ cevaba dahil olan vakıa harfidir. Kasem harfi olması da caizdir. Cevap, isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin nekre gelişi, tazim, kesret ve nev  ifade eder.

عِنْدِ اللّٰهِ izafetinde bütün kemâl sıfatlara şamil lafzâ-i celâle muzâf olan عِنْدِ şan ve şeref kazanmıştır. Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu sebeple اللّٰهِ isminde tecrîd sanatı vardır.

لَمَثُوبَةٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ خَيْرٌۜ [Elbette Allah onlara, meşgul oldukları sihirden daha iyi mükafat verirdi] ifadesinde fiil cümlesi yerine, devamlılık ve istikrar ifade etmek için isim cümlesi getirilmiştir. (Safvetü't Tefâsir)

لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ۟

İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır.

Şart cümlesi كَان ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda gelmiştir. Faide-i haber ibtidâî kelamdır. كَان ’nin haberinin muzari fiil oluşu, hükmü takviye ve teceddüt ifade eder. Ayrıca muzari fiil muhayyileyi canlandırarak muhatabın konuyu kavramasında etkili olur.

كَان ’nin haberinin muzari fiil gelmesi bu yaptıklarının yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. (Halidi, Vakafat s. 112)

Şartın cevabı öncesinin delaletiyle hazfedilmiştir. Cevabın mahzuf oluşu îcâz-ı hazif sanatıdır. Bu hazif, muhatabın muhayyilesini kısıtlamadan serbestçe düşünebilmesini sağlar. Takdiri لأثيبوا (Sevap kazanırlardı) şeklinde olabilir.

Ayette önce kasem tarzı bir tekid ifadesi ile وَلَقَدْ عَلِمُوا denilerek onların “gerçekten bildikleri” ifade edilmiş; daha sonra da لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ ifadesiyle onlar için [Keşke bilselerdi!] denilmiştir. Bunun manası, “onlar ilimleri ile amel etselerdi” şeklindedir. Onlar ilimleri ile amel etmedikleri için, Allah Teâlâ onları sanki ilimlerinden sıyrılıp çıkmışlar gibi değerlendirmiştir. (Keşşâf)

Son iki ayetin fasılası aynıdır: لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ۟ [Keşke bilselerdi.] İkisinde de ilim vahiyle alakalıdır. Reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır. Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekit edilir.

لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ۟  [Keşke bilselerdi.] ifadesi, belâgat üslubunda yaygın olan bir söyleyiş şeklidir. Çünkü bir şeyi bilen bir kimse ilminin gereği ile amel etmiyorsa, o kimse bazen o şeyi bilmeyen cahil yerine ko­nur ve cahiller gibi bilgisiz sayılır. (Safvetü't Tefâsir)

Bakara Sûresi 104. Ayet

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَقُولُوا رَاعِنَا وَقُولُوا انْظُرْنَا وَاسْمَعُواۜ وَلِلْكَافِر۪ينَ عَذَابٌ اَل۪يمٌ  ...


Ey iman edenler! “Râ’inâ (bizi gözet)” demeyin, “unzurnâ (bize bak)” deyin ve dinleyin. Kâfirler için acıklı bir azap vardır.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 يَا أَيُّهَا ey
2 الَّذِينَ kimseler
3 امَنُوا inanan(lar) ا م ن
4 لَا
5 تَقُولُوا demeyin ق و ل
6 رَاعِنَا Ra’ina (bizi gözet yahut: kaba söz) ر ع ي
7 وَقُولُوا deyin ق و ل
8 انْظُرْنَا unzurna (bize bak) ن ظ ر
9 وَاسْمَعُوا ve dinleyin س م ع
10 وَلِلْكَافِرِينَ ve kafirler için vardır ك ف ر
11 عَذَابٌ bir azab ع ذ ب
12 أَلِيمٌ acı ا ل م

"Ey mü'minler "RAİNA" demeyin! "UN­ZURNA" deyin ve dinleyin."

Kulak verin! Dinleyin! Buyuruyor.

Raiy, riâyet; bir kimsenin başkalarının işlerini çekip çevirmesi, yönetmesi demektir. Onun lehine olan şeyleri tedarik edip, ona fayda sağlaması, onu gözetmesi demektir.

Başlangıçta Allah’ın Rasûlü, müslümanlara herhangi bir emir verdiği zaman müslümanlar, sahabe: “Raina ya Rasûlallah!” derlerdi. Yani bize riâyet et ey Allah’ın Rasûlü! Bizi gözet! Bize mühlet tanı! Acele etme! Bize zaman ver ki, biz bunu anlayalım! Derlerdi.

Sonradan yahudilerin çok değişik mânâlarda kullandıkları bu tabiri kullanmamalarını emrederek buyurdu ki Rabbimiz:

Böyle demeyin! "RAİNA" demeyin ey müslümanlar "UN­ZUR-NA" deyin. Ve söze de iyi kulak verin, dikkatlice dinleyin.

Bu­nun sebebini şöyle izah etmişler:

1- "RAİNA" kelimesi yahudilerin kendi aralarında bir tür sövme anlamına kullandıkları bir kelimeydi. Bu kelimeyle, bu şifreyle Allah’ın Rasûlüne sövmeye çalışıyorlardı.

2- Veya ey bizim çoban! Ey bizim çobanımız! Ey bizim gü-dücümüz anlamına kullanıyorlardı bunu. Peygamberi bir çoban, bir hayvan güdücüsü konumuna düşürmeye ve böylece onunla alay et­meye, onu alay konusu yapmaya çalışıyorlardı.

3- Veya İbrani’ce de: Duy duymaz olası! Dinle dinlenmez olası! Dinle sözü dinlenmez adam! Gibi hakaret ifade eden bir kelimedir. Yahudiler hem karşısındakine sövmek, hem de hakaret etmek kastıyla bu kelimeyi kullanmaya başlayınca Cenab-ı Hak müslümanların bu kelimeyi kullanmalarını yasakladı.

4- Bir de bu kelime: Sen bize riâyet et, sözümüze kulak ver ki biz de sana riâyet edelim, biz de senin sözünü dinleyelim şek­linde pazarlıklı bir ifade anlamına geliyor. (Besairul Kur’ân Ali Küçük Tefsiri) 

Nezara نظر:

نَظَرٌ bir şeyi  algılamak, görmek ve idrak etmek için gözü ve uz bakışı ona çevirmektir. Bu kavramla bazen acele etmeden düşünmek (te'emmül) ve araştırmakta kastedilir. 

Halk dilinde nazar, daha çok gözle bakmak anlamında, ulemâ dilinde ise basiret anlamında kullanılır.

نَظَرَ ve إنْتَظَرَ fiilleri bir şeyin gelmesini intizar etmek/beklemek/gözlemektir. İf'al babındaki formu olan أنْظَرَ fiili ise tehir etmek/ertelemek anlamında kullanılır.

Yine نَظَرٌ  nazar sözcüğü aynı zamanda bir meseleyle ilgili hayret etmek ve şaşırmak manasına da gelir.

نَظِيرٌ ise benzer/eş demektir.

Son olarak münazara مُناظَرَةٌ kavramı, görüş alışverişinde karşılıklı görüşlerini ortaya koyma, birbirini tenkit etmek, üstün gelmek için rekabet etmek ya da çekişmek şeklinde sergilenen tartışmadır. (Müfredat) 

Kuran’ı Kerim’de 129 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)

Türkçede kullanılan şekilleri nazar, nazari, nâzır, nazariye, intizar, müntazır, manzara, münazara, nezaret, mütenâzır, (sarfı) nazar ve naziredir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَقُولُوا رَاعِنَا وَقُولُوا انْظُرْنَا وَاسْمَعُواۜ

يَٓا nida harfi, اَيُّ münada, هَا tenbih harfidir. الَّذ۪ينَ münadanın sıfatı veya bedeli olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

Nidanın cevabı لَا تَقُولُوا ’dur. لَا nehy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَقُولُوا fiili نَun hazfiyle meczum muzari fiildir. Mekulü’l-kavl cümlesi رَاعِنَا ’dır. رَاعِ emir fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت ‘dir. Mütekellim zamiri نَا mef’ûl olarak mahallen mansubtur. رَاعِنَا cümlesi لَا تَقُولُوا fiilinin mef‘ûlü olup mahallen mansubtur.

قُولُوا انْظُرْنَا وَاسْمَعُواۜ ifadesi atıf harfi وَ ile nidanın cevabına atfedilmiştir. قُولُوا emir fiildir. Mekulü’l-kavl cümlesi انْظُرْنَا ’dir. قُولُوا fiilinin mef‘ûlü olup mahallen mansubtur. انْظُرْ sükun üzere mebni emir fiildir. Mütekellim zamiri نَا mef’ûl olarak mahallen mansubtur.

وَلِلْكَافِر۪ينَ عَذَابٌ اَل۪يمٌ

وَ istînâfiyyedir. لِلْكَافِر۪ينَ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. عَذَابٌ muahhar mübtedadır. اَل۪يمٌ ise عَذَابٌ kelimesinin sıfatıdır.

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَقُولُوا رَاعِنَا وَقُولُوا انْظُرْنَا وَاسْمَعُواۜ

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Nidanın cevabı لَا تَقُولُوا nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. لَا تَقُولُوا fiilinin mekulü’l-kavli emir üslubunda talebi inşâî isnaddır.

قُولُوا cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. لَا تَقُولُوا cümlesine matuftur. Cihet-i camia, tezattır.

قُولُوا fiilinin mekulü’l-kavli de, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Yine emir üslubunda talebî inşâî isnad olan وَاسْمَعُواۜ cümlesi nidanın cevabına matuftur.

Bu inşa cümlesi irşad (doğru davranma şeklini göstermek, insanları hatadan kurtarmak) için gelmiştir.

الَّذ۪ينَ kelimesinde tevcih sanatı vardır. Müphem bir kelimedir, arkadan gelen sıla cümlesiyle kimlerin kastedildiği açıklanır.

رَاعِنَا - انْظُرْنَا kelimeleri arasında murâât-ı nazîr sanatı vardır.

لَا تَقُولُوا - قُولُوا kelimeleri arasında  tıbâk-ı selb, iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Müslümanlar, kendilerine ilimden [Kur’an’dan, dinden] bir şey söylediğinde Peygamber (s.a.)’e راعنا يا رسول اللّٰهِ yani “Ey Allah’ın Rasulü! Bizi gözet, bizi bekle, bize teenni ile davran ki söylediklerini anlayıp ezberleyebilelim” diyorlardı. Yahudilerin de birbirlerine sövmek için kullandıkları İbranca veya Süryanca راعينا şeklinde bir kelimeleri vardı. Bunlar, mü’minlerin راعنا sözünü duyunca, bunu fırsat bildiler ve malum sövmeyi kastederek Peygamber (s.a.)’e o kelimeyle hitap ettiler. Bunun üzerine müminlere bu kelimeyi söylemek yasaklandı ve o kelimeyle aynı manaya gelen bir başka kelimeyi söylemeleri emrolundu. Bu da, “onu bekledi” anlamına gelen نَظَرَهُ kökünden  انْظُرْنَا kelimesidir. (Keşşâf)

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا şeklindeki nida üslubu Kuran-ı Kerim’de iman edenlere önemli bir konunun bildirileceğini haber verir. Bu üslup tekid türlerini barındırmaktadır. İlk olarak tekid unsurlarından oluşmuş bir nida harfi göze çarpar. Uzaktaki bir şahıs için kullanılan nida harfi gelmiştir, oysa Allah Teâlâ nida ettiği her varlığa çok yakındır. Bu nida harfinin gelmesi söylenecek şeylerin Allah katında bir mekânı olduğu konusunda uyarmak içindir. Sonra اَيُّ harfi gelmiştir. Bu harf nida ile akabindeki elif-lamlı kelimeyi birbirine bağlar. Müphem bir harftir, takip eden kelimeyle açıklanır. Böylece ibhamdan sonra beyan gelir. Arkadan gelecek olan konu için kişiyi hazırlar ve uyarır. Sonra yine bir tenbih harfi olan هَا gelir. (Muhammed Ebu Musa, Min Esrâri’t Ta’bîri’l Kur’ânî, S. 43)

Bazı salihler Allah Teâlâ'nın ايَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا  [Ey iman edenler]  sözünü işitince sanki Allah'ın nidasını işitmiş gibi, لبيك وسعديك “Emret Allah'ım, emrine amadeyim” der. Böyle söylemek Kur’an'ın edebidir.

Yüce Allah, يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا hitabıyle Kur'an'ın 88 yerinde müminlere hitap etmiştir. Bu hitap Allah'ın müminlere yönelerek bu su­rede yaptığı ilk hitaptır. Muhataplara "Ey müminler!" diye seslenilmesi, onlara bu iman sahibinin, Allah'ın emirlerine güzel bir şekilde sarılması ve itaat etmesi, yasaklarından da sakınması gerektiğini hatırlatır. (Safvetü't Tefâsir)

رَع ; gözetmek, رَاعِ ; çoban demektir. Riayet ve mera (otlak) kelimeleri de bu kökten türemiştir.

Kur’an’da “dinleyin” emri çok geçer. Çünkü o dönemde Kur’an yazılı değildi. Okunacak değil, dinlenecek bir şeydi.

وَلِلْكَافِر۪ينَ عَذَابٌ اَل۪يمٌ

وَ istînâfiyyedir.

Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. Haberin takdimi kasr ifade eder. Cümle faide-i haber talebî kelamdır.

Müsnedün ileyh olan عَذَابٌ kelimesinin nekre gelmesi nev, tazim ve kesret ifade etmiştir.

اَل۪يمٌ sıfat olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb vardır.

عَذَابٌ - اَل۪يمٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Burada elîm azabın sürekli ve ebedi oluşunu ifade etmek için isim cümlesi gelmiştir. Zira isim cümlesi devamlılık ifade eder.

Buna karşılık onlara büyük azap türleri içerisinden öylesine büyük bir azap vardır ki, bu azabın künhünü Allah’tan başkası bilmez. (Keşşâf) 

عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ ifadesindeki اَل۪يمٌۙ kelimesi ism-i fail kalıbındadır. İşârî olarak o öyle bir azap ki, azap verirken kendisi bile acımaktadır, şeklinde düşünülebilir. اَل۪م kökünden gelen اَل۪م acı, ağrı; اَل۪يمٌۙ ise acı çektiren, elem veren demektir. Eğer burada elîm acı duyan anlamına alınırsa, bu azabın değil azab edilenin sıfatı olur. O takdirde ifadede mübalağa (manayı tekid) vardır.

Bakara Sûresi 105. Ayet

مَا يَوَدُّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ وَلَا الْمُشْرِك۪ينَ اَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْكُمْ مِنْ خَيْرٍ مِنْ رَبِّكُمْۜ وَاللّٰهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ ذُوالْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ  ...


Ne Kitab ehlinden inkâr edenler ve ne de Allah’a ortak koşanlar, Rabbinizden size bir iyilik gelmesini isterler. Oysa Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf sahibidir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 مَا
2 يَوَدُّ arzu etmezler و د د
3 الَّذِينَ kimseler
4 كَفَرُوا inkar eden(ler) ك ف ر
5 مِنْ -nden
6 أَهْلِ ehli- ا ه ل
7 الْكِتَابِ kitab ك ت ب
8 وَلَا
9 الْمُشْرِكِينَ ve müşriklerden ش ر ك
10 أَنْ
11 يُنَزَّلَ indirilmesini ن ز ل
12 عَلَيْكُمْ size
13 مِنْ hiçbir
14 خَيْرٍ hayır خ ي ر
15 مِنْ -den
16 رَبِّكُمْ rabbiniz- ر ب ب
17 وَاللَّهُ oysa Allah
18 يَخْتَصُّ tahsis eder خ ص ص
19 بِرَحْمَتِهِ rahmetini ر ح م
20 مَنْ kimseye
21 يَشَاءُ dilediği ش ي ا
22 وَاللَّهُ Allah
23 ذُو sahibidir
24 الْفَضْلِ lutuf ف ض ل
25 الْعَظِيمِ büyük ع ظ م

مَا يَوَدُّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ وَلَا الْمُشْرِك۪ينَ اَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْكُمْ مِنْ خَيْرٍ مِنْ رَبِّكُمْۜ وَاللّٰهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ

مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَوَدُّ muzari fiildir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرُوا ‘dur. Îrabtan mahalli yoktur. كَفَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. مِنْ اَهْلِ car mecruru كَفَرُوا fiilinin failinden mahzuf hale müteallıktır. الْكِتَابِ muzâfun ileyhtir.

و atıf harfidir. لَا zaiddir. الْمُشْرِك۪ينَ kelimesi اَهْلِ ’ye matuftur. Cer alameti ی ’dir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar. اَنْ ve masdarı müevvel يَوَدُّ fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubtur. عَلَيْكُمْ car mecruru يُنَزَّلَ fiiline müteallıktır. مِنْ zaiddir. خَيْرٍ lafzen mecrur olup يُنَزَّلَ fiilinin naib-i faili olarak mahallen merfûdur. مِنْ رَبِّ car mecruru خَيْرٍ ’e veya خَيْرٍ ’in mahzuf sıfatına müteallıktır. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ ifadesinde yer alan birinci مِنْ beyan içindir. Çünkü [inkârcı nankörler] cinstir; Ehl-i Kitap ve müşrikler olmak üzere iki çeşit kâfiri kapsar. Nitekim لَمْ يَكُنِ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ وَالْمُشْرِك۪ينَ [Ehl-i Kitap’dan olsun, Müşriklerden olsun nankörce inkâr edenler … ayrılacak değillerdi.] (Beyyine 98/1) ayetinde bu taksimata yer verilmiştir. مِنْ خَيْرٍ ifadesinde yer alan ikinci مِنْ hayrın çokluk ve kapsamlılığını anlatmak üzere getirilmiş zaid مِنْ ’dir. مِنْ رَبِّكُمْ sözündeki مِنْ ise ibtida-i gaye içindir. خَيْرٍ dan maksat vahiydir. اَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَتَ رَبِّكَۜ [Senin Rabbinin rahmetini bunlar mı bölüştürüyorlar?!] (Zuhruf 43/32) ayetinde belirtildiği üzere, rahmet kelimesi de vahiy anlamına gelmektedir. Mana şöyledir: Onlar, vahye nail olmaya kendilerini daha layık görüyorlar da sizi kıskanıyorlar ve vahiyden herhangi bir şeyin size indirilmesini istemiyorlar. (Keşşâf)

 وَاللّٰهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ

و istînâfiyyedir. اللّٰهُ lafz-ı mübtedadır. يَخْتَصُّ fiili haber olarak mahallen merfûdur. بِرَحْمَتِ car mecruru يَخْتَصُّ fiiline müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ mef’ûl olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası يَشَٓاء ’dur. 

 وَاللّٰهُ ذُوالْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ

و atıf harfidir. اللّٰهُ mübtedadır. Haberi ذُو , harfle îrab olan beş isimden biridir. Ref alameti و ’dır. الْفَضْلِ muzâfun ileyhtir. الْعَظ۪يمِ ise الْفَضْلِ ‘nin sıfatıdır.

مَا يَوَدُّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ وَلَا الْمُشْرِك۪ينَ اَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْكُمْ مِنْ خَيْرٍ مِنْ رَبِّكُمْۜ

İstînâf cümlesi olarak fasılla gelmiştir. Ayetin ilk cümlesi menfi muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, onların bilinen kişiler olmasına ve o kişilerin anılmasının kerih görüldüğüne işaret eder.

nefy harfi لَا ’nın tekrarı olumsuzluğu tekid etmek içindir.

يُنَزَّلَ fiili meçhul bina edilerek mef’ûle dikkat çekilmiştir.

اَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْكُمْ مِنْ خَيْرٍ مِنْ رَبِّكُمْۜ şeklindeki masdar-ı müevvel, يَوَدُّ fiilinin mef'ûlüdür. Birinci مِنْ istiğrak (tamamını ifade etmek) için zaiddir, ikincisi de ibtida (başlangıç) içindir. خَيْرٍ da vahiy ile tefsir edilmiştir. (Beyzâvî)

مَا يَوَدُّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ ifadesindeki nefy, kerih görmekten kinayedir. (Mahmud Sâfî)

رَبِّكُمْ izafetinde nimetle alakalı olan رَبّ ismine muzâfun ileyh olan muhatab zamiri, şeref kazanmıştır. Nimetlerin ilki yaratmaktır, onu yaratan ona emreder ve yaratıcının emrine isyan edilmez. Yaratıcının yarattığı her şeyde bir sırrı vardır.

Burada, Allah'ın kullarını büyütüp beslediğini hatırlatma da vardır. (Safvetü't Tefâsir)

كَفَرُوا - الْمُشْرِك۪ينَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

وَاللّٰهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ

وَ istînâfiyyedir. Cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin muzari fiil formunda gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve istimrar ifade eder. Ayrıca muzari fiilin tecessüm özelliği, olayı gözümüzün önünde canlandırarak bizi etkiler.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi ve ayette tekrar edilmesi, telezzüz, teberrük ve onun kudretinin yüceliğini kalplerde yerleştirmek içindir.

بِرَحْمَتِه۪ izafetinde Allah Teâlâ’ya aid zamire muzâf olması, rahmet için tazim ve teşrif ifade eder. 

عَلَيْكُمْ مِنْ خَيْرٍ مِنْ رَبِّكُمْۜ [Rabbinizden size bir iyilik] sözüyle Kur’an kastedilmiştir. Onda bütün hayırlar vardır. مِنْ خَيْرٍ ‘deki مِنْ harfi olumsuzluğun tekidi için kullanılmıştır. Yine مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ ifadesindeki مِنْ harfi tür bildirmek üzere (şu, şu vb. türlerden anlamında), مِنْ رَبِّكُمْۜ ifadesindeki مِنْ harfi ise “-den, -dan” anlamındadır. Bu üçü, bu ayette bu harfin üç farklı kullanımıdır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)

Ayetteki farklı anlama gelen مِنْ ’ler arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

 وَاللّٰهُ ذُوالْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ

Ayetin son cümlesi temasül nedeniyle öncesine atfedilmiştir. Mesel tarikinde tezyîl olan cümle anlamı kuvvetlendirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

Mübteda ve haberden oluşmuş, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

الْعَظ۪يمِ kelimesi الْفَضْلِ kelimesinin sıfatı olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.

Müsnedün ileyh, telezzüz ve teberrük için alem isimle marife olmuştur.

Müsnedin izafetle marife olması ise veciz anlatım (az sözle çok mana ifade etme) ifade eder.

الْفَضْلِ - خَيْرٍ- بِرَحْمَتِه۪ ve رَبِّ - اللّٰهُ kelimeleri grupları arasında murâât-ı nazîr sanatı vardır.

Ayette اللّٰهُ isminin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

اللّٰهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ [Allah, hususi olarak verir] ve وَاللّٰهُ ذُوالْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ [Allah, büyük lütuf sahibidir] cümlelerinin Allah lafzı ile başlaması, işin büyüklüğünü göstermektedir. (Safvetü't Tefâsir)

[Oysa Allah rahmetini] yani nübüvveti [dilediğine tahsis ediyor.] Allah ancak hikmetin gerektirdiği şeyi diler. [Allah, muazzam bir lütfa sahiptir.] Bu ifade, peygamberlik vermenin muazzam bir lütuf olduğuna işaret etmektedir. Nitekim bu manada [Şüphesiz O’nun sana karşı lütfu daima büyük olmuştur.] (İsrâ 17/87) buyrulmaktadır. (Keşşâf)

Günün Mesajı
Sihir (büyü) öğrenmek veya öğretmek haramdır.
Sihir diğer sebepler gibi sadece Allah'ın izniyle etki edebilir.
Karı-kocanın arasının iyi olması, toplumun da sağlam ve kuvvetli olması demektir.
Allah müminlerin imanını, kafirlerin küfrünü açıkça ortaya koymak için dilediği şekilde kullarını imtihan eder.
Sayfadan Gönüle Düşenler

Dünya hayatı, uzun bir yolda yürümek gibidir. Her yol ayrımında yapılan seçimlerin, yol sonunda varılacak yer üzerinde etkisi vardır.

Dünya, her gün birilerinin ellerinden kayıp giderken, dönüp yaşayanlara göz kırpar. Yol ayrımlarında, aklını karıştırmak için bütün güzelliğiyle kollarını açar. İkna etme çabasıyla, çapkın çapkın gülümser. Sanki onlardan hiç gitmeyecek, onları hiç terk etmeyecekmiş gibi.

Ey imanımı barındıran kalbim! Dünya ve nefsime karşı, daima tetikte ol. Mahşerde, tekbir sesinin, Rasûlullah (sav)’e “unzurnâ” diyenlerin tekbir seslerine karışma duasıyla. Kuşan kılıcını.

 Yüce Allahım, yardımına muhtacız. Konuşmak kolay. Hakkı söylet. Düşünmek kolay. Hakikati hatırlat. Seçmek kolay. Hakka yönlendir. Öğrenmek kolay. Rızanı kazandır. Yürümek kolay. Bizi yalnız Senin yoluna ilet. Kolaylaştır. Ferahlandır.

***

Yeryüzünde, insan için yaratılmış her nimet ve ilim, nefsani istek ve hallere yönelik imtihan vesilesidir. Yani Allah’ın emirlerine itaat ile O’nun rızasını gözeterek eldekileri kullanmak ya da onlardan sakınmak gerekir.


Sihir ya da büyü, farklı çeşitleriyle tarihten bugüne, dünya hayatının bir parçası olmuştur. Kimin ne kadarına inandığı ya da hangi çeşidinin sahte olduğunu burada tartışmak şimdilik gereksizdir. 

Ancak; Batı’dan Doğu’ya, dizilerden kitaplara, internette yazılanlardan etrafımızda konuşulanlara bakıldığı zaman sihire olan ilginin geçmişte kalmadığı, tam tersine hala canlı olduğu görülür.

İnsan evladının, nefsani heveslerine sahip olmak için kontrolü sağlama dürtüsüne hitap eden sihir/büyü yaptıranların niyetleri/hedefleri genellikle kötüdür. Sihirin ilgi çekici yanlarından bir tanesi de başkalarına gizli kalmasıdır.

Günümüzde yapılan araştırmalar, oyunlar ve yaşananlar şunu gösterir: Genel olarak ortalama bir insanın yanındaki birine fiziksel olarak zarar vermesi-onunla yüzleşmesi daha zorken, o an görmediği birine zarar vereceğini bilerek bir tuşa basması daha kolaydır.

Belki sihir/büyü yapmak/yaptırmak da bir tuşa basmak olarak değerlendirilebilir. Kim olduğunu bildirmeden, bir şey aracılığıyla zarar vermek insana çok daha kolay gelir ama bu bir o kadar acımasızlık ve yüzsüzlüktür.

Yapılan kötülüklerin ya da yapanın gizli kalması, belki kişinin kendisini bu dünyada koruyacaktır. Lakin, Allah katında gizli kalmadığı gibi Allah’ın affetmediği her suçun cezası verilecek ve her kulun da hakkı iade edilecektir. 

Allah’tan korkan bir kul, dolaylı ya da dolaysız olarak zarar vermekten sakınır. Her şeyin Allah’tan geldiğine iman eden bir kul, Allah’ın yasakladıklarına arkasını döner. Zira o yaptığı her amelin ve aldığı her niyetin Allah tarafından bilindiğini ve hesap gününde yüzüne çarpılacağını bilir.

Ey Allahım! Şüphesiz ki, bizim Senin korumana ihtiyacımız var. Görünür ya da görünmez her türlü kötülükten ve kötü niyetli insanlardan Sana sığınırız. Yasakladığın her türlü amelden sakınanlardan ve harama yaklaştıracak tehlikeli hallerden uzaklaşanlardan eyle. Kalplerimizi kötü niyete sebebiyet verecek duygu ve düşüncelerden muhafaza buyur. Bizi başkalarının iyiliğini isteyenlerden ve Senin nasip ettiklerinde ya da etmediklerinde bir hikmet olduğuna inanarak hamd edenlerden eyle.

Amin.
Zeynep Poyraz  @zeynokoloji