وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلِلَّهِ | ve Allah’ındır |
|
2 | الْمَشْرِقُ | doğu da |
|
3 | وَالْمَغْرِبُ | batı da |
|
4 | فَأَيْنَمَا | nereye |
|
5 | تُوَلُّوا | dönerseniz |
|
6 | فَثَمَّ | oradadır |
|
7 | وَجْهُ | yüzü (zatı) |
|
8 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
9 | إِنَّ | şüphesiz |
|
10 | اللَّهَ | Allah’(ın) |
|
11 | وَاسِعٌ | (rahmeti ve ni’meti) boldur |
|
12 | عَلِيمٌ | (her şeyi) bilendir |
|
Doğu ve batı Allah’ındır sözünde tağlib yoluyla bütün yönlerin Allah'a ait olduğu ifade edilmiştir. Her nereye yönelirseniz Allah’ın yüzü oradadır. Muhakkak ki Allah'ın rahmeti ve nimeti çok geniş ve O herşeyi bilendir.
Kıblenin şu yön veya bu yön olması çok önemli değildir, her yön Allah’ındır. Allah’ın bize kıble olarak Kabe’yi göstermesi, cemaat ve toplum şuuruna ulaşmak içindir. Bu durumda birliktelik duygusu ile herşey daha kolay kabullenilebilir olur ve herşey daha zevkli gelir. Yoksa döndüğümüz yönün çok önemi yoktur. O yüzden araçta seyir halinde iken Kıble aramıyoruz. Ya da çok karanlıkta, Kıbleyi bulamadığımız zamanlarda bu mana bize kolaylık sağlar.
İlk kıblemiz Mescid-i Aksa’ydı hepimizin bildiği gibi. Peygamberimiz Mekke’de namaz kılarken öyle bir noktada dururdu ki yüzünü hem atamız Hz İbrahim’in temellerini yükselttiği Kâbe’ye, hem de Mescid-i Aksa’ya doğru dönmüş olurdu. Ama Medine Kudüs ile Mekke arasında bir noktada kalıyordu. Artık yüzünü Mescid-i Aksa’ya döndüğü zaman sırtını Kabeye dönmüş oluyordu. Bu bütün müslümanlar için imanın ötesinde bir sadakat sınavıydı da aynı zamanda.
Doğuda batıda Allah’ındır ayetiyle peygamberimizle birlikte inananları da rahatlatıyor ve her yer ve her yön Allah’a aittir mesajı veriliyor.
وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ
وَ atıf harfidir. لِلّٰهِ car mecruru, mukaddem habere müteallıktır. الْمَشْرِقُ muahhar mübtedadır. الْمَغْرِبُ kelimesi الْمَشْرِقُ kelimesine matuftur. فَ istînâfiyyedir. اَيْنَمَا şart manalı iki fiili cezm eden mekân zarfıdır. تُوَلُّوا fiiline müteallıktır. تُوَلُّوا şart fiilidir. Cezm alameti نَ harfinin düşmesidir.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıtadır. Mekân zarfı ثَمَّ orada manasındadır. Mahzuf mukaddem habere müteallıktır. وَجْهُ اللّٰهِۜ muahhar mübtedadır. اللّٰهِ lafzı muzâfun ileyh olarak kesra ile mecrurdur.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. Lafza-i celâl اِنَّ ’nin ismidir. وَاسِعٌ kelimesi اِنَّ ‘nin haberidir. عَل۪يمٌ ise ikinci haberdir.
وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ
Ayet önceki cümleye و ile atfedilmiştir. و ’ın istînâfiyye olması da caizdir. İsim cümlesi formunda gelmiş, faide-i haber talebî kelamdır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.
Haberin takdimi kasr ifade eder. الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ maksur, لِلّٰهِ maksurun aleyhtir. Mübteda olan الْمَشْرِقُ kelimesinin, haber makamında olan لِلّٰهِ ’nin müteallıkına olan kasrıdır. Yani doğunun ve batının Allah’tan başka sahibi yoktur. Dolayısıyla kasr-ı sıfat ale-l mevsûf, hakîkî tahkîkî kasrdır. Bu demektir ki, mevsûf olan Allah Teâlâ’da tabi ki başka sıfatlar da vardır.
Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
الْمَشْرِقُ - وَالْمَغْرِبُ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab vardır.
فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِۜ
فَ harfi, sebeple müsebbep arasında rabıtadır.
Şart üslubu ile gelen cümle gayrı talebî inşaî isnaddır. تُوَلُّوا şart fiilidir.
Şart cümlesi olan تُوَلُّو faidei haber ibtidai kelamdır. Rabıta harfi فَ ile gelen cevap cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. Mekân zarfı ثَمَّ ’nin müteallakı olan mukaddem haber mahzuftur.
اَيْنَمَا [nereye] kelimesi şart edatıdır, cezm edicidir, تُوَلُّوا [Dönerseniz] yani yüzünüzü çevirirseniz ifadesindeki التولية , geçişli fiildir. Burada “yüzlerinizi” ifadesi gizlidir.
ثَمَّ kelimesi “orada” anlamına gelir. وَجْهُ اللّٰهِۜ [Allah’ın yüzü (zatı)] ifadesi Allah’ın kıblesi anlamındadır. Çünkü وَجْهُ , ve جهة kelimeleri aynı anlama gelir. Kıblenin bununla isimlendirilmesinin sebebi, oraya yönelmenin (teveccüh) emredilmiş olmasıdır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
وَجْهُ اللّٰهِۜ izafeti muzâfın şanı içindir.
Yüz manasındaki وَجْهُ kelimesinin zikri, parçayı anıp bütünü kastetmektir. Cüz-kül alakası ile mecâz-ı mürseldir. Yüz insanın en şerefli organı olduğundan onun bütün organlarını temsil etmiştir. (Kur'an Mecazları Şerif er-Radi)
Bu ayet, kıblenin ne tarafta olduğunu bilmeyen ve araştırmakla bulamayarak herhangi bir yöne namaz kılan kimseler için nazil olmuştur. (Safvetü't Tefâsir)
اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ
Ayetin son cümlesi ta’liliye olarak fasılla gelmiştir.
اِنَّ ile tekid edilmiş cümle faide-i haber inkârî kelamdır. İsme isnad olan bu haber cümlesi sübut ifade eder.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet hissettirme kastına matuftur.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı, tekrarında ise reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Allah'ın وَاسِعٌ ve عَل۪يمٌ şeklindeki haberlerinin tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğunu, aralarında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etraf sanatıdır
Allahü teâlâ, kendisinin وَاسِعٌ (geniş) olduğunu bildirmiştir. Binaenaleyh bu sözü zahirî mânasında almak imkânsızdır. Aksi halde, Allah'ın, parçalanması, cüzlerine ayrılması gerekir. Böylece de bir yaratıcıya muhtaç olmuş olur. Bu kelimeyi zahirine hamletmeyip, aksine mutlaka Allah'ın kudreti ve mülkünün genişliği mânasına; veya rahmet ve mağfiretinin genişliğine, yahut da kulları, rızasını elde edebilsinler diye kullarının faydasına olan şeyleri beyan etmesi hususundaki lütfunun genişliği mânasına alınması gerekir. Bu izah, söze daha uygun gelmektedir.
Bu kelimeyi Allah'ın ilminin genişliğine hamletmek caiz değildir. Aksi halde وَاسِعٌ sıfatından sonra, ayette عَل۪يمٌ sıfatının zikredilmiş olması, lüzumsuz bir tekrar olurdu. Hak teâlâ'nın bu âyette عَل۪يمٌ sıfatını getirmesi, namaz kılan kimseye Allahü teâlâ'nın gizli ve aşikâr herşeyi bildiğini, Allah'a hiçbir şeyin gizli kalmadığını düşünmesi itibarıyla tefritten kaçınsın diye bir tehdid gibidir. Böylece, namaz kılan kimse gaflet etmekten sakınır. وَاسِعٌ عَل۪يمٌ ifâdesinin, "şartlarına uyarak namaz kılan kimseye mükafâatını; namaz kılmayan kimseye de cezasını tastamam verme hususunda Allah'ın kudreti geniştir" mânasına olması da muhtemeldir. ( Fahreddin er-Râzi))
عليم kelimesi feîl vezninde mübalağa sıygasıdır. İlmi geniş demektir.
Cümle mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır.
Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekit için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.[Şüphesiz Allah’ın nimeti geniştir, O bilendir.] Buradaki وَاسِعٌ (geniş) ifadesi nimetleri isteyenlerin hepsini kuşatacak kadar cömert olan demektir. وَاسِعٌ zengin, السع zenginlik anlamına gelir (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)