Bakara Sûresi 19. Ayet

اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ ف۪يهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌۚ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ ف۪ٓي اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِۜ وَاللّٰهُ مُح۪يطٌ بِالْكَافِر۪ينَ  ...

Yahut onların durumu, gökten yoğun karanlıklar içinde gök gürültüsü ve şimşekle sağanak hâlinde boşanan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir. Ölüm korkusuyla, yıldırım seslerinden parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَوْ ya da (onlar)
2 كَصَيِّبٍ boşanan yağmur gibi ص و ب
3 مِنَ -ten
4 السَّمَاءِ gök س م و
5 فِيهِ içinde
6 ظُلُمَاتٌ karanlıklar ظ ل م
7 وَرَعْدٌ ve gök gürlemesi ر ع د
8 وَبَرْقٌ ve şimşek (ler) ب ر ق
9 يَجْعَلُونَ tıkarlar ج ع ل
10 أَصَابِعَهُمْ parmaklarını ص ب ع
11 فِي içine
12 اذَانِهِمْ kulakları ا ذ ن
13 مِنَ -nden
14 الصَّوَاعِقِ yıldırım sesleri ص ع ق
15 حَذَرَ korkusuyla ح ذ ر
16 الْمَوْتِ ölüm م و ت
17 وَاللَّهُ oysa Allah
18 مُحِيطٌ tamamen kuşatmıştır ح و ط
19 بِالْكَافِرِينَ inkarcıları ك ف ر
 
Bu âyette, 17. âyetteki temsilin bir benzeri verilmektedir. Buna göre, zifiri karanlığı andıran şüpheleri içinde bocalayıp duran münafıklar, yeryüzünü canlandıran yağmur gibi gönülleri dirilten İslâm dini ile, özellikle de onun gök gürültüsünü ve şimşek çakmasını andıran kâfirlere yönelik tehditleriyle karşılaşınca ne yapacaklarını bilemediler. Ve onlar tıpkı yıldırım düşmesinden korkup da ondan korunmak için parmaklarıyla kulaklarını tıkayan adamın şuursuz hareketine benzer davranışlar sergilemeye başladılar. (Nesefi, Tefsir, I,41)
 

Ce'ale جعل :

جَعَلَ fiillerin tümünü kapsayan genel anlamlı bir lafızdır ve beş şekilde kullanılır:

1- Oldu anlamında kullanılır.

2- Var etmek anlamında kullanılır.

3- Bir şeyi yaratmak ve oluşturmak anlamında kullanılır.

4- Bir nesneyi belirli bir hale getirmek anlamında kullanılır.

5- Hak ya da batıl olsun, bir şeyle ilgili hüküm vermek anlamında kullanılır.  (Müfredat)

Kuran’ı Kerim’de sülasi fiil ve isim formunda 346 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)

Türkçede kullanılan bir türevi bulunmamakla birlikte Kuran-ı Kerim'de 10'dan fazla geçmesi sebebiyle kitabın Arapça kelimeler sözlüğü bölümüne alınmıştır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

 

اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ ف۪يهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌۚ

اَوْ atıf harfi tahyir / tercih ifade eder.Türkçede “veya, yahut, ya da, yoksa” kelimeleriyle karşılayabileceğimiz bu edat iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

كَ harfi,  مِثْلِ  manasındadır. 17.ayette  كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَد ‘ deki  كَ ’ye matuftur.  كَصَيِّبٍ  car mecruru mahzuf mübtedanın mahzuf haberine müteallik olup mahallen merfûdur. Takdiri, مثلهم  (Onların misali) şeklindedir. Kelamda muzaf mahzuftur. Takdiri, مثلهم كأصحاب صيّب  (Onların misali yağmur topluluğu gibidir.) şeklindedir. 

مِنَ السَّمَٓاءِ  car mecruru  صَيِّبٍ ’ in mahzuf sıfatına mütealliktir.  فِيهِ ظُلُمَاتٌ  ibaresi  صَيِّبٍ  kelimesinin ikinci sıfatı olarak mahallen mecrurdur. 

فِيهِ  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. ظُلُمَاتٌ  muahhar mübteda olup damme ile merfûdur. رَعْدٌ - بَرْقٌ  kelimeleri atıf harfi وَ ‘ la  ظُلُمَاتٌ ‘ e matuftur. 

Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.

Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.

1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar  2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar.

Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

صَيِّبٍ  kelimesi فيعل  vezninde sıfat-ı müşebbehedir.

Sıfatı müşebbehe; “Benzeyen sıfat” demektir. İsmi faile benzediği için bu adı almıştır. İsmi failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfatı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsmi fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfatı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ ف۪ٓي اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِۜ

Fiil cümlesidir. يَجْعَلُونَ  fiili  نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.  اَصَابِعَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

فِي اٰذَانِهِمْ  car mecruru  يَجْعَلُونَ  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مِنَ  sebebiyyedir. مِنَ الصَّوَاعِقِ  car mecruru  يَجْعَلُونَ  fiiline mütealliktir. 

حَذَرَ الْمَوْتِ  izafeti, mef‘ûlün lieclih olup fetha ile mansubdur. Aynı zamanda muzâftır. الْمَوْتِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.   

Fiilin oluş sebebini bildiren mef’uldür. “Mef’ûlün lieclihi” veya “Mef’ûlün min eclihi” de denir. Mef’ûlün leh mansubtur. Fiile “neden, niçin” soruları sorularak bulunur.

Türkçede “için, -den dolayı, sebebiyle, -sın diye, ta ki, zira, maksadıyla, uğruna” gibi manalara gelir. Mef’ûlün leh fiilinin önüne geçebilir.

2 tür kullanımı vardır: 1) Harfi cersiz kullanımı. 2) Harfi cerli kullanımı

1) Harfi cersiz kullanımı:

Harfi cersiz olması için şu şartlar gereklidir:

a) Mef’ûlün leh, cümledeki fiilin masdarı dışında bir masdar olmalıdır.

b) Nekre (belirsiz) olmalıdır.

c) Mef’ûlün leh olacak mastarın (iç duygularımızı ifade ettiğimiz, “saygı göstermek, küçümsemek, korkmak, bilmek, bilmemek” gibi) kalbî fiillerden olması gerekir.

d) Fiilin faili ile mef’ulün faili aynı olmalıdır.

e) Fiilin oluş zamanı ile mef’ulün lehin oluş zamanı aynı olmalıdır.

Mef’ûlün lehin harfi cersiz kullanılabilmesi için yukarıdaki 5 şartın beraber bulunması gerekir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Ayetin yorumunda Ferrâ  حذرَ  kelimesinin, herhangi bir fiilin etkisi olmadan mansub olduğunu söylemiştir. Konu ile ilgili şu örneği vermiştir: حذر  kelimesinin bu ayetteki kullanımı şu cümledeki gibidir:  أعطيتك خوْفاً (Sana korku sebebiyle verdim.) Burada verilen nesne, korkunun kendisi değil, korku sebebiyle bir başka şeydir. Dolayısıyla ayetteki حذر kelimesi, fiil sebebiyle değil, tefsir üzere mansub olmuştur. (Ferrâ, Me‛âni’l-Kur’ân)

Ferrâ’nın burada tefsir ile kastettiği mef‘ûlun lehdir.

Başka kaynaklarda aynı ayetin yorumunda حذر  kelimesinin, mef‘ûlun leh olduğundan mansub olduğu, yapılan fiilin ölüm korkusu sebebiyle gerçekleştirildiği ifade edilmiştir. (Zeccâc, Me‘âni’l-Kur’ân ve İ‘râbuh) (Basra ve Kufe Ekollerinin Farklı Nahiv Terimleri /Doç.Dr. Mehmet Cevat Ergin)

Değiştirme manasına gelen  جَعَلَ kelimesi 3 şekilde gelir:

1. Bir şeyden başka bir şey meydana getirmek  

2. Bir halden başka bir hale geçmek 

3. Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَاللّٰهُ مُح۪يطٌ بِالْكَافِر۪ينَ

İsim cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir. İtiraziyye olması da caizdir.  للّٰهُ  lafza-i celâl mübteda olup damme ile merfûdur. مُحِيطٌ  haber olup damme ile merfûdur. 

بِالْكَافِرِ۪ينَ  car mecruru  مُحِيطٌ ’ a müteallik olup, cer alameti  ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. 

كَافِر۪ينَ  sülâsî mücerredi  كفر  olan fiilin ism-i failidir.

مُحِيطٌ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’âl babının ism-i failidir.

İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ ف۪يهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌۚ

Ayet 17.ayetteki istînâfa matuftur. اَوْ harfiyle atfedilen ayette atıf sebebi tezayüftür.

صَيِّبٍ ’in sıfatının ve haberin hazfedilmesi sebebiyle ayette îcâz-ı hazif sanatı vardır.

Sıfat cümleleri anlamı zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.

ظُلُمَـٰت- رَعۡد- بَرۡق- صَیِّب kelimelerindeki tenvin nev’, tazim ve kesret ifade eder.

ظُلُمَـٰت- رَعۡد- بَرۡق kelimeleri niçin nekre olarak gelmiştir? Çünkü, Cenab-ı Allah'ın maksadı, bunların envai türlüsünü bildirmektir. Buna göre sanki şöyle denmektedir: "onda öyle zifiri karanlıklar, öyle şiddetli gök gürlemeleri ve öyle göz kamaştıran şimşekler var ki sorma gitsin.(Fahreddin er-Râzî)

رَعْدٌ yani gök gürlemesi, rüzgâr bulutu yakalayıp sürdüğünde sanki bulut kütleleri harekete geçip birbirine çarpıyor ve titriyor, bu titremeden dolayı bu esnada ses çıkarıyormuş gibi buluttan duyulan sestir. بَرْقٌۚ yani şimşek ise buluttan parlayan şeydir. Bu kelime, birşey parladığı zaman Arapların söylediği ifadesinden alınmıştır. (Fahreddin Râzî)

Allah’u Teâlâ ayette  رَعْدٌ وَبَرْقٌۚ  buyurmuştur. Gök gürültüsünü öne almakla beraber, aralarını mutlak cem  için olan  وَ  ile bağlamış, önce  بَرْقٌ (şimşek) sonra  رَعْدٌ (gök gürültüsü)  buyurmamıştır.

Vaktiyle İbni Sina "Şifa"sında diyordu ki, şimşek ile gök gürültüsü aynı zamanda vaki olurlar. Fakat ses, zamanla ilgili olduğu için geç işitilir. Işık ise zamanla ilgili olmayıp ani olduğundan daha önce görülür. Bugünkü fen de diyor ki gök gürültüsü ve şimşek aynı zamanda vaki olur. Gerek ses ve gerek ışık ikisi de zamanla ilgilidir. Fakat sesin hızı saniyede 337 veya 340 metre; ışığın hızı ise -az çok ihtilaf ile beraber- 308 000 kilometre olduğundan, daha az mesafelerde ani olarak görülür. Yani yıldırım şimşekle beraber düşmüş, varacağı yere varmıştır. Gürültüsü de sonradan beş ila on saniye kadar fark ile işitilir. (Elmalılı)

Ayette رَعۡد ile بَرۡق kelimeleri çoğul olarak gelmemiştir. Zira her ikisi de esas bakımından masdardır. Burada her iki kelimenin de çoğulları bırakılarak aslın hükmüne riayet edilmiştir.

Bütün bunların nekre olarak getirilmesinde de şu esas alınmıştır. Asıl olan bunların türleri demektir. Adeta şöyle denilmektedir: ”Bunun içinde koyu karanlıklar, büyük ve korkutucu gürültü ve seslerle gözleri kapıp alan şimşekler vardır.” (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)

ظُلُمَـٰت zifiri karanlığın şiddetine delalet için çoğul gelmiştir. Ruhu’l Meânî’de "aslında tek bir karanlıktır ama şiddeti sebebiyle istiare yoluyla cemi sigada gelmiştir" şeklinde açıklanmıştır. (Min Ğarîbi Belâğati'l Kur'âni'l Kerîm, Ruveyni)

Atıf harfiyle birlikte teşbih harfinin tekrar edilmesi, amilin tekrarından daha zengin bir ifadedir. Takdiri şöyle olur: …….اَوْ مَثَلُهُمْ كَصَيِّبٍ . Yine bu tekrar, birinci ve ikinci misalle benzetilenlerin hâllerinin farklılığına işaret eder. اَوْ bağlacı ise ayete tesviye, denklik ve alternatif yani muhayyerlik anlamı kazandırır. Ve manası: ‘her iki kıssadan hangisini seçersen seç ikisi de münafıkların hâlini anlatan meseldir, temsil olarak ikisi de aynıdır, onları bir arada almanda da bir beis yoktur.’ şeklindedir. السَّمَٓاءِ ‘nin zikredilmesi صَيِّب ’in genel olarak gökyüzünün ufuklarını her taraftan inmek suretiyle kapladığını ifade etmektedir. Bu da daha fazla şiddet ve korkuya işaret eder. Velev ki كَصَيِّبٍ ف۪يهِ ظُلُمَاتٌ denilseydi o durumda صَيِّب ’in gökyüzünün bir kısmından inerken diğer kısmından inmediği ihtimalini doğururdu ki Allah en iyisini bilir ama bu da murad edilen mana olmazdı. Nitekim böyle bir ifade yağmurun yoğunluk ve çokluğuna işaret etmez.

صَيِّب kelimesinde terkib ve bina yönünden mübalağalar vardır. ص isti'lâ harfi, يّ şeddeli, ب ise şiddet harflerindendir. Bunlar, kastedilen şiddet manasına uyum gösterir. Kelime sübuta işaret eden فعيل veznindedir. Bunda da uzun zaman kendisine refakat eden şimşek ve gök gürültüsü ile yağan şiddetli yağmura işaret vardır. Nekre olması ise tazim ve korkutmada mübalağa ifade eder. Bunda da sağanak ve iri taneli yağmurun şiddetine işaret vardır. (Min Ğarîbi Belâğati'l Kur'âni'l Kerîm, Ruveynî)

السَّمَٓاءِ ’deki tarif, istiğrak ifade eder.

Beyzâvî ayette, صَيِّبٍ kelimesinin nekre, السَّمَٓاءِ lafzının marife kılınmasıyla ilgili olarak şunları kaydeder: yağmur lafzının صَيِّب şeklinde nekre gelmesi, şiddetli bir yağmur çeşidi murad edildiği içindir. Gökyüzü lafzının marife السَّمَٓاءِ gelmesi ise bulutun bütün ufukları kaplayacağına işaret etmek içindir. Zira gökyüzünün her tabakasına sema adı verildiği gibi her ufka da sema adı verilir. Ayrıca semanın marife kılınması asıl olup, bina ve nekrelik bakımından yağmurdaki abartıyı göstermek içindir. (Beyzâvî, I, 200-201)

Yüce Allah bu ayette de münafıkların durumlarıyla alakalı olarak meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için ikinci bir örnek sunuyor. İlk örnekte münafıkların halini yüce Allah ateş yakan kimselerin hâline benzetti. Bu ilk örnekte münafıkların, ‘’Biz de iman ettik.’’ diyerek görünürde kendilerini mümin olarak göstermeleri hali, yanan ateş sayesindeki aydınlığa benzetilmiştir. Bu aydınlıktan yararlanmanın kesilmesi de ateşin sönmesiyle karanlıkta kalmaya benzetilmiştir. Bu ayette ise Allah İslâm dinini sağanak ve bol yağmura benzetmiştir. Çünkü toprağın yağmur sayesinde yeşermesi ve hayat bulması nasıl ise kalpler ya da gönüller de iman sayesinde yeşerir ve hayat bulur. İslam dini açısından kâfirlerin ظُلُمَـٰت adı verilen karanlıklara benzetilmesi, İslâm dinindeki vaadin (söz vermenin) ve vaîdin (tehdit ve korkutmanın) yıldırıma, gök gürültüsüne ve şimşeğin çakmasına benzetilmeleri, bir de Müslümanlar açısından başlarına gelebilecek bela, felaket ve musibetlerin de yıldırımlara benzetilmesi; bunların tümü münafıklar ve inananlar açısından gerçekleri gözlerimiz önüne seriyor. Buna göre ayetin manası şöyle olmaktadır: ‘’onların durumu adeta bol yağmur misalidir.” Bu ayette مَثَلِ kelimesi, atıf edatının buna delalet etmesi bakımından hazf olunmuştur. Aynı şekilde, یَجۡعَلُونَ fiilinin kendisine delaleti sebebiyle burada, ذَو kelimesi de hazf olunmuştur. Bundan murad şudur: onların durumu bir kavmin durumu gibidir ki, gök ya da yağmur, işaret ettiğimiz biçimde kendilerini yakalamıştır. Bundan dolayı başlarına gelenler gelmiştir. İşte buradaki bu benzetme, eşyanın eşyaya benzetilmesi olayıdır. Ancak burada teşbihten söz ettiği hâlde açık ve net olarak müşebbehat (benzetilen) belirtilmemiştir.

اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ ف۪يهِ ظُلُمَاتٌ ibaresinde teşbih-i temsil vardır. Toprak yağmurla hayat bulduğu gibi kalpler de İslam ile hayat bulur. Bunun için İslam yağmura, kâfirlerin şüphe ve tereddütleri karanlıklara, Kur'an'daki vaad ve vaîdler de gök gürültüsü ve şimşeğe benzetilmiştir. (Safvetü't Tefâsir)

Fahreddin er-Râzî de teşbih-i mürekkeb olduğunu söylemiştir. Teşbih-i mürekkeb: müşebbeh ve müşebbehu bihin her birinin unsurları diğerinin unsurlarına tek tek benzemese dahi, bu ikisinden birini diğerine herhangi bir yönden benzetmektir. Bu ayetlerden maksat, gerek dini gerekse dünyevi bakımdan münafıkların şaşkınlığını; ateş yaktıktan sonra ateşi sönen, gök gürültüsü ve şimşekle beraber karanlık gecede gökyüzünün yakaladığı kimsenin şaşkınlığına benzetmektir. (Fahreddin er-Râzî)

يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ ف۪ٓي اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِۜ

Ayet istînâfi beyaniyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.

Müsbet fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hal cümlesi olduğu için tetmim itnâbına girer.

مِنَ الصَّوَاعِق ‘daki مِنَ harfi sebebiyye içindir. Çünkü الصَّوَاعِق (yıldırım), kulaklara parmakların sokulmasının sebebidir.  حذر الموت sözünden de gaye budur. Kendisinden önceki cümlenin sebebidir. Parmaklarını kulaklarına sokmaları ölüm korkusu sebebiyledir. Bu bedî’ (harika) bir îcâzdır. (Min Ğarîbi Belâgati'l Kur'âni'l Kerîm, Ruveyni)

أَصَـٰبِعَهُمۡ - ءَاذَانِهِم , صَیِّب - ٱلسَّمَاۤءِ - رَعۡد- بَرۡق kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Gök gürültüsü veya yıldırım şakırtısı duyduklarında, ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkayan münafıkların durumunun anlatıldığı bu ayet, alakası külliyyet olan mürsel mecazın en meşhur örneklerinden biridir. Mecazın bu türünde bir bütün söylenir, onun bir parçası kastedilir. (Zikr-i küll irade-i cüz). Burada da bütün (parmaklar) zikredilmiş, onun cüzü (parmak uçları) kastedilmiştir. Buna göre cümlenin manası, parmak uçlarını kulaklarına tıkarlar şeklindedir. Çünkü parmağın tamamının kulağa girmesi imkânsızdır. Bu hususu Beyzâvî şu şekilde izah eder: parmak uçları انامل yerine, parmaklar اصابع lafzının kullanılması mübalağa içindir. (Beyzâvî I. 203.)

Burada gerçek anlamın kastedilmesine engel hal karînesi, parmağın tamamının kulağa sokulmasının muhal olmasıdır.

Burada bir şey iki şeye benzetilmiştir. Buna teşbih-i cem denir.

Yahut gökten inen sağanak yağmur gibidir. Onun içinde karanlıklar, gökgürültüsü, şimşek vardır. Yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarının içine koyarlar. Yani o yıldırımların gürültüsüyle ölümden korkarak parmaklarını kulaklarına sokarlar. Allah kâfirleri kuşatıcıdır.

Tablo; karanlık, fırtınalı bir hava, şimşekler, gök gürültüsü ve sağanak yağmur şeklindedir. Bu durum münafıkların halini anlatır. Öyle bir havada ölüm korkusuyla kulaklarını tıkamışlardır.

Allah’ın onları kuşatması; Allah’ın onları bilip, gördüğünü ifade eder. O manzaranın onları sarması gibi Allah da onları sarmıştır, içlerini dışlarını herşeylerini bilir.

وَاللّٰهُ مُح۪يطٌ بِالْكَافِر۪ينَ

Mübteda ve haberden oluşan cümle, fâide-i haber ibtidaî kelamdır. Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri anlamı kuvvetlendirmek için yapılan ıtnâbtır.

و , itiraziyyedir. حذر الموت sözü ile ...يكاد البرق sözü arasında itiraz cümlesidir. İtiraz cümlesi, bir konudan bahseden iki cümle arasına girmiştir. Burada kâfirlere tehdit konusuna dikkat çekme vardır.

Zamir gelebilecekken الْكَافِر۪ينَ kelimesinin açıkça zikredilmesinde helak edilmelerinin ve bu helakı haketme sebebinin küfürleri olduğuna işaret vardır. (Min Ğarîbi Belâğati'l Kur'ani'l Kerîm, Ruveynî)

Kâfirler hakkında zamir yerine açık isim gelmesi ıtnâb sanatıdır.

Müsnedin ileyh, tazim ve korkutmak için bütün celâl ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan ٱللَّه ismi olarak gelmiştir.

Mütekellimin Allah Teâlâ olması nedeniyle ayetteki lafz-ı celâlde tecrîd sanatı vardır.

Yani münafıklar Allah'ın azabından ve cezasından kurtulamazlar. Nasıl ki, kuşatılanlar kendilerini kuşatanların elinden kurtulamazlar ise bunların da hâli böyledir. Bu, esasen mecazi manadır. Bu cümle de muterize (parantez) cümlesi olup Îrabta mahalli yoktur (cümle dışı unsurdur). (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl, Keşşâf)

Kuşatılmış olan şey nasıl kuşatandan kurtulamazsa kâfirler de Yüce Allah'ın kudretinden kurtulamazlar. Böylece Yüce Allah'ın kudretinin şümulü ve sonsuz hakimiyeti, O'ndan kurtuluşun imkânsızlığı, bir şeyi kuşatanın kuşatmasına teşbih edilmiş kapalı bir istiare yapılmıştır. Onların kulaklarını parmakları ile tıkamalarının da kendilerine hiçbir faydası yoktur. Çünkü sakınmak kaderin önüne geçemez; hileler yüce Allah'ın azabını geri çeviremez.

Yağmura tutulmuş kimselere raci olacak zamir yerine " كَافِر۪ينَ / kâfirler" lafzının tercih edilmesi, onların başlarına gelen korkunç felaketlerin kendi küfürleri sebebiyle olduğunu bildirir. Nitekim; "Onların bu dünya hayatında yapmakta oldukları infakın (harcamalar) durumu, kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup da mahveden kavurucu bir rüzgârın misalidir" mealindeki ayet-i kerimede de aynı sebepten dolayı zamir yerine zahir isim kullanılmıştır. Çünkü buğz ve öfkeden ileri gelen ihlâk (helâk etme) daha şiddetli olur.(Ebüssuûd)