Tâ-Hâ Sûresi 105. Ayet

وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْجِبَالِ فَقُلْ يَنْسِفُهَا رَبّ۪ي نَسْفاًۙ  ...

(Ey Muhammed!) Sana dağların (kıyamet günündeki) hâlini soruyorlar. De ki: “Rabbim onları toz edip savuracak.”
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَيَسْأَلُونَكَ ve sana soruyorlar س ا ل
2 عَنِ -dan
3 الْجِبَالِ dağlar- ج ب ل
4 فَقُلْ de ki ق و ل
5 يَنْسِفُهَا onları savuracak ن س ف
6 رَبِّي Rabbim ر ب ب
7 نَسْفًا ufalayıp ن س ف
 
İnsanlara dünya hayatının sonlu olduğunu ve kendilerini bekleyen bir hesap gününün kaçınılmazlığını anlatan Hz. Peygamber’e kıyametle ilgili sorular yöneltiliyordu. 105. âyette bu çerçevede Resûlullah’a yöneltilmiş veya zihinleri kurcalayan bir soruya değinilip kıyamet tasviri yapılmaktadır (kıyamet hakkında bk. A‘râf 7/187). Burada yeryüzünde ilk göze çarpan, en belirgin yükselti unsurları olan dağların ne olacağı sorusuna cevap verilerek, bugünkü tasavvurlarımıza sığmayacak bir değişimin söz konusu olacağı belirtilmekte, fakat ardından asıl önemli olan şeyin insanın kendi göreceği muamele olduğuna dikkat çekilmektedir.
 
107. âyette geçen iki kelimenin Arap dilindeki anlamları dikkate alınarak âyet, “Orada artık ne bir kıvrım ne de bir tümsek görürsün” şeklinde tercüme edilebileceği gibi, âyete “Orada artık iniş-yokuş / eğrilik-yumruluk / eğrilik-pürüz göremezsin” mânaları da verilebilir (Taberî, XVI, 212-213; Şevkânî, III, 435).
 
108. âyetin “... çağırıcıya uyar; ondan kaçıp kurtulma imkanı yoktur” şeklinde çevirdiğimiz kısmına “kendisinden kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı veya hemen kendisine uyacakları davetçi” mânalarının yanı sıra (Taberî, XVI, 214), “eğip bükmeyen, pürüzsüz bir çağrıda bulunan davetçi” anlamı da verilmiştir; bazı müfessirler davetçiden maksadın kıyametin kopmasında özel görevi bulunan İsrâfil olduğunu söylemişlerdir (Râzî, XXII, 118; Şevkânî, III, 435). Kamer sûresinin 8. âyetinin de delâletiyle bu âyeti, “O gün bütün varlıklar karşı konamaz ilâhî çağrıya uymak ve mahşerde toplanmak zorunda kalacaklardır” şeklinde anlamak uygun görünmektedir (İbn Atıyye, IV, 64). Aynı âyette geçen ve “çok hafif sesler” diye tercüme ettiğimiz hems kelimesinin “hışırtı, fısıltı, ayak sesi, alçak sesle konuşma” gibi anlamları da vardır (Taberî, XVI, 215).
 
109. âyette, böylesine dehşetli bir günden söz edilince insanın hatırına gelebilecek ilk ihtimal olan başkalarından medet umma eğilimine işaret edilerek, şefaatin de ancak Allah’ın izni ve rızâsına bağlı olduğu hatırlatılmaktadır (şefaat ve 110. âyette değinilen Allah’ın ilminin kuşatılamazlığı hakkında bk. Bakara 2/48, 255).
 
112. âyette geçen ve dilimizde “hazım” şeklinde telaffuz edilen hadm kelimesi tefsirlerde genellikle, midenin yiyeceği sindirmesi sırasında onda meydana getirdiği eksiltmeden hareketle “eksiltme, zayi etme” veya eylemin mahiyetine bakarak “çiğneme, gaspetme” gibi mânalarla açıklanmıştır (Taberî, XVI, 218; Şevkânî, III, 436). Râgıb el-İsfahânî bu âyeti delil göstererek hadm kelimesinin istiare yoluyla “zulüm” anlamında kullanıldığını belirtir (el-Müfredât, “hdm” md.). Fakat âyette her iki kelimenin (zulm ve hadm) yer aldığı ve iki farklı durumu anlatan bir yapı içinde kullanıldığı dikkate alınırsa, burada hadmı zulmün eş anlamlısı olarak çevirmek cümlenin mânasını daraltır. Bu sebeple ve iki kelime arasındaki nüansı (bk. İbn Âşûr, XVI, 313) dikkate alarak âyetin son kısmına, “O ne büsbütün, hatta ne de kısmen haksızlığa uğramaktan korkar” şeklinde mâna vermeyi uygun bulduk.
 
  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 652-654
 

وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْجِبَالِ فَقُلْ يَنْسِفُهَا رَبّ۪ي نَسْفاًۙ

 

Fiil cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir. يَسْـَٔلُونَكَ   fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  كَ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

عَنِ الْجِبَالِ  car mecruru  يَسْـَٔلُونَكَ  filine müteallıktır. 

فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, إن أجبت فقل (Cevap vermek istersen de ki...) şeklindedir.

Şart ve cevap fiilleri mazi de muzari de gelebilir. Ancak aslolan ikisinin de muzari gelmesidir. Cevap cümlesi ise mazi ve muzari cümleleriyle gelebildiği gibi diğer cümlelerle de gelebilir. 

Cevap cümlesi; başına hiçbir edat gelmeyen olumlu mazi ve muzari olarak geldiğinde başına cevap (rabıt ف ’si) gelmez. Ayrıca  لَمْ  (cahd-ı mutlak) ve  لَا  (nefyi istikbal) ile menfi olan muzari olarak geldiğinde de umumiyetle başına cevap (rabıt ف ’si) gelmez, bunun haricinde gelen cümle çeşitlerinde ise umumiyetle başına cevap (rabıt ف si) gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

قُلْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت dir

Mekulü’l kavli, يَنْسِفُهَا رَبّ۪ي dir.  قُلْ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. 

يَنْسِفُهَا  merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir  هَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. رَبّ۪ي  fail olup mukadder damme ile merfûdur. Mütekellim zamiri  ي  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. نَسْفاًۙ  mef’ûlu mutlak olup fetha ile mansubdur.

Mef’ûlu mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlu mutlak harf-i cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlu mutlak cümle olmaz. Mef’ûlu mutlak üçe ayrılır:

1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.

2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlu mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.

3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini belirten mef’ûlu mutlak  فَعْلَةً  vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.

مَرَّةً  kelimesi de mef’ûlu mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. Burada tekid için gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
 

وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْجِبَالِ فَقُلْ يَنْسِفُهَا رَبّ۪ي نَسْفاًۙ

 

وَ  istînâfiyyedir. Ayetin ilk cümlesi müspet muzari fiil sıygasında, lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

سأل  fiili, istedi demektir.  عَنِ  harf-i ceriyle kullanıldığında “sordu” anlamına gelir. Fiillerin harf-i cerle manalarının değişmesi, tazmin sanatıdır.

Mahzuf şartın cevabına dahil olan  فَ, rabıtadır. Şart cümlesinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri, …إن أجبت  [cevap vermek istersen] olabilir.

Cevap cümlesi olan  فَقُلْ يَنْسِفُهَا, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

Emir ve Nehiylerin Aciliyet İfade Edip Etmeme Durumları: 

- Emirler aciliyet veya tehir ifade etmezler. Sadece bir şeyin yapılmasını isterler.

- Nehiyler aciliyet ifade ederler. Yasaklanan şeyden hemen uzaklaşılmasını isterler. (Hasan Karakaya, Fıkıh Usulü, s. 558-559)

Mahzuf şart ve mezkur cevap cümlesinden müteşekkil terkip, şart üslubunda, talebî inşâî isnaddır.

قُلْ  fiilinin mekulü’l-kavli olan  يَنْسِفُهَا رَبّ۪ي نَسْفاًۙ  cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber talebî kelamdır. 

يَنْسِفُها نَسْفًا  ifadesindeki mef’ûlu mutlak, bu ifadenin istiare olmadığını, ifadenin hakikat olduğunu ispatlamak için tekid olarak geldiğine işaret içindir. (Âşûr)

رَبّ۪ي  lafzının Peygambere (s.a.) ait zamire muzâf oluşu ona tazim ve teşrif içindir.

نَسْفاًۙ  mef’ûlu mutlaktır, tekid ifade eder.

يَنْسِفُهَا  -  نَسْفاًۙ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

يَنْسِفُهَا  ifadesindeki  هَا  zamiri, dağlara racidir.  نَسْف  savurmak demektir. Yani o dağlar tıpkı saçılmış, savrulmuş, darmadağın edilmiş toz zerrecikleri gibi olurlar demektir. (Fahreddin er-Râzî)

Takibiyye  فَ 'si ile  فَقُلْ  buyurulmuştur. Çünkü onların bu soru ile maksatları, haşr ve neşr meselesini tenkit etmektir. İşte bundan dolayı hiç şüphesiz Cenab-ı Hakk, buna cevap teşkil eden emrini takibiyye  فَ ’si ile getirmiştir. Çünkü bu gibi akaidle ilgili meselelerde açıklamayı tehir etmek caiz değildir. Ama fer'i meselelerde ise bu  فَ ’siz getirilebilir. Bundan dolayı Cenab-ı Hakk fer'i meselelerde kul kelimesini, takibiyye  فَ’si olmaksızın zikretmiştir. (Fahreddin er-Râzî)