Tâ-Hâ Sûresi 49. Ayet

قَالَ فَمَنْ رَبُّكُمَا يَا مُوسٰى  ...

Firavun, “Sizin Rabbiniz kim, ey Mûsâ?” dedi.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 قَالَ dedi ki ق و ل
2 فَمَنْ kimdir?
3 رَبُّكُمَا Rabbiniz ر ب ب
4 يَا مُوسَىٰ Musa
 
Bu âyetlerde, başta Resûl-i Ekrem olmak üzere Allah’ın birliği inancına çağrıda bulunacak bütün tebliğ adamlarına, hangi şartlar altında olursa olsun, Allah’a olan güveni bir an bile yitirmemek gerektiği fikri, Hz. Mûsâ’nın hayatından kesitler verilerek telkin edilmektedir. Nitekim Hz. Mûsâ kendisine verilen görevin ağırlığı karşısında başarısız olmaktan endişelenmiş, ama yine rabbinin engin lutfuna sığınmıştı. Allah da ona, bu vazifeyi başarıyla yerine getirebilmesi için gönlünün ferahlatılması, zihninin açılması, işinin kolaylaştırılması, diline açıklık verilmesi ve yakınlarından bir yardımcıyla desteklenmesi hususundaki dileklerinin kabul edildiğini bildirmiş, hemen ardından da kendisinin bu günlere nasıl geldiğini hatırlatmıştır. Gerçekten, İsrâiloğulları’nın bütün erkek çocuklarının katledildiği bir ortamda Mûsâ’nın bizzat bu kararı alan Firavun’un sarayında büyütülmesi akıl alacak bir şey değildi. Yetişkinlik çağına geldiğinde hata ile adam öldürme olayına karışması da onun hayatına mal olabilirdi; fakat ilâhî lutuf sayesinde bundan da kurtulmuş, nihayet beklenen an gelmişti: Mûsâ, kendisini en ulu varlık olarak görmeye başlayan Firavun’u imana çağıracak ve İsrâiloğulları’nı Allah’ın yardımıyla onun zulmünden kurtaracaktı (Hz. Mûsâ’nın başından geçen bu olaylar hakkında Kur’an’da ve Kitâb-ı Mukaddes’te verilen bilgiler ve karşılaştırılması için bk. Bakara 2/49-59; Kasas 28/3 vd.). Firavun gibi kendisini insanların tanrısı sayacak kadar onları küçümseyen bir kibir âbidesinin yanına yaklaşıp diyalog kurabilmek kolay değildi. Cenâb-ı Allah Mûsâ’nın Firavun ailesi içinde yetişmesini sağlamak suretiyle ona bu imkânı çok önceden hazırlamıştı. Buna rağmen Hz. Mûsâ yüklendiği görevin ne kadar ağır olduğunun bilinci içinde endişelerini ifade etmekten ve rabbinden yardım dilemekten geri durmadı. Tefsirlerde Hz. Mûsâ’nın duasında yer alan “dilimden düğümü çöz” ifadesiyle neyin kastedildiği açıklanırken genellikle şu olay aktarılır: Mûsâ henüz küçükken, eşi Firavun’dan onu kucağına alıp sevmesini ister, Firavun bunu yapar, fakat Mûsâ onun sakalını yolar. Bunun üzerine Firavun “bu bana düşman!” diye haykırıp cellâtlarını çağırır. Karısı Firavun’un öfkesini yatıştırmak için onun henüz aklının ermediğini söyler ve bunu ispat için önüne, birinde mücevher diğerinde ateş bulunan iki kap koymasını önerir. Bu öneri uygulanır. Mûsâ elini içinde ateş bulunan kaba uzatıp bir kor parçasını ağzına götürür, böylece öldürülmekten kurtulur. Bu rivayeti aktaran müfessirler, 27. âyette, bu olaydan sonra Mûsâ’nın dilinde meydana gelen ârızaya ve bunun yol açtığı konuşma zorluğuna işaret bulunduğunu kaydederler (bk. Taberî, XVI, 159). Başka bir âyette belirtildiğine göre Mûsâ bu görevde kardeşi Hârûn’la desteklenmesini isterken onun kendisinden daha iyi konuştuğunu ifade ediyordu (Kasas 28/34).Yine bu bilgi ile paralellik taşıyan Tevrat’taki bir ifadeye göre Hârûn iyi bir hatip idi (Çıkış, 4/14). Fakat Hz. Mûsâ’nın bu dileği 28. âyette belirtilen gerekçe ve Mûsâ’nın yanı sıra Hârûn’un da Firavun’a tebliğde bulunmanın zorluklarıyla ilgili kaygılar taşıdığını gösteren 45. âyet ışığında incelendiğinde, onun kendisindeki fizyolojik bir ârızaya değil, üstlendiği görevin ağırlığı karşısında duyduğu sorumluluk duygusunun oluşturduğu psikolojik duruma ve bu konudaki endişelerine işaret etmek istediği anlaşılmaktadır. Zira 28. âyette belirtildiği üzere Hz. Mûsâ, “sözünün iyi anlaşılmasını” arzu etmektedir. Bu cümlenin yüklemini oluşturan “fekuhe” fiili Arap dilinde sıradan bir anlamayı değil, konunun inceliklerine inerek anlamayı ve derin bir idraki ifade etmek için kullanılır. Şu halde burada sırf bir konuşma kusuruna ve bunun yol açacağı anlama problemine değinildiğini söylemek isabetli olmaz. Öte yandan Hz. Mûsâ’nın bu dileği, büyünün ve göz boyama usullerinin çok revaçta olduğu bir toplumun ileri gelenlerini dahi akla ve idrak yeteneğine hitap eden delillerle ikna etme görevi üstlenmiş olduğunu, daha sonra halkın huzurunda sihirbazlara karşı ortaya konacak mûcizelerin ise tevhid çağrısının temel kanıtları olmayıp insanları kandırma aracı olarak kullanılan bu usullerin ne kadar temelsiz olduğunu gözler önüne sermeyi hedeflediğini göstermektedir. 24 ve 43. âyetlerde Firavun’a uyarıcı gönderilme gerekçesi olarak “onun sınırı çok aştığı” ifade edildiği halde 44. âyette “Yine de ona söyleyeceklerinizi yumuşak bir üslûpla söyleyiniz, ola ki aklını başına toplar veya içine bir korku düşer” buyurulması özellikle dinin tebliği görevinde başarılı olabilmek için izlenecek metodun ve kullanılacak üslûbun ne kadar önemli olduğunu ortaya koyması açısından oldukça dikkat çekicidir. Hz. Mûsâ’nın kardeşi Hârûn’la birlikte Firavun’a gidip ona bütün evrenin yaratıcısı olan Allah tarafından gönderilmiş elçiler olduklarını söylemeleri üzerine aralarında geçen diyalog ve Firavun’un kendini tanrı ilân ettiğine ilişkin ifadeler Kur’an’ın değişik yerlerinde farklı bağlamlar içinde özetlenir (meselâ bk. Şuarâ 26/23-29; Kasas 28/38; Nâziât79/24). Burada 49-53. âyetlerde de bu diyalogdan bir kesit verilmektedir: Firavun’un Mûsâ’ya alaycı bir ifadeyle “Sizin rabbiniz de kimmiş?” diye sorması üzerine, Mûsâ O’nun evrendeki her şeyi özüyle ve biçimiyle var eden sonra da her varlığa yolunu yordamını gösteren Allah olduğunu söylemiş, böylece Firavun da dahil olmak üzere her şeyin varlığını O’na borçlu olduğuna dikkat çekmişti. Ardından Firavun gelip geçen nesillerin durumunu sorarak muhtemelen, dünyada güç sahiplerinin yaptıklarının yanına kâr kaldığına işaret etmiş ve Mûsâ’dan buna açıklık getirmesini istemişti. Hz. Mûsâ onların da rabbinin bilgisi dışında olmadığını ve her şeyin Allah katında kayıtlı bulunduğunu ifade etmiş, Allah’ın ilminin ilâhî hikmet gereği yapılan bu kayıtlara bağlı olmadığını hatırlatmak üzere de O’nun asla yanılmaz ve unutmaz olduğunu sözlerine eklemişti. Râzî’nin tercihe şayan gördüğü yoruma göre ise, Firavun’un gelip geçen nesillere dair soru sorması konuyu değiştirme ve Hz. Mûsâ’yı hikâye türü açıklamalara çekip meşgul etme amacı taşıyordu; zira Mûsâ bir önceki soruya güçlü ve kuşatıcı bir cevap vermişti, Mûsâ’nın o konudaki ikna edici konuşmaya devam etmesinden ve çevresindeki insanların bundan etkilenmelerinden endişe duydu. Hz. Mûsâ da bunu anladığı için yeni soruya pek iltifat etmedi ve genel bir cevap vererek geçiştirmeyi yeğledi (XXII, 66-67. Firavun hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/103). 55. âyette Kur’an’ın değişik vesilelerle dikkat çektiği bir hususa, insanın topraktan geldiği yine oraya döndürüleceği, sonra da oradan tekrar hayata kavuşturulacağı yani öldükten sonra diriltileceği gerçeği hatırlatılmaktadır. Bazı kimselerce reenkarnasyon iddiasını güçlendirmek için bu ve benzeri âyetlerden de destek alınmaya çalışılmaktadır. Ancak bu isabetli değildir (bu konuda bk. Bakara 2/28). 
 
 

قَالَ فَمَنْ رَبُّكُمَا يَا مُوسٰى

 

Fiil cümlesidir.  قَالَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ‘dir. 

Muzari fiillerin (  أَنَا  –  أَنْتَ  –  نَخْنُ  ...) zamirleri fail (özne) konumunda olduklarında vücûben (zorunlu olarak) müstetir olurlar yani bariz zamir olarak açık şekilde yazılmaları mümkün olmadığı gibi bunların yerine açık bir isim söylenmesi de mümkün değildir. (  هُوَ  -  هِيَ  ) zamirlerinin müstetir oluşu ise mazi fiilde de muzari fiilde de vücûben değil cevazendir, yani bunların müstetir zamir olarak kullanılmaları zorunlu olmayıp bu zamirlerin yerine istenildiği takdirde açık isim getirilmesi de mümkündür. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Mekulü’l-kavli,  فَمَنْ رَبُّكُمَا ‘dir.  قَالَ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. 

فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri;  إن أوحي إليكما فمن ربّكما  (Size vahyolunuyorsa Rabbiniz kimdir?) şeklindedir.

İstifham ismi  مَنْ  mübteda olarak mahallen merfûdur. 

رَبُّكُمَا  mübtedanın haberi olarak lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  كُمَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

يَا  nida harfidir.  مُوسٰى  münadadır. Müfred alem olup damme üzere mebni mukadder fiilin mef’ûlun bihi olarak mansubdur. Takdiri;  أدْعوُ  (Çağırıyorum) şeklindedir.

مُوسٰى  kelimesi gayri munsarıftır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.

Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.

Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (  اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ  )” da denir.

Burada  مُوسٰى   kelimesi Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) olmasıyla beraber , ‘ucme/ a’cemi: Bir ismin yabancı bir dilden Arapçaya geçmiş olmasından dolayı gayri munsarife girer. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

قَالَ فَمَنْ رَبُّكُمَا يَا مُوسٰى

 

Beyânî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. 

Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Ayetler arasında meskûtun anh mevcuttur.

Allah Teâlâ’nın ikisine öğrettiği sözleri içeren ayetlerden hemen sonra Firavun’un cevabı gelince, Musa (as) ve Harun’un (as)  Firavun’a gidip öğrendikleri sözleri aktardıklarını anlıyoruz. 

مَنْ رَبُّكُمَا يَا مُوسٰى  cümlesi, takdiri …  إن أوحي إليكما  (Eğer size vahyolunuyorsa) olan mahzuf bir şartın cevabıdır. Cümleye dahil olan rabıta  فَ ‘si, bu hazfin işaretidir. Bu  فَ  harfini fasiha olarak yorumlayan alimler de vardır. 

Cevap cümlesi istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham ismi  مَنْ  mübtedadır. Müsned olan  رَبُّكُمَا , veciz ifade kastıyla izafet formunda gelmiştir.

Mahzuf şart ve cevabından oluşan terkip  قَالَ  fiilinin mekulü’l-kavlidir. Şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Ayetin sonundaki nida ve münada, takdiri  أدعو  [Çağırıyorum] olan mahzuf fiilin mef’ûlüdür. 

Ayetin sonundaki itiraziyye olan  يَا مُوسٰى  cümlesi nida üslubunda talebi inşâî isnaddır.

İtiraz cümleleri ıtnâb babındandır. Çeşitli gayelere binaen araya girmiş saplama bir cümle olan itiraziyye cümlesinin, ana cümlenin anlamına tesiri yoktur. (Sevinç Resul, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”In Kullanımı)

Firavun: ‘’Siz İkinizin Rabbi kim?’’ diyerek, iki kişiye hitap etmiş, ama nidayı, "Ey Musa" diyerek, sadece birine yöneltmiştir. (Fahreddin er-Râzî) Dolayısıyla iltifat vardır.

Hazret-i Musa ve Harun, Firavun'a varıp emrolunduklarını ona tebliğ ettikten sonra Firavun dedi ki: … Bunların zikredilmemesi, îcâz için ve onların aldıkları emirleri hiç gecikmeksizin süratle yerine getirdiklerini ve bir de bunların sarahatle zikrine ihtiyaç olmayacak kadar açık olduklarını zımnen bildirmek içindir. (Ebüssuûd ve Âşûr) 

Hazret-i Musa ve Harun (as) "Biz şüphesiz Rabbinin elçileriyiz.", "Biz gerçekten Rabbinden sana bir mucize getirdik" sözlerinde Firavun'a "senin rabbin" dedikleri halde, Firavun, onların sözlerini hikâye etmek yoluyla da olsa, "benim Rabbim de kim?" dememesi, son derece azgınlığının ve serkeşliğinin ifadesidir. "Sizin Rabbiniz de kim?" demiş, çünkü elçileri gönderenin, elçilerin Rabbi olması lazımdır. Yahut Hz. Musa ile Harun, "Şüphesiz biz, alemlerin Rabbinin elçisiyiz." sözlerinde kendi Rablerinin, herkesin Rabbi olduğunu sarahatle belirtmişlerdi. Yani siz Rabbinizin iki elçisi iseniz, o halde bana söyleyin; sizi gönderen Rabbiniz kimdir?

Firavun, her ikisine hitap ettiği halde nidayı Hz. Musa'ya tahsis etmiş (ey Musa! demiş), çünkü peygamberlikte asıl olan Hz. Musa'dır; Hz. Harun ise, onun veziridir. (Ebüssuûd ve Âşûr) 

Firavun, Hazreti Musa (as) ile, Cenab-ı Hakk'ın mevcut olması konusunda münakaşa etmemiş, aksine Allah'ın mahiyetini sormuştur. Dolayısıyla bu, Firavun'un Allah'ın varlığını itiraf ettiğine delalet eder. (Fahreddin er-Râzî) 

Cenab-ı Hak bu surede Firavun'un, "Ey Musa, sizin Rabbiniz kim"dediğini, Şuara Suresinde ise,  قَالَ فِرْعَوْنُ وَمَا رَبُّ الْعَالَم۪ينَ  [Alemlerin Rabbi ne?] (Şuara/23) dediğini nakletmiştir. Binaenaleyh burada, keyfiyetin sorulduğu  مَنْ /kim? edatı ile, orada ise mahiyetin sorulduğu  مَا /ne? edatı ile soru sormuştur. Bu ikisi, birbirinden farklıdır, ama sorulan hadise ve varlık aynıdır. Doğrusu, "Kim" edatı ile sorulanın, "ne" edatı ile sorulandan önce olmasıdır. Çünkü Cenab-ı Hak, "Ben, Allah'ım ve Rabbim" diye cevap vermiştir. Firavun da: "Sizin Rabbiniz kim" demişti. Bunun üzerine Hazret-i Musa (as), Allah'ın varlığına deliller getirip, bu deliller çok açık ve net olduğundan dolayı Firavun bunlara cevap veremeyeceğini anlayınca, ikinci hususa yani mahiyeti sormaya geçmiştir. Bu da, onun Allah'ı bildiğine dikkat çeken hususlardandır. Çünkü o, bunu çok açık ve net olarak bildiği için bu hususta münakaşa etmeyi bırakmış ve en zor konu olan Allah'ın mahiyeti (ne olduğu) konusuna geçmiştir. Çünkü insan için Allah'ın mahiyetini bilmek mümkün değildir. (Fahreddin er-Râzî)