فَكَاَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ اَهْلَكْنَاهَا وَهِيَ ظَالِمَةٌ فَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا وَبِئْرٍ مُعَطَّـلَةٍ وَقَصْرٍ مَش۪يدٍ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَكَأَيِّنْ | niceleri vardır |
|
2 | مِنْ | -den |
|
3 | قَرْيَةٍ | kentler- |
|
4 | أَهْلَكْنَاهَا | helak ettiğimiz |
|
5 | وَهِيَ | o |
|
6 | ظَالِمَةٌ | zulmederken |
|
7 | فَهِيَ | ve o |
|
8 | خَاوِيَةٌ | çökmüştür |
|
9 | عَلَىٰ | üstüne |
|
10 | عُرُوشِهَا | tavanları |
|
11 | وَبِئْرٍ | ve kuyu |
|
12 | مُعَطَّلَةٍ | kullanılmaz olmuştur |
|
13 | وَقَصْرٍ | ve saraylar |
|
14 | مَشِيدٍ | sağlam |
|
Dünya menfaati ve arzuları uğruna peygamberleri yalancılıkla itham edip insanlar üzerindeki haksızlık ve baskılarını sürdürenlerin, ne kadar debdebeli bir hayat yaşamış olurlarsa olsunlar, sonunda iflâh olmadıkları, er-geç cezalarını gördükleri Kur’an’ın birçok âyetinde ifade edilmiştir. Burada da böyle zulme dalmış nice topluluğun daha dünyada iken cezalandırılıp insanlık için ibret levhaları kılındığına değinilmektedir. 45. âyette hemen cezalandırma, 48. âyette de biraz süre verdikten sonra cezalandırma örneklerine işaret edilerek, bu hususun mutlak güç ve hikmet sahibi olan Allah’ın takdirinde olduğuna, ayrıca inkârcılık ve hak tanımazlık batağına saplanmış olduğu halde işleri yolunda gidenlerin bu durumuna aldanmamak gerektiğine dikkat çekilmiştir. 45. âyette geçen hâviye kelimesi Arapça’da hem “düşmüş” hem de “boş kalmış” anlamına geldiği için “hâviyetün alâ urûşihâ” ifadesine “çatıları çöküp duvarları onların üzerine düşmüş” veya “çatıları ayakta olmakla beraber bomboş kalmış” şeklinde mâna vermek mümkündür (Râzî, XXIII, 43-44).
Meâlinde her iki anlamı dikkate alarak bu kısmı, “evlerinin duvarları çatıları üzerine yıkılmış, ıpıssız kalmıştır” şeklinde çevirmeyi tercih ettik. 46. âyette kullanılan hayret ifadesiyle inkârcıların seyahat etmedikleri değil, bunlardan gezip dolaşanların etraflarına ibret gözüyle bakmadıkları ve anlatılanları ibret kulağıyla dinlemedikleri, bizzat seyahat etmeyenlerin de gezip dolaşanlardan aldıkları haberleri böyle bir değerlendirmeye tâbi tutmadıkları anlatılmak istenmiştir (İbn Âşûr, XVII, 287-288).
47. âyette geçen “Rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın bin yılı gibidir” ifadesi hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. İlk dönem âlimlerinden, buradaki “gün”den maksadın, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günlerden bir gün yahut âhiret günleri veya kıyamet günü olduğu yönünde rivayetler bulunmaktadır (bk. Taberî, XVII, 183-184).
Bu ifade ile azabın çabuk gelmesini isteyenler arasında nasıl bir fikrî bağlantı bulunduğu hususunda Taberî’nin zikrettiği yorumlardan ikisi şöyledir: a) Onlar dünyadaki azabın çabuk gelmesini isteyince Allah da vaadinden dönmeyip dünyadaki cezalarını vereceğini bildirmiş ve kendi katında onlara dünyada ve âhirette vereceği bir günlük azabın insanların dünyada saydıklarıyla bin yıl gibi olduğunu açıklamıştır. b) Allah onlara acele etmeyip kendi tayin ettiği vadeye kadar mühlet verdiğini, onlar bakımından çok uzun görünen sürenin kendisi bakımından yakın olduğunu bildirmiştir. Taberî bu görüşü doğruya en yakın bulduğunu, dolayısıyla bu âyetin şöyle anlaşılmasının uygun olacağını belirtir: Allah katındaki günlerden biri olan kıyamet günü sizin saymanızla bin yıla denk düşen bir gündür; bu O’na uzak değildir, size ise uzakta görünür. Bu sebeple O cezalandırmak istediğinin cezasını vermekte acele etmez, tayin ettiği müddetin sonuna bırakır (XVII, 184). Bu konuda Zeccâc’ın yorumu da şöyledir: Allah Teâlâ’nın kudreti açısından bir gün ile 1000 yıl aynıdır. Dolayısıyla onların çabucak gelmesini istedikleri azabın hemen vukuu ile geciktirilmesi arasında ilâhî kudret açısından fark yoktur. Şu var ki Allah mühlet vererek lutufta bulunmuştur. Ferrâ ise bu ilişkiyi şöyle açıklar:
Bu, onlara âhiretteki azaplarının ne kadar uzun olacağı yönünde bir tehdit anlamı taşır, yani onların âhiretteki azaplarının bir günü (buradaki hesaplarıyla) 1000 yıl gibi olacaktır. Bir başka izaha göre âhiretteki bir korku ve şiddet günü dünyada korku ve şiddetle geçen 1000 yıl gibidir; nimet günleri de buna göre düşünülmelidir (Şevkânî, III, 518-519). Râzî’nin zikrettiği şu iki yorumdan ilki Ebû Müslim’e ait olup kendisi de bunu tercih eder: a) Uğrayacakları azap onlara 1000 yıllık acı verecektir, bunu bilseler acele gelmesini istemezlerdi. b) Allah’a nisbetle bir gün ile 1000 yılın farkı yoktur, çünkü O mutlak kadirdir; şu halde O’nun bir gün mühlet vereceğini kabul etmeleri halinde 1000 yıl süre verebileceğini de kabul etmeleri gerekir (XXIII, 46). Esed’in belirtilen bu izahlardan bir kısmıyla örtüşen şu yorumu bize de uygun görünmektedir: İnsanın “zaman” ya da “süre”den anladığı şeyin Allah’a göre bir anlamı yoktur. Çünkü O, zamandan münezzehtir, zamanın ötesindedir, başlangıcı ve sonu yoktur. O’nun için –insanların hesaplamalarına göre– ha bir gün ha 1000 yıl aynı şeydir (II, 680; krş. Meâric 70/4).
Atale عطل : عَطَلٌ bir ziynet, süs veya meşgaleden yoksun olmaktır. Tef'il babındaki عَطَّلَ formu âtıl bırakmak anlamına gelir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de bir defa isim, bir defa da fiil olarak sadece 2 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri âtıl, atâlet, tatil ve muattaldır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
فَكَاَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ اَهْلَكْنَاهَا وَهِيَ ظَالِمَةٌ فَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا وَبِئْرٍ مُعَطَّـلَةٍ وَقَصْرٍ مَش۪يدٍ
İsim cümlesidir. فَ istînâfiyyedir. كَاَيِّنْ sükun üzere mebni, mübteda olarak mahallen merfûdur.
مِنْ قَرْيَةٍ car mecruru كَاَيِّنْ ’nin temyizi olup mahallen mansubdur.
Temyiz; kendisinden önce geçen müphem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harf-i cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin îrabı ise cümledeki yerine göredir. Temyiz Türkçeye “bakımından, …yönünden” şeklinde tercüme edilebilir. Temyizi bulmak için “ne bakımdan, hangi açıdan?” soruları sorulur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَهْلَكْنَاهَا cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
اَهْلَكْنَاهَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
وَهِيَ ظَالِمَةٌ cümlesi اَهْلَكْنَاهَا ’deki zamirin hali olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “Nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır:
1. Müfred olan hal (Müştak veya camid),
2. Cümle olan hal (İsim veya fiil),
3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هِيَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ظَالِمَةٌ haber olup lafzen merfûdur.
هِيَ ظَالِمَةٌ atıf harfi و ’la makabline matuftur.
فَ atıf harfidir. Munfasıl zamir هِيَ mübteda olarak mahallen merfûdur. خَاوِيَةٌ haber olup lafzen merfûdur.
عَلٰى عُرُوشِهَا car mecruru خَاوِيَةٌ ’a mütealliktir. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِئْرٍ atıf harfi و ’la قَرْيَةٍ ’e matuftur. مُعَطَّـلَةٍ kelimesi بِئْرٍ ’in sıfat olup kesra ile mecrurdur.
قَصْرٍ atıf harfi و ‘la makabline matuftur. مَش۪يدٍ kelimesi قَصْرٍ ’in sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
اَهْلَكْنَا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi هلك’dir.
İf’al babı fiille, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
ظَالِمَةٌ sülasi mücerredi ظلم olan fiilin ism-i failidir.
خَاوِيَةٌ sülasi mücerredi خوي olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُعَطَّـلَةٍ kelimesi sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef ‘il babının ism-i mef’ûludur.
مَش۪يدٍ kelimesi, sülasi mücerredi شيد olan fiilin ism-i mef’ûludur.
فَكَاَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ اَهْلَكْنَاهَا وَهِيَ ظَالِمَةٌ فَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا وَبِئْرٍ مُعَطَّـلَةٍ وَقَصْرٍ مَش۪يدٍ
فَ , istînâfiyyedir. İlk cümle olan فَكَاَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ اَهْلَكْنَاهَا, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَاَيِّنْ mübteda olarak mahallen merfûdur. Haberi اَهْلَكْنَاهَا cümlesidir. كَاَيِّنْ ’in hazf edilmiş bir fiilin mef’ûlü olmasına da cevaz vardır.
Ayet-i kerîme’de geçen كَاَيِّنْ lafzı, كم manasındadır. Bu kelime, teşbih edatı ك ile sayıda çokluk ifade eden tenvinli اىّ kelimesinden meydana gelir. Bu kelime; devamlı cümle başında bulunan, temyize muhtaç olarak müphem halde gelen, temyizi çoğunlukla من harf-i ceri ile yapılan mebni bir kelimedir. (Süyûtî, el-İtkan, c. 1, s. 463)
وَهِيَ ظَالِمَةٌ cümlesi اَهْلَكْنَا ’daki zamirden nasb konumda haldir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsned, ism-i fail kalıbında gelerek sübut ve süreklilik ifade etmiştir.
“Biz, çok sayıda memleketi ve halkını helak etmişizdir.” Bu cümle, “işte Benim inkârım nasılmış!” cümlesinin izahı mahiyetindedir. (Ebüssuûd)
هِيَ ظَالِمَةٌ ibaresinde, mecazî isnad vardır. Bu ifadede kastedilen, o şehirde yaşayan insanların zalim olduklarıdır. فَكَاَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ اَهْلَكْنَاهَا ibaresi de aynı şekilde mecazî isnaddır. Helak edilen karyedeki insanlardır.
Aynı üslupta gelen …فَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا cümlesi …اَهْلَكْنَاهَا cümlesine matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
اَمْلَيْتُ - اَهْلَكْنَاهَا kelimeleri arasında müfred cemi olarak güzel bir iltifat sanatı vardır.
Sıfat olan مُعَطَّـلَةٍ ve مَش۪يدٍ kelimeleri, mevsûflarının sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
عُرُوشِهَا ’ya matuf olan بِئْرٍ ve قَصْرٍ kelimelerindeki tenvin nev ve kesret ifadesi içindir.
İnsanın üzerini örten ev çatısı, çadır, gölgelik, asma gibi yüksekçe her şeye عرشِ denir.
خَاوِيَةٌ düşen anlamındadır ve yıldızın düşmesini ifade için kullanılan خوى النجم tabirinden alınmıştır. Ya da evde yaşayan kimse kalmadığı zaman خوى المنزل denmesinden hareketle “hālî, boş” anlamındadır. Gebenin karnının boş olduğunu ifade için خوى بطن الحامل denmesi de yine bu manadadır. (Keşşâf)
عَلٰى عُرُوشِهَا car mecruru, خَاوِيَةٌ kelimesine mütealliktir; o takdirde mana şöyle olur: Kentler(deki binalar) çatılarının üzerine çökmüş haldedir. Yani önce çatıları yere kapaklanmış, sonra yavaş yavaş duvarları çökmüş ve binalar çatıların üzerine düşmüştür. Yahut çatıları, olduğu gibi salimen kaldığı halde binalar çökmüş veya halî/bomboş kalmıştır. فَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا (Binalar boştur, çatıları da üzerindedir) yani ayaktadır ve çatılarına bakmaktadır. Şu manada ki; çatılar zemine çökmüş ve duvarlar gibi yere yerleşir hale gelmiş, duvarlar da yere kapanan çatıların üzerine düşmek üzere meyletmeye yüz tutmuş haldedir; bu haliyle duvarlar çatıya yukarıdan bakmaktadır. (Keşşâf)
مُعَطَّـلَةٍ ’nin manası şudur: O kuyu içinde su tutabilecek bir biçimde sağlam ve kendisinden su içilebilir bir halde olduğu halde o beldenin halkı helak olduğu için suyundan istifade edilmez halde kalmıştır.
مَش۪يدٍ ; O sarayların yapılırken harcına kireç katılarak sağlamlaştırılmıştır, demektir. Çünkü kireçle yapılan yapılar, “şeyd” adını alır.
Allah binbir güçlükle yaptıkları ve su içtikleri kuyuları da içeni ve su çekeni kalmayacak şekilde atıl bırakmıştır. Yine kireçle sağlamlaştırıp kat kat yükselttikleri o köşklerini de içlerinde oturan hiç kimse kalmamış, ıpıssız ve ama ortada dimdik olarak bırakmıştır. Böylece Cenab-ı Hakk bütün bunları ders alabilen ve düşünebilen kimseler için bir ibret kılmıştır. (Fahreddin er-Râzî)