Hac Sûresi 46. Ayet

اَفَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَٓا اَوْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَاۚ فَاِنَّهَا لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ  ...

Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَفَلَمْ hiç
2 يَسِيرُوا gezmediler mi? س ي ر
3 فِي
4 الْأَرْضِ yer yüzünde ا ر ض
5 فَتَكُونَ olsun ك و ن
6 لَهُمْ onların
7 قُلُوبٌ kalbleri ق ل ب
8 يَعْقِلُونَ düşünecekleri ع ق ل
9 بِهَا onunla
10 أَوْ veyahut
11 اذَانٌ kulakları ا ذ ن
12 يَسْمَعُونَ işitecekleri س م ع
13 بِهَا onunla
14 فَإِنَّهَا zira
15 لَا
16 تَعْمَى kör olmaz ع م ي
17 الْأَبْصَارُ gözler ب ص ر
18 وَلَٰكِنْ fakat
19 تَعْمَى kör olur ع م ي
20 الْقُلُوبُ kalbler ق ل ب
21 الَّتِي
22 فِي içindeki
23 الصُّدُورِ göğüsler ص د ر
 

Dünya menfaati ve arzuları uğruna peygamberleri yalancılıkla itham edip insanlar üzerindeki haksızlık ve baskılarını sürdürenlerin, ne kadar debdebeli bir hayat yaşamış olurlarsa olsunlar, sonunda iflâh olmadıkları, er-geç cezalarını gördükleri Kur’an’ın birçok âyetinde ifade edilmiştir. Burada da böyle zulme dalmış nice topluluğun daha dünyada iken cezalandırılıp insanlık için ibret levhaları kılındığına değinilmektedir. 45. âyette hemen cezalandırma, 48. âyette de biraz süre verdikten sonra cezalandırma örneklerine işaret edilerek, bu hususun mutlak güç ve hikmet sahibi olan Allah’ın takdirinde olduğuna, ayrıca inkârcılık ve hak tanımazlık batağına saplanmış olduğu halde işleri yolunda gidenlerin bu durumuna aldanmamak gerektiğine dikkat çekilmiştir. 45. âyette geçen hâviye kelimesi Arapça’da hem “düşmüş” hem de “boş kalmış” anlamına geldiği için “hâviyetün alâ urûşihâ” ifadesine “çatıları çöküp duvarları onların üzerine düşmüş” veya “çatıları ayakta olmakla beraber bomboş kalmış” şeklinde mâna vermek mümkündür (Râzî, XXIII, 43-44).

Meâlinde her iki anlamı dikkate alarak bu kısmı, “evlerinin duvarları çatıları üzerine yıkılmış, ıpıssız kalmıştır” şeklinde çevirmeyi tercih ettik. 46. âyette kullanılan hayret ifadesiyle inkârcıların seyahat etmedikleri değil, bunlardan gezip dolaşanların etraflarına ibret gözüyle bakmadıkları ve anlatılanları ibret kulağıyla dinlemedikleri, bizzat seyahat etmeyenlerin de gezip dolaşanlardan aldıkları haberleri böyle bir değerlendirmeye tâbi tutmadıkları anlatılmak istenmiştir (İbn Âşûr, XVII, 287-288).

47. âyette geçen “Rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın bin yılı gibidir” ifadesi hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. İlk dönem âlimlerinden, buradaki “gün”den maksadın, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günlerden bir gün yahut âhiret günleri veya kıyamet günü olduğu yönünde rivayetler bulunmaktadır (bk. Taberî, XVII, 183-184).

Bu ifade ile azabın çabuk gelmesini isteyenler arasında nasıl bir fikrî bağlantı bulunduğu hususunda Taberî’nin zikrettiği yorumlardan ikisi şöyledir: a) Onlar dünyadaki azabın çabuk gelmesini isteyince Allah da vaadinden dönmeyip dünyadaki cezalarını vereceğini bildirmiş ve kendi katında onlara dünyada ve âhirette vereceği bir günlük azabın insanların dünyada saydıklarıyla bin yıl gibi olduğunu açıklamıştır. b) Allah onlara acele etmeyip kendi tayin ettiği vadeye kadar mühlet verdiğini, onlar bakımından çok uzun görünen sürenin kendisi bakımından yakın olduğunu bildirmiştir. Taberî bu görüşü doğruya en yakın bulduğunu, dolayısıyla bu âyetin şöyle anlaşılmasının uygun olacağını belirtir: Allah katındaki günlerden biri olan kıyamet günü sizin saymanızla bin yıla denk düşen bir gündür; bu O’na uzak değildir, size ise uzakta görünür. Bu sebeple O cezalandırmak istediğinin cezasını vermekte acele etmez, tayin ettiği müddetin sonuna bırakır (XVII, 184). Bu konuda Zeccâc’ın yorumu da şöyledir: Allah Teâlâ’nın kudreti açısından bir gün ile 1000 yıl aynıdır. Dolayısıyla onların çabucak gelmesini istedikleri azabın hemen vukuu ile geciktirilmesi arasında ilâhî kudret açısından fark yoktur. Şu var ki Allah mühlet vererek lutufta bulunmuştur. Ferrâ ise bu ilişkiyi şöyle açıklar:

Bu, onlara âhiretteki azaplarının ne kadar uzun olacağı yönünde bir tehdit anlamı taşır, yani onların âhiretteki azaplarının bir günü (buradaki hesaplarıyla) 1000 yıl gibi olacaktır. Bir başka izaha göre âhiretteki bir korku ve şiddet günü dünyada korku ve şiddetle geçen 1000 yıl gibidir; nimet günleri de buna göre düşünülmelidir (Şevkânî, III, 518-519). Râzî’nin zikrettiği şu iki yorumdan ilki Ebû Müslim’e ait olup kendisi de bunu tercih eder: a) Uğrayacakları azap onlara 1000 yıllık acı verecektir, bunu bilseler acele gelmesini istemezlerdi. b) Allah’a nisbetle bir gün ile 1000 yılın farkı yoktur, çünkü O mutlak kadirdir; şu halde O’nun bir gün mühlet vereceğini kabul etmeleri halinde 1000 yıl süre verebileceğini de kabul etmeleri gerekir (XXIII, 46). Esed’in belirtilen bu izahlardan bir kısmıyla örtüşen şu yorumu bize de uygun görünmektedir: İnsanın “zaman” ya da “süre”den anladığı şeyin Allah’a göre bir anlamı yoktur. Çünkü O, zamandan münezzehtir, zamanın ötesindedir, başlangıcı ve sonu yoktur. O’nun için –insanların hesaplamalarına göre– ha bir gün ha 1000 yıl aynı şeydir (II, 680; krş. Meâric 70/4). 

 

 

اَفَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَٓا اَوْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَاۚ 

 

Fiil cümlesidir. Hemze istifham harfidir.  لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.

يَس۪يرُوا  fiili,  ن ’un hazfiyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. 

فِي الْاَرْضِ  car mecruru  يَس۪يرُوا   fiiline mütealliktir.

فَ  fâ-u sebebiyyedir. Muzariyi gizli  اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren harftir.Fâ-i sebebiyyeden önce nefy, talep bulunması gerekir.

اَنْ  harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَنْ  ve masdar-ı müevvel, kelamın öncesinden anlaşılan masdara matuftur. Takdiri, أثمّة سير في الأرض فوجود قلوب عاقلة (Yeryüzünde yürümek yoktur ki akleden kalpler olsun)  şeklindedir. 

تَكُونَ  fiili  نَ ’un fethasıyla mansub muzari fiildir.  لَهُمْ  car mecruru  تَكُونَ ’nin mahzuf mukaddem habere müteallıktır.

قُلُوبٌ  kelimesi  تَكُونَ ’nin muahhar ismi olup lafzen merfûdur.  يَعْقِلُونَ  fiii,  قُلُوبٌ ’un sıfatı olarak mahallen merfûdur. 

Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يَعْقِلُونَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfûdur. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.  بِهَٓا  car mecruru  يَعْقِلُونَ  fiiline mütealliktir.

اٰذَانٌ  atıf harfi  اَوْ  ile  الْقُلُوبُ ’ya matuftur. 

اَوْ  atıf harfi tahyir/tercih ifade eder. Türkçedeki karşılığı “veya, yahut, yoksa” olan bu edat, iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يَسْمَعُونَ fiil cümlesi  اٰذَانٌ ’un sıfatı olarak mahallen merfûdur. 

يَسْمَعُونَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfûdur. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.  بِهَٓا car mecruru  يَسْمَعُونَ  fiiline müteallıktır. 


فَاِنَّهَا لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ

 

İsim cümlesidir.  فَ  ta’liliyyedir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.  هَا  muttasıl zamir  اِنَّ nin ismi olarak mahallen mansubdur.

لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ  cümlesi  اِنَّ nin haberi olarak mahallen merfûdur.

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  تَعْمَى  elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. الْاَبْصَارُ  fail olup lafzen merfûdur.

لٰكِنْ  istidrak harfidir,  لٰكِنّ ’den muhaffefedir. İstidrak; düzeltmek, telafi etmek, hatayı tamir etmek, kusuru örtmek gibi anlamlara gelir. Önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesine istidrak adı verilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

تَعْمَى  elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.

الْقُلُوبُ  fail olup lafzen merfûdur.  الَّت۪ي  müfred müennes has ism-i mevsûl,  الْقُلُوبُ ’nun sıfatı olarak mahallen merfûdur. 

فِي الصُّدُورِ  car mecruru mahzuf sılaya  mütealliktir.

 

اَفَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَٓا اَوْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَاۚ

 

Fasılla gelen ayette  فَ, istînâfiyyedir. Hemze istifham harfidir. Menfi muzari fiil sıygasındaki cümle, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.

İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen cümle emir ve ikaz manası taşımaktadır. Mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.

Fa-i sebebiyye’nin dahil olduğu cümle masdar teviliyle, cümlenin öncesindeki masdar anlamına matuftur.  كَانَ ’nin dahil olduğu masdar-ı müevvel, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

يَعْقِلُونَ بِهَٓا  cümlesi  قُلُوبٌ   için  يَسْمَعُونَ بِهَاۚ  cümlesi ise  اٰذَانٌ  için sıfattır. Fiillerin müspet muzari sıygada gelmesi teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.

Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı  sanatıdır.

فَ  sebep bildirir. Muzari fiili gizli bir  أَنْ ’le nasb eden harftir. Fa-i-sebebiyye’nin muzari fiili gizli bir  أَنْ ’le nasbetmesi için önce nefy (olumsuzluk) veya taleb (emir, nehy, soru) bulunması gerekir.

قُلُوبٌ  ve  اٰذَانٌ  kelimelerindeki tenvin, tahkir ifade eder.

Bu ayet, helak edilenlerin yere serildikleri mekânları görüp ibret almaları için onları seyahate teşvik etmektedir. Onlar her ne kadar seyahat etmişlerse de ibret için seyahat etmedikleri için seyahat etmemiş sayılırlar. Yani onlar niçin gafil kalıp yeryüzünde dolaşmamışlar ki görecekleri ibret ve basiret vesilesi olacak şeyleri görmek sebebiyle düşünülmesi gereken tevhidi düşünsünler ve işitmeleri gereken vahyi yahut helak edilmiş olan ümmetlerin çevrelerinde bulunan insanlardan onların haberlerini işitsinler. Zira bu insanlar, onların hallerini kendilerinden daha iyi bilirler. (Ebüssuûd)


  فَاِنَّهَا لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ

 

فَ  ta’liliyedir.  اِنَّ  ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesidir. Faide-i haber inkârî kelamdır. Müsned olan  لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ, menfi muzari sıygada cümle olarak gelmiştir. Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

فَتَكُونَ لَهم قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِها  cümlesinin cevabı niteliğindeki bu cümlede  هَا, sonraki  لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ  cümlesiyle açıklanan şan zamiridir. (Âşûr)

Istidrak harfinin dahil olduğu وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ  cümlesi  اِنَّ ’nin haberine matuftur. Atıf sebebi tezattır.

الْقُلُوبُ  için sıfat  konumundaki has ism-i mevsul  الَّت۪ي ’nin sılası mahzuftur.  فِي الصُّدُورِ, mahzuf sılaya müteallıktır.

Marife bir isimden sonra gelen ismi mevsuller o kelimenin sıfatı olurlar. 

لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ  cümlesi ile  وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

اٰذَانٌ - يَسْمَعُونَ  ve تَعْمَى - الْاَبْصَارُ  ve  قُلُوبٌ - اٰذَانٌ - الْاَبْصَارُ - الصُّدُورِ  gruplarındaki kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

لَا تَعْمَى - تَعْمَى  kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır.

قُلُوبٌ , تَعْمَى  kelimelerinin tekrarında ise ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Ayetin son cümlesinde medhe benzeyen şeyle zemmi tekid üslubu kullanılmıştır.

Müsnedün ileyh; şan zamiri olarak da gelebilir. Bu durumda, garabete delalet eder. Bu durumda muhatap bundan sonra gelen şeyi merak eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Zamirlerin müzekkerine şan zamiri; müennesine kıssa zamiri denir. Bunların ait olduğu bir mercî yoktur. Muhatap bu zamirleri işitince arkasından ne geleceğini merak eder ve kulak kesilir. Araplar bu üslûbu çok önemli hallerde kullanır. Böylece arkadan zikredilen konu zihinde daha kolay yerleşir. Bu  ayet-i kerime şan zamiri olmadan  فَاِنَّ الْاَبْصَارُ لَا تَعْمَى  şeklinde gelseydi bu etkiyi göstermezdi. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Ayette “göğüs” kelimesinın zikredilmesi, tekid için mecazî ifade olmadığını belirtmek için ve gerçek körlüğün, göz körlüğü olmadığına daha fazla dikkat çekmek içindir. (Ebüssuûd)

تَعْمَى الْقُلُوبُ  ifadesinde istiare vardır. Çünkü bununla kastedilen, kalbin (aklın) bilgiye götüren delilleri düşünmeyi ihmal etmesidir. Bu tabir,  مَا كَذَبَ الْفُؤٰ۬ادُ مَا رَاٰى  [Kalp gördüğünü yalanlamadı. (Necm Suresi, 11)] ayetinde geçen kalbin görmesi ifadesinin karşıtıdır. Şu halde kalp (akıl) eşyayı ayan beyan bildiğinde görme ile nitelendiğine göre gafleti ve dalgınlığı halinde de körlük ve sapkınlıkla nitelenmesi caiz olur. Burada kalpler, gözler konumunda ifade edilmiştir. Çünkü görülürlere gözlerle ulaşıldığı gibi bilinirlere de kalplerle ulaşılır ve yine Arapların kelamında görmek anlamındaki rüyet, bilmek yani ilim anlamına da gelir. 

Söz konusu kıssa zamirinin ait olabileceği herhangi bir açık isim yoktur. Bu da ayetin başında anlamın kapalı olmasını, bu yüzden muhatabın zamirden sonraki kısma odaklanarak ayeti anlamaya çalışmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla zahiren durumun gereğine uygun görünmeyen ayetin, muhatabın dikkatini çekme amacı göz önüne alındığında muktezâ-i hale uygun olduğu görülmektedir.

İbni Âşûr ayetteki ibareyi insan vücudunun biyolojik mekanizmasındaki işleyişten hareketle açıklamaktadır. Ona göre kalpler kelimesi mecaz-ı mürsel yoluyla aklın bölümlerine ıtlak edilmiştir. Çünkü kalp, insanın yaşaması için hayatî önem taşıyan organlara kan pompalamaktadır. Bu organlardan en önemlisi de aklın uzvu olan beyindir (dimâğ). Bu nedenle akletmenin tek aracı beyin olmasına rağmen Yüce Allah bu kuvveyi kalpler lafzına isnad etmektedir. 

İbni Âşûr, ayet-i kerimedeki الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ  ıtnâb olup olmamasıyla alakalı herhangi bir açıklama yapmamıştır. Ancak kalpler, akletme ve beyin üzerine yaptığı değerlendirmeler bu ibarenin kastedilen aslî mananın yerine gelmesi için zorunlu bir kayıt olduğu ihtimalini akla getirmektedir. 

Bu ayette istiare veya mesel kullanılmaksızın kalbin yerinin “göğüste bulunan” sıla cümlesiyle tespit edilmesi, anlatıma kattığı güçlü duygusal etkinin yanında, körlüğün asıl mekânının kalp olduğunu çok bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. (İbrahim Kara, Abdurrahman Hasan Habenneke El-Meydânî ve Belâgat İlmine Katkıları) 

Bu ayetin burada zikredilme maksadı daha iyi ibret almanın ne ile olacağını anlatmaktır. Çünkü ibret almada, bizzat görmenin önemli bir yeri vardır. Bu husustaki haberleri duyup dinlemenin de ibret almada tesiri vardır. Fakat bu iki husus yani hem görme hem duyma, ancak kalbin düşünmesi ile birlikte olursa mükemmel ve tam olur. Çünkü görüp duyup da ama düşünüp ibret almazsa görüp-duyduğundan kesinlikle ibret alamaz. Ama duydukları-gördükleri şeyler üzerinde düşünürse mutlaka istifade eder. İşte bundan ötürü Cenab-ı Hakk [Hakikat şudur ki: Yalnız (maddi) gözler kör olmaz, fakat (asıl) sinelerin içindeki kalpler kör olur.] buyurmuştur. Buna göre o sanki şöyle demektedir: “Onların gözlerinde bir körlük yoktur. Çünkü onların gözü görüyor. Fakat körlük onların kalplerindedir. Zira onlar gördüklerinden istifade etmiyor, ders ve ibret almıyorlar.” (Fahreddin er-Râzî)

Kalp, bazen düşünmekten kinaye (mecaz) kılınır. Bu mesela: Cenab-ı Hakk'ın [Şüphesiz ki bunda kalbi olan kimseler için bir öğüt (ibret alınacak birşey) vardır. (Kaf Suresi, 37)] ayetinde olduğu gibidir. Bazı kimselere göre tefekkürün (düşünmenin) yeri beyindir. İşte bu sebeple Hak Teâlâ, tefekkürün yerinin beyin değil kalp (göğüs) olduğunu beyan etmiştir. “Düşünecek kalpler” ifadesi ile ilim kastedilmiş olup “böylece (bununla) düşünecek” ifadesi, kalbin adeta bu düşünmenin aleti olduğuna delalet eder gibidir. Binaenaleyh kalbin, düşünmenin yeri sayılması gerekir. Cahilliğe de körlük denir. Çünkü cahil kimse şaşkın olur. (Fahreddin er-Râzî)