Nûr Sûresi 39. Ayet

وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَعْمَالُهُمْ كَسَرَابٍ بِق۪يعَةٍ يَحْسَبُهُ الظَّمْاٰنُ مَٓاءًۜ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَهُ لَمْ يَجِدْهُ شَيْـٔاً وَوَجَدَ اللّٰهَ عِنْدَهُ فَوَفّٰيهُ حِسَابَهُۜ وَاللّٰهُ سَر۪يعُ الْحِسَابِۙ  ...

İnkâr edenlere gelince; onların amelleri ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susamış kimse onu su sanır. Yanına geldiğinde hiçbir şey bulamaz. (Tıpkı bunun gibi kâfir de hesap günü amellerinden bir şey bulamaz). Ancak Allah’ı yanında bulur da Allah onun hesabını tastamam görür. Allah, hesabı çabuk görendir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَالَّذِينَ ve kimseler
2 كَفَرُوا inkar eden(ler) ك ف ر
3 أَعْمَالُهُمْ onların işleri ع م ل
4 كَسَرَابٍ serap gibidir س ر ب
5 بِقِيعَةٍ düz arazideki ق و ع
6 يَحْسَبُهُ onu sanır ح س ب
7 الظَّمْانُ susayan ظ م ا
8 مَاءً su م و ه
9 حَتَّىٰ fakat
10 إِذَا ne zaman ki
11 جَاءَهُ yanına gelince ج ي ا
12 لَمْ
13 يَجِدْهُ bulamaz و ج د
14 شَيْئًا hiçbir şey ش ي ا
15 وَوَجَدَ ve bulur و ج د
16 اللَّهَ Allah’ı
17 عِنْدَهُ yanında ع ن د
18 فَوَفَّاهُ tam görür و ف ي
19 حِسَابَهُ onun hesabını ح س ب
20 وَاللَّهُ ve Allah
21 سَرِيعُ çabuk görendir س ر ع
22 الْحِسَابِ hesabı ح س ب
 
Siyah ile beyazda olduğu gibi her şey zıddının yanında daha iyi farkedilir. Allah’a iman eden, O’na kulluk şuuru kesintisiz hale gelmiş bulunan, güzellik ve menfaatlerin ibadetlerini engelleyemediği güzel insanlar ve bunları bekleyen ödüller benzetme ve temsil yoluyla anlatıldıktan sonra yine aynı üslûpla bu defa inkâr edenlerin durumu, âdeta bir tablo gibi gözler önüne seriliyor. İman etmeyen insanların da dünyada, kendileri ve başkaları için faydalı, hayırlı işleri, eserleri, hâsılı yapıp ettikleri vardır; ancak bütün bunların faydası ve etkisi dünyada kalır, onların sevap ve sonucunu âhirete taşımanın şartı imandır. Allah’a ve âhirete inanmayan bir kimse öldüğünde, dünyadaki kazancının ve eserlerinin orada kaldığını, buraya eli boş geldiğini görür; tıpkı çölde susamış, uzaktan serap görmüş, yanına gelince kızgın kumlardan başka bir şey bulamamış yolcu gibi yahut büyük bir denizin üst üste dalgalarının altında, denizin dibinde karanlıklar içinde kalan bir kimse gibi. Aslında adamın eli vardır ama bu karanlıklar içinde görülmez ve işe yaramaz. İnancı olmayanların, mutlak hakikati inkâr edenlerin dün-yada yapmış oldukları iyi işler de vardır ama âhirette inançsızlığın koyu karanlığı onları örtmüş, hesapta ve terazide görülmez hale getirmiştir.
 
 Meâlinde, parantez arasındaki “kara bulut gibi bir dalga” ifadesi, metnin farklı bir okunuşunun karşılığıdır. Buna göre, yukarıya doğru biraz aydınlık, derinlere doğru ise her bölümde daha karanlık üç tabakadan oluşan büyük bir deniz (okyanus) tasvir edilmektedir. Okyanusların derinliklerini incelemek için gerekli bulunan teknoloji icat edilmeden önce kimse, normal ışık bakımından biri diğerinden daha karanlık üç tabakayı bilmiyordu. 40. âyet bundan söz etmektedir. Kezâ kimse göklere çıkmak, hatta atmosferin ötesine geçmek için gerekli araçların bulunmadığı zamanlarda da, göğe doğru yükseldikçe basıncın azalacağından, bunun da nefes zorluğu, tansiyon gibi problemlere yol açacağından haberdar değildi. Halbuki En‘âm sûresinde (6/125) göklere doğru yükselen kimsenin çıktıkça artan göğüs daralmasından bahsedilmiştir. Şüphe yok ki Kur’an bir tabiat bilimi kitabı değildir; madde âleminin sırlarını çözmek, yaratıcının tabiata hâkim kıldığı kanunları keşfetmek kural olarak insan zekâsına bırakılmıştır; ancak yeri geldikçe ve dolaylı olarak âyetlerde geçen bazı ilmî gerçekler, onların beşer üstü bir kaynaktan geldiğine ışık tutmaktadır. Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 85-86
 

وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَعْمَالُهُمْ كَسَرَابٍ بِق۪يعَةٍ يَحْسَبُهُ الظَّمْاٰنُ مَٓاءًۜ 

 

وَ  istînâfiyyedir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرُٓوا  fiil cümlesidir. Îrabdan mahalli yoktur. 

كَفَرُٓوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ı fail olarak mahallen merfûdur. اَعْمَالُهُمْ كَسَرَابٍ  cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.

اَعْمَالُهُمْ  mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

كَسَرَابٍ  car mecruru mahzuf habere mütealliktir.  بِق۪يعَةٍ  car mecruru  سَرَابٍ in mahzuf sıfatına mütealliktir.  يَحْسَبُهُ الظَّمْاٰنُ  cümlesi  سَرَابٍ in ikinci sıfatı olarak mahallen mecrurdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat

HAKİKİ SIFAT 

1. Müfred olan sıfatlar  2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. MÜFRED OLAN SIFATLAR

Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Not: Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يَحْسَبُهُ  damme ile merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  الظَّمْاٰنُ  fail olup lafzen merfûdur.

مَٓاءً  ikinci mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. 


حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَهُ لَمْ يَجِدْهُ شَيْـٔاً وَوَجَدَ اللّٰهَ عِنْدَهُ فَوَفّٰيهُ حِسَابَهُۜ 

 

حَتّٰٓى  ibtida harfidir.  حَتّٰٓى  edatı üç şekilde kullanılabilir: 

Harf-i cer olarak, başlangıç edatı olarak ve atıf edatı olarak. 

Burada ibtida (başlangıç) edatı olarak kullanılmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اِذَا  şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir. Cümleye muzâf olur. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.

إِذَا ’dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir: 

a. إِذَا  fiil cümlesinden önce gelirse zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.

b. إِذَا ’nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına (ف)’nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır. (Bkz. Meczum muzariler, Cümle Kuruluşu, s. 114, 118)

c.  Sükun üzere mebnidir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

جَٓاءَ  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

جَٓاءَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  Faili müstetir olup takdiri هو dir. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  

لَمْ يَجِدْهُ  cümlesi şartın cevabıdır.  لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  يَجِدْهُ  meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو dir. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  

شَيْـٔاً  ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. 

وَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

وَجَدَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو dir.  اللّٰهَ  lafza-i celâli  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

عِنْدَهُ  mekân zarfı,  وَجَدَ  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

فَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder.  فَ  ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَفّٰيهُ  elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

حِسَابَهُ  ikinci mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَفّٰيهُ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi  وفى ’dir.

Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.

 

 وَاللّٰهُ سَر۪يعُ الْحِسَابِۙ

 

İsim cümlesidir.  وَ  istînâfiyyedir.  ٱللَّهُ  lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur.  

سَرِیعُ  mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. ٱلۡحِسَابِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

 

وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَعْمَالُهُمْ كَسَرَابٍ بِق۪يعَةٍ يَحْسَبُهُ الظَّمْاٰنُ مَٓاءًۜ 

 

وَ  istînâfiyyedir. İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle gelmesi, bahsi geçenlerin bilinen kişiler olduğunu belirtmek yanında tahkir ifade eder.

Mübteda konumundaki mevsûlün sılası olan  كَفَرُٓوا , mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafat, s. 107) 

اَعْمَالُهُمْ كَسَرَابٍ بِق۪يعَةٍ  cümlesi,  الَّذ۪ينَ nin haberidir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Mübteda olan اَعْمَالُهُمْ un haberi mahzuftur.  كَسَرَابٍ  bu mahzuf habere mütealliktir.

İsim cümlesinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

سَرَابٍ ’in tenkiri tahkir içindir.  مَٓاءًۜ ’deki tenvin ise nev ve tazim ifade eder.

يَحْسَبُهُ الظَّمْاٰنُ مَٓاءً  cümlesi  سَرَابٍ  için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.

يَحْسَبُهُ  kelimesinde irsâd sanatı vardır.

وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَعْمَالُهُمْ كَسَرَابٍ (İnkâr edenlerin amelleri serap gibidir) cümlesinde teşbîh-i temsili vardır. Bu, teşbih ve temsilin güzellerindendir. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefasir) 

Bu ayette de benzeyen taraf (inkârcıların amelleri) akıl ile idrak edilebilen bir kavramdır. Aynı şekilde kendisine benzetilen taraf (çöldeki serap) da aklîdir. Bu şekilde her iki tarafı akli olan bir teşbih meydana gelmiştir. (Prof. Dr. İbrahim Yılmaz, Arap Dili ve Belâğatında Teşbih, Yüksek Lisans Tezi)

Bu ayet, duyuların idrak edemediği bir şeyi, edilebilir hale getirmektedir.  Burada duyularla algılanamayan şey, kâfirlerin iyi amelleri (müşebbeh), algılanabilen şey (müşebbeh bih) ise seraptır. İki tarafın da içine düştüğü hayal ve içinde bulunduğu aşırı ihtiyaç hali, müşebbehle müşebbehün bihin birleştikleri noktadır. (Celalettin Divlekci, Ali b. İsa Er-Rummânî’nin İ‘câz Anlayışı)

Bu ayet-i kerimede vech-i şebeh; yapılan amelden fayda umulması ama ümitlerin yıkılması ve sıkıntılarla karşılaşmaktır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

Dünyada iyilik yapıp Allah katında bu amelin faydalı olduğunu ve ahirette bundan fayda göreceğini zanneden, sonra kıyamet gününde amellerin kabulü için şart olan imanı olmadığı için bütün yaptıklarının boşa gittiğini gören kâfirlerin hali, uzaktan serap görüp su zanneden ve yanına gidince hiçbir şey bulamayan susuz kişinin haline benzetilmiştir. Vech-i şebeh, ümitsiz bir haberle beraber umutlu bir beklenti manzarasından oluşan aklî bir heyettir. Bu vech-i şebeh, tarafların üzerinde düşünmekle ortaya çıkmıştır. Bir tarafta; imanı olmadığı halde iyi ameller yapan ama amellerin kabulu için şart olan imanı olmadığı için ahirette bundan fayda görmeyen ve en şiddetli azaba maruz kalan kâfirler; diğer tarafta ise serap görüp su zanneden, serabın yanına gittiğinde su olmadığını görünce susuzluğunu gideremediği için hayal kırıklığına uğrayan, şiddetli bir elem ve azap duyan susuz bir kişinin hali vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Beyân İlmi)

Bu ayette örneğin  الرائي  gibi bir kelime yerine, suya aşırı ihtiyacı ifade eden  الظمآن kelimesinin kullanılması cümleye mübalağa anlamı katmıştır. (Hasan Uçar, Kur’an Kerim’deki Anlamsal Bedî’ Sanatları)

Ezherî şöyle demiştir: “Serap, kaba kuşluk zamanında çöllerde göze görünen, su olmadığı halde akan suya benzeyen şeydir.” Mücâhid de şöyle der: “Serap, kâfirin ameli ve işidir. Onun seraba gelmesi ise ölerek dünyayı terk etmesidir.”

القاع , düz ve geniş toprak parçasına denir. 

اَلظَّمْاٰنُ , çok şiddetli biçimde susamış olan kimseye denir. (Fahreddin er-Râzî)

Burada gelen ismi mevsûlde ve sılasında habere ima vardır. Çünkü bu verilen haber, onların Allahı inkar etmelerinin cezasıdır. Ancak kâfirlerin bu küfür sıfatı, Mekkeli müşriklere galip gelmiştir ki, kelamın bu sıfatla başlaması, kâfirlerin bu itikadının batıl olduğuna delalet eder. Böylece kâfirler ve amellerinde temsili bir teşbih vardır. Allah'ın rızasına yaklaştırdıklarını zannederek yaptıkları ameller ve bu amellerde gösterdikleri çaba ve çoğaltma hevesinde olmalarına rağmen bunun kendilerine bir faydası olmadığını, aksine kurtulduklarını sandıkları bir zamanda azabı göreceklerini anlamışlardır. Müşebbeh; hissi ve akli bir durum, müşebbehün bih de hissi bir durumdur. (Âşûr)


حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَهُ لَمْ يَجِدْهُ شَيْـٔاً وَوَجَدَ اللّٰهَ عِنْدَهُ فَوَفّٰيهُ حِسَابَهُۜ 

 

حَتّٰٓى  ibtida harfi olarak cümleye dahil olmuştur. Akabindeki cümle, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Şart fiili olan  جَٓاءَهُ , müstakbel şart manalı zaman zarfı  إِذَا ’nın muzâfun ileyhidir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 88.)

Şartın cevabı olan  لَمْ يَجِدْهُ شَيْـٔاً  cümlesi, menfî muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

شَيْـٔاً ’deki tenvin kıllet ve nev ifade eder. Olumsuz siyakta nekre, nefyin umumuna ve şumulüne işarettir.

Aynı üslupta gelen  فَوَفّٰيهُ حِسَابَهُۜ  cümlesi,  فَ  ile  وَجَدَ اللّٰهَ عِنْدَهُ  cümlesine  atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi  tecrîd sanatıdır.

لَمْ يَجِدْهُ شَيْـٔاً  cümlesiyle  وَوَجَدَ اللّٰهَ عِنْدَهُ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

فَوَفّٰيهُ حِسَابَهُ  (Allah ona hesabını eksiksiz öder) cümlesinde çok latif bir üslupla, kuvvetli bir tehdit vardır.

لَمْ يَجِدْ - وَجَدَ  kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır. 

يَجِدْ - وَجَدَ  ve  يَحْسَبُهُ - حِسَابَهُۜ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Allah ona hesabını eksiksiz öder yani ona saydırarak yahut cezalandırarak Allah hesabı çabuk görendir yani birinin hesabını görmek onu ötekisinden meşgul etmez. (Beyzâvî)

وَجَدَ - عِنْدَهُ  gibi ifadelerde ihbarî görünen kipler aslında içlerinde bir mecâzı barındırmaktadır. Nitekim Allah’ın ayetlerde zikredilen kendisine ait eylemlerinin insan tasavvurunda olduğu gibi bir fail olması muhaldir. O halde ayetlerde mecâz yoluyla bir mübalağa söz konusudur. (Hasan Uçar, Kur’an Kerim’deki Anlamsal Bedî’ Sanatları)

Allah’ı yanı başında bulmak manasındaki  وَوَجَدَ اللّٰهَ عِنْدَهُ  istiare ve mecazdır. Bunun manası şöyledir: Kâfir, Yüce Allah’ın vaadini (önceden olacağını bildirdiği akıbeti karşısında) bulur ve sonuçta Allah onun amellerini tartıp hak ettiği karşılığı verir. Bu ise dönüş (el-mead) gününde, kulların sorumluluklarının sona erdiği zamanda olacaktır. Yine denildiğine göre  عِنْدَهُ ’deki zamir kâfirin amelini değil, kendisini gösterir. Buna göre Allah Teâlâ sanki şöyle buyurmuştur: Kâfir, Allah’ı kendi  yanında bulur yani O’nun vereceği cezayı kendisini bekliyor bulur. Böylece Allah onun yakınında yakalar ve kazandığı amellere karşılık kendisini cezalandırır. Bu anlatım şekli birisinin şöyle söylemesi gibidir. الله عند لسان كل قائل (Allah her söz söyleyenin dili yanındadır). Yani “Hakkı hakikati söylemesine karşılık onu mükâfatlandırır, batıl söz söylemesine karşılık da onu cezalandırır.” Her iki söz ve görüş de aynı manaya çıkmaktadır. (Şerîf er-Râdî, Kur’an Mecazları)

Allah Teâlâ, müminin halini beyan edip onun dünyada bir nûr içinde olduğunu, bu sebeple de iyi amele sarıldığını açıklayıp ahirette ise onun, kalıcı bir nimet ve büyük bir mükâfat elde edeceğini dile getirince bunun peşinden kâfirin, ahirette hayal kırıklığının en şiddetlisi, dünyada da karanlık çeşitlerinin en büyüğü içinde olacağını açıklamış ve her biri için de birer misal zikretmiştir. (Fahreddin er-Râzî)


 وَاللّٰهُ سَر۪يعُ الْحِسَابِۙ

 

وَ  istînâfiyyedir. Mübteda ve haberden müteşekkil faide-i haber ibtidaî kelamdır. İsme isnad edilen bu isim cümlesi sübut ve istimrar ifade eder.

İsim cümleleri sübut ifade eder. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi teberrük, telezzüz ve haşyet uyandırma amacına matuftur.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi  tecrîd sanatıdır. Zamir makamında ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, mehabeti artırmak, kalplere Allah korkusunu sokmak, tehditte mübalağa ve azap vaidini ağırlaştırmak için yapılan ıtnâb sanatıdır. Bu tekrarda reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı da vardır.

حِسَابَ  kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

Bu cümle ile ayetin içeriği arasındaki mükemmel uyum teşâbüh-i etrâf sanatının güzel bir örneğidir.

Bu harikulade teşbihin cüzleri teşbih ve istiarelere ayrılmaya müsaittir. Kâfirlerin amelleri, su olmadığı halde su gibi görülen seraba benzer. Kâfir, amelinden faydalanmak ihtiyacı dolayısıyla susayan kişiye benzer.  يَحْسَبُهُ الظَّمْآنُ  sözü tasrihi istiaredir. Hesap zamanında kâfirin kaybetmesi, susayan kişinin serabın yanına geldiğindeki durumuna benzer. Bu; tasrihi istiaredir. Kâfirin aniden yakalanıp Allahın ordusundan alınması içeceği suya kavuşacağını zanneden ama yanına gittiğinde gördüğünün su olmadığını anlayan ve su zannettiği yere gittiğinde kendisini yakalamak veya esir etmek için bekleyen kişilerce yakalanan kişiye benzetilmiştir. (Âşûr)