Nûr Sûresi 40. Ayet

اَوْ كَظُلُمَاتٍ ف۪ي بَحْرٍ لُجِّيٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِه۪ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِه۪ سَحَابٌۜ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍۜ اِذَٓا اَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرٰيهَاۜ وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللّٰهُ لَهُ نُوراً فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ۟  ...

Yahut (inkârcıların küfür içindeki hâlleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. (Bir deniz ki) onu dalga üstüne dalga kaplıyor, üstünde de bulutlar var. Karanlıklar üstüne karanlıklar. İnsan, elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez. Kime Allah nur vermezse, onun için nur diye bir şey yoktur.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَوْ yahut
2 كَظُلُمَاتٍ karanlıklar gibidir ظ ل م
3 فِي içindeki
4 بَحْرٍ bir deniz ب ح ر
5 لُجِّيٍّ derin ل ج ج
6 يَغْشَاهُ ki üstünü örten غ ش و
7 مَوْجٌ bir dalga م و ج
8 مِنْ -nden
9 فَوْقِهِ onun üstü- ف و ق
10 مَوْجٌ bir dalga م و ج
11 مِنْ -nden
12 فَوْقِهِ onun üstü- ف و ق
13 سَحَابٌ bir bulut س ح ب
14 ظُلُمَاتٌ karanlıklar ظ ل م
15 بَعْضُهَا onun biri ب ع ض
16 فَوْقَ üstüne ف و ق
17 بَعْضٍ diğerinin ب ع ض
18 إِذَا ne zaman ki
19 أَخْرَجَ çıkarsa خ ر ج
20 يَدَهُ elini ي د ي
21 لَمْ
22 يَكَدْ neredeyse ك و د
23 يَرَاهَا onu dahi göremez ر ا ي
24 وَمَنْ bir kimseye
25 لَمْ
26 يَجْعَلِ vermemişse ج ع ل
27 اللَّهُ Allah
28 لَهُ ona
29 نُورًا bir nur ن و ر
30 فَمَا artık olmaz
31 لَهُ onun
32 مِنْ hiçbir
33 نُورٍ nuru ن و ر
 
Siyah ile beyazda olduğu gibi her şey zıddının yanında daha iyi farkedilir. Allah’a iman eden, O’na kulluk şuuru kesintisiz hale gelmiş bulunan, güzellik ve menfaatlerin ibadetlerini engelleyemediği güzel insanlar ve bunları bekleyen ödüller benzetme ve temsil yoluyla anlatıldıktan sonra yine aynı üslûpla bu defa inkâr edenlerin durumu, âdeta bir tablo gibi gözler önüne seriliyor. İman etmeyen insanların da dünyada, kendileri ve başkaları için faydalı, hayırlı işleri, eserleri, hâsılı yapıp ettikleri vardır; ancak bütün bunların faydası ve etkisi dünyada kalır, onların sevap ve sonucunu âhirete taşımanın şartı imandır. Allah’a ve âhirete inanmayan bir kimse öldüğünde, dünyadaki kazancının ve eserlerinin orada kaldığını, buraya eli boş geldiğini görür; tıpkı çölde susamış, uzaktan serap görmüş, yanına gelince kızgın kumlardan başka bir şey bulamamış yolcu gibi yahut büyük bir denizin üst üste dalgalarının altında, denizin dibinde karanlıklar içinde kalan bir kimse gibi. Aslında adamın eli vardır ama bu karanlıklar içinde görülmez ve işe yaramaz. İnancı olmayanların, mutlak hakikati inkâr edenlerin dün-yada yapmış oldukları iyi işler de vardır ama âhirette inançsızlığın koyu karanlığı onları örtmüş, hesapta ve terazide görülmez hale getirmiştir.
 
 Meâlinde, parantez arasındaki “kara bulut gibi bir dalga” ifadesi, metnin farklı bir okunuşunun karşılığıdır. Buna göre, yukarıya doğru biraz aydınlık, derinlere doğru ise her bölümde daha karanlık üç tabakadan oluşan büyük bir deniz (okyanus) tasvir edilmektedir. Okyanusların derinliklerini incelemek için gerekli bulunan teknoloji icat edilmeden önce kimse, normal ışık bakımından biri diğerinden daha karanlık üç tabakayı bilmiyordu. 40. âyet bundan söz etmektedir. Kezâ kimse göklere çıkmak, hatta atmosferin ötesine geçmek için gerekli araçların bulunmadığı zamanlarda da, göğe doğru yükseldikçe basıncın azalacağından, bunun da nefes zorluğu, tansiyon gibi problemlere yol açacağından haberdar değildi. Halbuki En‘âm sûresinde (6/125) göklere doğru yükselen kimsenin çıktıkça artan göğüs daralmasından bahsedilmiştir. Şüphe yok ki Kur’an bir tabiat bilimi kitabı değildir; madde âleminin sırlarını çözmek, yaratıcının tabiata hâkim kıldığı kanunları keşfetmek kural olarak insan zekâsına bırakılmıştır; ancak yeri geldikçe ve dolaylı olarak âyetlerde geçen bazı ilmî gerçekler, onların beşer üstü bir kaynaktan geldiğine ışık tutmaktadır. Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 85-86
 

اَوْ كَظُلُمَاتٍ ف۪ي بَحْرٍ لُجِّيٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِه۪ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِه۪ سَحَابٌۜ 

 

اَوْ  atıf harfi tahyir/tercih ifade eder. Türkçedeki karşılığı “veya, yahut, yoksa” olan bu edat, iki unsur arasında (matuf-matufun aleyh) tahyir yani tercih (iki şeyden birini seçme) söz konusu olması durumlarında kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

كَظُلُمَاتٍ  car mecruru  كَسَرَابٍ ’ye matuftur. ف۪ي بَحْرٍ  car mecruru  ظُلُمَاتٍ ’in mahzuf sıfatına mütealliktir.  لُجِّيٍّ  kelimesi بَحْرٍ ’nin sıfatı olup kesra ile mecrurdur.

يَغْشٰيهُ مَوْجٌ  cümlesi بَحْرٍ ’in sıfatı olarak mahallen mecrurdur. 

يَغْشٰيهُ  fiili  ى  üzere mukadder damme ile merfû mıuzari fiildir.  Muttasıl zamir  هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  مَوْجٌ  fail olup lafzen merfûdur.  مِنْ فَوْقِه۪ مَوْجٌ  cümlesi birinci  مَوْجٌ ’un sıfatı olarak mahallen merfûdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat

HAKİKİ SIFAT 

1. Müfred olan sıfatlar  2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. MÜFRED OLAN SIFATLAR

Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Not: Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

مِنْ فَوْقِه۪  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

مَوْجٌ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. مِنْ فَوْقِه۪ سَحَابٌ  cümlesi ikinci  مَوْجٌ ’un sıfatı olup lafzen merfûdur. 

Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

مِنْ فَوْقِه۪  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  

سَحَابٌ  muahhar mübteda olarak lafzen merfûdur. 

 

ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍۜ

 

ظُلُمَاتٌ  mahzuf mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. Takdiri;  هى dir.

بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ  cümlesi  ظُلُمَاتٌ un sıfatı olarak mahallen merfûdur. 

بَعْضُهَا  mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

فَوْقَ  zaman zarfı mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir.  بَعْضٍ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

 

اِذَٓا اَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرٰيهَاۜ 

 

اِذَا  şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.

إِذَا : dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir: 

a)  إِذَا  fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.

b)  إِذَا  nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına  ف ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır.

c)  Sükun üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَخْرَجَ يَدَهُ  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

اَخْرَجَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.

يَدَهُ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. يَكَدْ  mukarebe fiillerinden olup nakıs meczum muzari fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. 

يَكَدْ in ismi, müstetir olup takdiri  هُو ’dir.  يَرٰيهَا  fiili,  يَكَدْ ’in haberi olarak mahallen mansubdur.

يَرٰيهَا  fiili  ى  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو dir. Muttasıl zamir  هَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

اَخْرَجَ  fiili,sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  خرج ’dir.

İf’al babı fiille, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. 


 وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللّٰهُ لَهُ نُوراً فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ۟

 

İsim cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  مَنْ  iki muzari fiili cezm eden şart ismi olup mübteda olarak mahallen merfûdur.  لَمْ يَجْعَلِ اللّٰهُ  cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. 

يَجْعَلِ  meczum muzari fiildir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli fail olup lafzen merfûdur.  لَهُ  car mecruru  يَجْعَلِ  fiiline mütealliktir. 

نُوراً  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. مَا لَهُ مِنْ نُورٍ  cümlesi şartın cevabıdır.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. لَهُ  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. 

مِنْ  zaid harftir. نُورٍ  lafzen mecrur, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.

 

اَوْ كَظُلُمَاتٍ ف۪ي بَحْرٍ لُجِّيٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِه۪ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِه۪ سَحَابٌۜ

 

اَوْ  atıf harfidir.  كَظُلُمَاتٍ  önceki ayetteki  كَسَرَابٍ e matuftur. ف۪ي بَحْرٍ  car mecruru,  كَظُلُمَاتٍ ’in mahzuf sıfatına mütealliktir.  لُجِّيٍّ  kelimesi بَحْرٍ  için sıfattır. 

يَغْشٰيهُ مَوْجٌ  cümlesi, بَحْرٍ ’in ikinci sıfatıdır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

مَوْجٌ  için sıfat olarak gelen  مِنْ فَوْقِه۪ مَوْجٌ  ve  مِنْ فَوْقِه۪ سَحَابٌۜ  cümlelerinde îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Car mecrurların müteallakı olan, mukaddem haberler mahzuftur.

Cümlelerin muahhar mübtedaları olan  سَحَابٌۜ  ve  مَوْجٌ  kelimelerindeki tenvin, tarifi mümkün olmayan nev ve kesret ifade eder.

مَوْجٌ - فَوْقِه۪  kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l- acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

بَحْرٍ - مَوْجٌ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. 

اَوْ كَظُلُمَاتٍ ف۪ي بَحْرٍ لُجِّيٍّ (veya derin denizdeki karanlıklar gibidir) cümlesinde teşbîh-i temsîli vardır. Bu, teşbih ve temsilin güzellerindendir. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefasir)

اَوْ كَظُلُمَاتٍ ف۪ي بَحْرٍ لُجِّيٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ  ayeti (Onu bir dalga bürüyor) cümlesiyle bitseydi belîğ, tam bir mana ifade ederdi. Ancak bundan sonra gelen sıfatlar karanlığı ifade etmede mübalağa açısından en son noktaya ulaşmıştır. Böylece belâgatta zirveye ulaşmıştır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)

Karanlıkta elin görülmemesi aklen ve âdeten mümkün bir durumdur. (Dr. Mustafa Aydın, Arap Dili Belâgatında Bedî‘ İlmi Ve Sanatları)

Allah’ın inkâr edenleri susayan kimsenin serabı su zannetmesine benzetmesinden sonra zikrettiği bu ayette aklın algılayabileceği bir konuda somut olarak mübalağa söz konusudur. Dolayısıyla anlam, tebliğ sanatı ile güçlendirilmiştir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)

اَوْ  kelimesi hakkında, birkaç izah şekli bulunur:

a) Bil ki Allah Teâlâ, kâfirin amelinin, iyi ise seraba benzediğini; kötü ise zulümat ve karanlıklar gibi olduğunu beyan etmiştir.

b) Sözün takdirî anlamı şöyledir: “Onların amelleri, ya çöllerdeki bir serap gibidir ki bu, ahirette olacaktır; yahutta denizdeki karanlıklar gibidir, ki bu da dünyadadır.”

c)  İlk ayet, onların işlerinin zikredilmesi, onların bunlardan hiçbir şey elde edemeyecekleri hakkında; ikinci ifade de onların inanç ve akideleri hakkındadır. Zira onların inançları, karanlıklara benzemektedir. (Fahreddin er-Râzî)

بَحْرٌ لُجِّىٌّ , içine düşen şeyin hemen dibi boyladığı, son derece derin ve büyük bir kütleye sahip su parçası, okyanus anlamındadır. (Fahreddin er-Râzî)

Çok dolu olan denizin dibi, suyunun derinliği ve doluluğundan dolayı son derece karanlık olur. Onun üzerindeki dalgalar ardarda geldiğinde ise karanlık iyice şiddetlenir. Bu dalgaların üzerinde bir de bulut bulunursa, o zaman karanlık son haddine ulaşır. Böyle bir denizin dibinde bulunan bir kimse ise karanlığın şiddetinin nihaî noktasındadır. El hakkında câri olan âdet, onun görülebilen ilk şey, görülemeyecek olan en son şey olduğu şeklinde olunca, Cenab-ı Hak, “Neredeyse o elini bile göremez.” buyurmuş, böylece Allah Teâlâ, bu karanlık ve zulmetin, son haddine ulaşmış olduğunu beyan etmiş, sonra da inancı itibariyle kâfiri buna benzetmiştir. (Fahreddin er-Râzî)

“Üstünde bir bulut” denilmesi, dalgaların sanki bulutlara ulaşmış gibi kat kat ve üst üste olduklarına işaret etmektedir. (Ebüssuûd)

 

ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍۜ

 

İstînâfiyye olarak gelen cümlede geçen  ظُلُمَاتٌ  kelimesi  هى  şeklindeki mukadder bir mübtedanın haberidir. Mübtedanın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Bu takdire göre sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ  cümlesi  ظُلُمَاتٌ  için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır. 

Cümlede, icaz-ı hazif vardır.  فَوْقَ بَعْضٍ , mahzuf habere mütealliktir.

بَعْضٍ  kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. 


 اِذَٓا اَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرٰيهَاۜ 

 

Fasılla gelen şart cümlesi olan  اَخْرَجَ يَدَهُ , müstakbel şart manalı zaman zarfı  إِذَا ’nın muzâfun ileyhi konumundadır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 88)

فَ  karinesiyle gelen cevap,  لَمْ يَكَدْ يَرٰيهَا  cümlesi, nakıs fiil  كَادْ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. كَادْ ’nin haberi  يَرٰيهَا , müspet muzari fiil sıygasında gelerek hükmü takviye, hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.

Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Ayette  mübalağa sanatı vardır. Burada  ifade edilen “elin görünmemesi” aklen muhal olsa bile “neredeyse” ifadesi bu unsurları tahayyülde yaşatmış, ġuluv unsuru kullanılarak zihinde oluşan tabloda ifade, algıya yaklaştırılmıştır.

يَكَدْ ;  mukârebet, yaklaşma, olayazma ifade eder. Buna göre bu ifadenin anlamı, “vuku bulması yaklaşmadı” şeklindedir. Malumdur ki vukuu yaklaşmamış olan şey, vuku da bulmamıştır. (Fahreddin er-Râzî) 


وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللّٰهُ لَهُ نُوراً فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ۟

 

وَ  istînâfiyye,  مَنْ  şart ismidir.  مَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللّٰهُ لَهُ نُوراً  cümlesi, isim cümlesi formunda gelerek sübut ve istimrar ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.

mübtedanın haberi olan لَمْ يَجْعَلِ اللّٰهُ لَهُ نُوراً  cümlesi, muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.  

فَ  karinesiyle gelen cevap cümlesi  فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ۟ , faide-i haber inkârî kelam olan isim cümlesidir. Sübut ve istimrar ifade eden menfi siyaktaki cümlede, takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatı vardır. 

Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber inkârî kelamdır.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

كَظُلُمَاتٍ - مَوْجٌ - فَوْقَ - مِنْ - بَعْضٍۜ - نُورٍ۟  kelimelerinin tekrarında cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sadri sanatları vardır. 

نُوراً - مَوْجٌ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı,  كَظُلُمَاتٍ - نُورٍ۟  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.  لُجِّيٍّ - فَوْقَ  kelimeleri arasında ise tıbâk-ı hafî sanatı vardır.

Buradaki teşbihin izahı hususunda başka açıklamalar da vardır: 

1) Allah Teâlâ üç çeşit karanlık zikretmiştir: Denizin karanlığı, dalgaların karanlığı ve bulutun karanlığı. Kâfir de aynen böyledir. Onun da üç zulümatı bulunur: itikat karanlığı, söz karanlığı ve amel karanlığı. Bu, Hasan el-Basrî’den rivayet edilmiştir.

2) Onların, kalbi, gözü ve kulağı bu üç zulmete teşbih edilmiştir. Bu, İbni Abbas'tan rivayet edilmiştir.

3) Kâfir bilmez, bilmediğini de bilmez. Bununla beraber bildiğini zanneder. 

4) Bu karanlıklar üst üstedir. Küfründe ısrarından dolayı kâfirin üzerinde de sapıklıklar üst üste binmiş, teraküm etmiştir. Öyle ki en açık deliller onun yanında zikrolunsa bile bunları anlamaz.

5) Bunlar, karanlık göğüs içindeki karanlık kalptir. (Fahreddin er-Râzî)

Bu temsili müşebbeh ve müşebbehün bih açısından cüzlere ayrılabilir. Dalaletler karanlıklara, kafirlerin sayesinde yakınlık elde edeceğini sandığı amelleri denize benzetilmiştir. Göl gibi iyi amellerine batılları karıştırması, kendi iyi amel karışımında bir dalga gibidir ve onunla onları içine işler ve bu ilk dalgadır. 

Bu teşbihte, müşebbeh heyetinin cüzleriyle müşebbehün bihin cüzleri arasındaki benzeyişteki ayrımı dikkate almak uygun olur. Dalaletler karanlıklara, kâfirlerin yaklaşmak için yaptıkları ameller de denize benzetilmiştir. Göl ve benzerlerinde olduğu gibi sevaplarına batılları karıştırmaları; sevapları karıştıran bir dalgaya benzer ki bu ilk dalgadır.

Bunun benzeri olan putlar için kurban kesmek gibi küfür fiilleri de bütün bunların üzerine nüfuz ve fesatla gelen ezici dalgaya benzer ve ikinci dalgadır.

İyiyi, abesten ve çirkinden ayırt etme konusundaki inancın dalaleti de gökyüzündeki yıldızların ışıklarının kalan pırıltılarını örten bulutlar gibidir. Ondan amelinden istifade etmesini istemek, geç gelenin gemisini tamir etmek veya ihtiyacı olanı almak için elini uzatması gibidir ki bu kişi elini değil, ihtiyacı olan şeyi almak isteyeni görür. (Âşûr)