Neml Sûresi 25. Ayet

اَلَّا يَسْجُدُوا لِلّٰهِ الَّذ۪ي يُخْرِجُ الْخَبْءَ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَيَعْلَمُ مَا تُخْفُونَ وَمَا تُعْلِنُونَ ۩  ...

“Göklerde ve yerde gizli olanı ortaya çıkaran, sizin gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri bilen Allah’a secde etmesinler diye (şeytan onları yoldan çıkarmış.)”
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَلَّا
2 يَسْجُدُوا secde etmezler mi? س ج د
3 لِلَّهِ Allah’a
4 الَّذِي
5 يُخْرِجُ açığa çıkaran خ ر ج
6 الْخَبْءَ gizleneni خ ب ا
7 فِي
8 السَّمَاوَاتِ göklerde س م و
9 وَالْأَرْضِ ve yerde ا ر ض
10 وَيَعْلَمُ ve bilen ع ل م
11 مَا şeyleri
12 تُخْفُونَ gizledikleri خ ف ي
13 وَمَا ve şeyleri
14 تُعْلِنُونَ açığa vurdukları ع ل ن
 
Cin “ateşten yaratılmış, gözle görülmeyen, insanlar gibi iyileri ve kötüleri bulunan varlık” anlamına gelir (cinler hakkında bilgi için bk. En‘âm 6/100; Cin 72/1-19). 17. âyetten Hz. Süleyman’ın cinlerle de irtibat kurduğu; ordusunun cinler, insanlar ve kuşlar olmak üzere üç sınıftan meydana geldiği anlaşılmaktadır. Cinleri gizli işlerde, insanları ülke savunmasında ve düşmana karşı savaşta, kuşları da haberleşme, su bulma vb. hizmetlerde istihdam ediyordu (İbn Âşûr, XIX, 240). Tefsirlerde Karınca vadisinin Şam bölgesinde veya Tâif’te yahut Yemen’de karıncası çok olan bir yerin adı olduğu bildirilmektedir (Elmalılı, V, 3667). Bununla birlikte, böyle muayyen bir mekân olmayıp çok sayıda karıncanın bulunduğu herhangi bir yer de olabilir. Âyet, toplu halde yaşadığı bilinen karıncaların aynı zamanda bir topluluk düzeni içinde hareket ettiklerini de ifade eder. Süleyman üç sınıftan oluşan ordusunu düzenli bir şekilde yönetirken Karınca vadisi denilen yere gelmiş ve burayı geçerken de karıncaların başkanının onlara verdiği emri işitmiş, anlamış ve neşelenerek gülümsemiş, bütün bu nimetlerden dolayı rabbine şükür ve niyazını arzetmiştir. Hüdhüd, çavuş kuşu denilen ve kendisine özgü nağmelerle öten bir kuş türünün adıdır. Bu âyette zikredilen hüdhüdün ise Süleyman’ın emrine verilmiş özel bir yaratık olduğu anlaşılmaktadır (bilgi için bk. Ömer Faruk Harman-Cemal Kurnaz, “Hüdhüd”, DİA, XVIII, 461). Sebe’ (Saba), aslında bir hânedan veya kabile ismi olup sonradan Yemen’deki Sebe’ Devleti’nin ve başşehri Me’rib’in adı olmuştur (bilgi için bk. Sebe’ 34/15). Tefsirler Hz. Süleyman’ın hüdhüdü bilhassa çöllerde su bulmada istihdam ettiğini belirtiyorlar. Bir gün konakladığı susuz bir çölde kuşları teftiş etmiş, su bulmak için görevlendireceği hüdhüdün ortadan kaybolduğunu anlayınca kızmış ve mazeretini gösteren bir delil getirmediği takdirde onu âyette belirtilen ceza şekillerinden biriyle cezalandıracağını ifade etmiştir (Elmalılı, V, 3670). Hüdhüd çok geçmeden gelip Sebe’ ülkesinden Hz. Süleyman’a bilgi getirdiğini, orada bir kraliçenin yönetimindeki milletin, şeytana uyarak güneşe taptığını haber vermiştir (şeytanın insanlara, yaptıklarını güzel göstermesi ve onları doğru yoldan alıkoyması hakkında bk. En‘âm 6/43; Nahl 16/63). 22. âyette, ilim ve hikmet sahibi olmasına rağmen Hz. Süleyman’ın bilmediği bir şeyi herhangi bir hayvanın bilebileceği hatırlatılmaktadır (Râzî, XXIV, 190). Ayrıca bu âyet, bilgili kimselere ârız olabilecek kendini beğenme duygusuna karşı insanı dikkatli olmaya çağıran bir uyarıdır (Zemahşerî, III, 143). Müfessirler Sebe’ ülkesinde hükümdar olan ve Kur’an’da adı anılmaksızın bahsi geçen kadının Belkıs bint Şürahbil olduğunu kaydetmektedirler (Şevkânî, IV, 128). Ancak kaynaklarda Yelkame bint el-Yeşrah b. Hâris veya Belkıs bint el-Hedahid b. Şürahbil, bir Habeş efsanesine göre Mâkedâ adlarıyla anıldığı da bildirilmiştir. Belkıs’ın kimliği hakkında kesin bilgi verilmemekle birlikte tarihçiler onun milâttan önce X. yüzyılda yaşamış, Hz. Süleyman’la çağdaş bir Arap kraliçesi olduğunu söylemişlerdir (bilgi için bk. Orhan Seyfi Yücetürk, “Belkıs”, DİA, V, 420; Kitâb-ı Mukaddes, I. Krallar, 10/1-10, 13; II. Tarihler, 9/1-9, 12). Süleyman aleyhisselâm, hüdhüdün sözünün doğru olup olmadığını anlamak için yazdığı bir mektubu kraliçeye götürüp sonuçtan kendisini haberdar etmesini hüdhüde emretti. Mektubun besmele ile başlaması ve Sebe’ halkının Süleyman’a teslim olmalarını istemesi, davetin hem siyasî hem de dinî olduğunu göstermektedir.
 

اَلَّا يَسْجُدُوا لِلّٰهِ الَّذ۪ي يُخْرِجُ الْخَبْءَ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَيَعْلَمُ مَا تُخْفُونَ وَمَا تُعْلِنُونَ ۩

 

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  اَعْمَالَهُمْ ‘den bedel olarak mahallen mansubdur. Takdiri;  زيّن لهم الشيطان عدم السجود  (Şeytan onlara secde etmemeyi güzel gösterdi.) şeklindedir. 

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يَسْجُدُوا  fiili  نَ ‘un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.  لِلّٰهِ  car mecruru  يَسْجُدُوا  fiiline mütealliktir.

الَّذ۪ي  müfred müzekker has ism-i mevsûl, lafza-i celâl’in sıfatı olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası  يُخْرِجُ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur. 

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat iki kısma ayrılır:  1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat

Hakiki sıfat :1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir. Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. Cümle olan sıfatlar : Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi

يُخْرِجُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ‘dir.  الْخَبْءَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  فِي السَّمٰوَاتِ  car mecruru  الْخَبْءَ ‘ye mütealliktir. 

الْاَرْضِ  atıf harfi  وَ ‘la  السَّمٰوَاتِ ‘a matuftur.  يَعْلَمُ  atıf harfi  وَ ‘la  يُخْرِجُ  fiiline matuftur. 

يَعْلَمُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ‘dir. Müşterek ism-i mevsûl  مَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası  تُخْفُونَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur. Aid zamir mahzuftur. 

تُخْفُونَ  fiili  نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.  مَا تُعْلِنُونَ  atıf harfi  وَ ‘la  مَا تُخْفُونَ ‘a matuftur. 

يُخْرِجُ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  خرج ’dir. 

تُخْفُونَ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  خفي ’dır. 

تُعْلِنُونَ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  علن ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder. 

 

اَلَّا يَسْجُدُوا لِلّٰهِ الَّذ۪ي يُخْرِجُ الْخَبْءَ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ

 

Fasılla gelen ayetteki  اَلَّا  edatı, masdar harfi  أَنْ  ve nefy harfi  لاَ ’dan müteşekkildir.

Masdar harfi  اَنْ  ve akabindeki cümle, masdar teviliyle  اَعْمَالَهُمْ ‘den bedeldir. 

Masdar-ı müevvel cümlesi menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.  

اَنْ  ve masdar-ı müevvel önceki ayetteki  اَعْمَالَهُمْ ’dan bedeldir.

لِلّٰهِ  için sıfat konumundaki ism-i mevsûl  الَّذ۪ي ’nin sılası olan  يُخْرِجُ الْخَبْءَ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ  cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Sıfatın ism-i mevsûlle gelmesi tazim ifadesinin yanında sonraki habere dikkat çekmek içindir.

Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır. 

السَّمٰوَاتِ  لْاَرْضِ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.

فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ  ibaresindeki  فِي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla gökyüzü ve yeryüzü, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü  السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ , hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Bu mekânlardaki her şeyi kapsadığını tekid etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her iki durumdaki mutlak irtibattır.

يُخْرِجُ  -  الْخَبْءَ  kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.

اَلَّا  hakkında çeşitli kıraatler vardır: 

1) Kelimeyi tenbih edatı olmak üzere, şeddesiz olarak  اَلَا  şeklindeki kıraate göre  يا  harfi, nida harfi olur. Münada ise mahzûftur. (Yani, Dikkat, ey falancalar, secde ediniz...)  

2) اَنْ  ve  لَا  şeklinde okumak. Bu kıraatle, "ve şeytan, secde etmemeleri için onları yoldan alıkoydu, saptırdı" manası murad edilir. Böylece  اَنْ  edatı ile birlikte harf-i cer olan  لِ  düşmüştür. Buradaki  لَا 'nın, zaid olması da mümkündür. Buna göre mana, "Onlar, secde etme hidayetine varamadılar... ulaşamadılar..." şeklinde olur. 

3) Bu, Abdullah İbn Mes'ûd ile A'meş'in harfi (Mushaflarında bulunan şekil) olup, buna göre  اَلَّا  kelimesindeki hemze  هَا 'ya çevrilir ve (هَلاَّ) şeklinde okunur. (Fahreddin er-Râzî)    

اَلَّا يَسْجُدُوا  ifadesi, " أﻻَ يَا أسْجُدُ " şeklinde okunmuştur. Buna göre ‘’Ey kavmim! Allah'a secde edin!" demektir. Buna göre bu kelam, Allah tarafından da söylenmiş olabilir, Hz. Süleyman tarafından da söylenmiş olabilir. Hangi kıraate göre okunursa okunsun, bu tilavet secdesi vaciptir. (Ebüssuûd) 

Secde edilmek hakkının yegâne Allah'a (cc) ait olduğu sadedinde, bunu mucip olan diğer vasıflar içinde özellikle göklerde ve yerde gizli bulunan her şeyi açığa çıkarmak vasfı zikre tahsis edilmiş, çünkü bu vasıf, Allah’ı tanımak ve hükümlerini kavramak hususunda daha derin anlam ifade etmektedir. Zira bu vasıfta Allah'ın eserleri ve ezcümle O'nun, yeraltındaki suyu bilme kudreti müşahede edilmektedir. (Ebüssuûd)


 وَيَعْلَمُ مَا تُخْفُونَ وَمَا تُعْلِنُونَ

 

Ayetin son cümlesi … يُخْرِجُ  cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَا ‘nın sılası olan  تُخْفُونَ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Ayetteki fiiller muzari sıygada gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.

Aynı üslupta gelen ikinci ism-i mevsûl birinciye matuftur. Atıf sebebi tezattır.

Bu ayette  تُعۡلِنُونَ  (açıkladıklarınızı da) ifadesinin zikredilmesi, ilim dairesini genişletmek ve ilâhi ilme göre her ikisinin de eşit olduğuna dikkat çekmek içindir. (Ebüssuûd)

Göklerde gizli olanları açığa çıkarmak, yıldızların ufuklar ötesini aydınlatmalarından sonra ufuklarından da izhar edilmeleri, doğdurulmaları ve bitkilerin yetiştirilmesini de kapsamakta ve hatta bilkuvve mevcut olanı çıkarmak demek olan inşayı da kapsamakta, mümkün olanı yokluktan çıkarmak anlamında olan ibda’yı (icadı) ve Allah'ın diğer gaiblerini de kapsamaktadır. (Ebüssuûd)

تُخۡفُونَ  -  تُعۡلِنُونَ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. 

يَسْجُدُوا  -  تُخۡفُونَ  fiilleri arasında failin değişmesi şeklinde iltifat sanatı vardır.