وَهُوَ الَّذ۪ي يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُع۪يدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِۜ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَهُوَ | ve O |
|
2 | الَّذِي | ki |
|
3 | يَبْدَأُ | başlar |
|
4 | الْخَلْقَ | yaratmağa |
|
5 | ثُمَّ | sonra |
|
6 | يُعِيدُهُ | onu tekrarlar |
|
7 | وَهُوَ | ve bu |
|
8 | أَهْوَنُ | daha kolaydır |
|
9 | عَلَيْهِ | O’na |
|
10 | وَلَهُ | ve O’nundur |
|
11 | الْمَثَلُ | durum |
|
12 | الْأَعْلَىٰ | en yüce |
|
13 | فِي |
|
|
14 | السَّمَاوَاتِ | göklerde |
|
15 | وَالْأَرْضِ | ve yerde |
|
16 | وَهُوَ | ve O |
|
17 | الْعَزِيزُ | üstündür |
|
18 | الْحَكِيمُ | hüküm ve hikmet sahibidir |
|
“Bu O’nun için pek kolaydır” şeklinde çevrilen kısım lafzen “Bu O’nun için daha kolaydır” şeklinde de tercüme edilebilir. Fakat birçok müfessir Arapça’da karşılaştırma anlamı içeren ism-i tafdîl kalıbının aşırılık zarfı olarak da kullanıldığını dikkate alarak Cenâb-ı Allah açısından mukayeseli ifadenin kullanılmamasını tercih etmiştir. Zira yüce Allah “ol” deyince murat ettiği şey oluverir, O’nun kudreti karşısında hiçbir şey diğerinden daha zor veya kolay değildir (Şevkânî, IV, 253-254). Yine bu âyetin “En yüce sıfat O’nundur” şeklinde çevrilen kısmına daha çok şu mânalar verilmiştir: Kelime-i tevhid O’nundur; O’nun benzeri asla yoktur; O’nun murat ettiği“ol” demekle oluverir; en yüksek şan, eksiksiz kudret, tam anlamıyla hikmet, yaratıcılık ve mâbudluk sıfatları O’nundur (Şevkânî, IV, 254; Elmalılı, VI, 3816).
وَهُوَ الَّذ۪ي يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُع۪يدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِۜ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. Müşterek ism-i mevsûl الَّذ۪ي , mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.
يَبْدَؤُا merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. الْخَلْقَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُع۪يدُهُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو'dir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. هُوَ اَهْوَنُ cümlesi hal olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ haliyyedir. İtiraziyye olması da caizdir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. اَهْوَنُ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. عَلَيْهِ car mecruru اَهْوَنُ 'ye mütealliktir.
وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. لَهُ car mecruru mukaddem habere müteallıktır. الْمَثَلُ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. الْاَعْلٰى sıfat olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru mahzuf hale mütealliktir. الْاَرْضِ atıf harfi و ‘la makabline matuftur.
وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. الْعَز۪يزُ haber olup lafzen merfûdur. الْحَك۪يمُ kelimesi mübtedanın ikinci haberidir.
الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَهُوَ الَّذ۪ي يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُع۪يدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِۜ
Ayet atıf harfi وَ ‘la önceki ayetteki وَلَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Mütekellim, Allah Teâlâ’dır.
Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedin ismi mevsûlle marife olması, ism-i mevsûlden sonra gelecek sıla cümlesini merakla beklemeye sevk edebilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayrıca müsnedin ism-i mevsûlle marife gelmesi haberin muhatapları tarafından bilindiğine işaret eder.
Müsned olan has ism-i mevsûl الَّذ۪ي ’nin sılası olan يَبْدَؤُا الْخَلْقَ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üslupta gelen يُع۪يدُهُ cümlesi sılaya atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Atfın ثُمَّ ile yapılması az da olsa bir zamanın geçtiğine işarettir.
Fiiller muzari sıygada gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar. Aynı üslupta gelerek makabline atfedilen ثُمَّ يُع۪يدُهُ cümlesinin atıf sebebi tezâyüftür.
هُوَ الَّذ۪ي يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُع۪يدُهُ cümlesinin, daha önce zikredildiği halde burada tekrar edilmesi, sonrası için takrir ve ön hazırlık olması içindir. (Ebüssuûd)
وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ cümlesi, müsnedün ileyhten haldir. Hal cümleleri, manayı tamamlamak ve pekiştirmek için yapılan tetmim ıtnâbıdır.
Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsned olan اَهْوَنُ , ism-i tafdil kalıbında gelerek mübalağa ifade etmiştir.
Burada الْخَلْقَ kelimesiyle kastedilen mahlukat, daha sonra aid zamirle kastedilen ise yaratma fiilidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Ayette birden fazla manası olan bir lafzın her manasına uygun kelimeler zikretmek şeklinde tarif edilen istihdam sanatı vardır.
Ayrıca bu ayette mezheb-i kelamî sanatı vardır.
يُع۪يدُهُ - يَبْدَؤُا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı sanatı vardır.
Şayet ‘’Bu, O’nun için daha kolaydır" ayetindeki هُوَ (bu) zamiri niçin müzekker getirildi? Halbuki ondan maksat, (müennes) iadedir’’ dersen şöyle derim: İfade ‘’… و أن يُعَيدَهُ ’’ (onu iade etmek…) anlamındadır. Şayet وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِۜ ayetinde عَلَيْهِ mef‘ûlü niçin اَهْوَنُ ‘den sonra getirildi de, هُوَ عَلَيْهِۜ اَهْوَنُ [Bu, benim için çok basit] (Meryem 19/9) ayetinde, önce getirildi?” dersen şöyle derim: Orada bu işin sadece Allah’a mahsus olduğu kastedilmiştir. Bu tam da onun kullanılacağı yerdir. Bundan dolayı ‘’Size göre yaşlı bir adamdan ve kısır bir kadından çocuk doğması ne kadar zor görünürse görünsün, bu benim için çok basittir’’ denilmiştir. Bu ayette ise özel bir vurgulama yapmanın anlamı yoktur. Nasıl olsun ki, burada konu yani yeniden yaratma, insanların tekrar yapmak ilk defa yapmaktan daha kolaydır şeklindeki mantığına dayanmaktadır; (vurgu maksadıyla) mef‘ûl öne alınsaydı mana bozulurdu. (Keşşâf)
Allah Teâlâ’nın bu ayette zikrettiği ölüleri tekrar diriltmenin ilk yaratmadan daha kolay olacağı (Ebüssuûd, C. 9, s. 69.) açıklamasını, Kıyamet/40’da geçen sorunun bir takriri ve beyanı olarak göstermektedir. Bikaî, bu ifadeyi Allah Teâlâ’nın kudretinin yaratmaya hakimiyeti bakımından takrîri olduğunu ve bunda herhangi bir ihmal, kesinti yahut tartışmanın mümkün olmadığını belirtmektedir. Burada bir tenbih, takrir ve tevbih bulunduğunu açıklamaktadır.(Bikâî, Nazmü'd-dürer fî tenâsübi'l-âyât ve's-süver.)
Yeniden diriltme ilk yaratmaya göre daha kolaydır. Daha kolay olan, imkân dairesine girer. Öyleyse iade (yeniden diriltme) daha kolaydır. (Dr. Mustafa Aydın, Arap Dili Belâgatında Bedî’ İlmi ve Sanatları)
Allah Teâlâ, diğer esası yani haşri ifade ederek, "O, mahlukatı ilk önce yaratıp sonra onları diriltecek olandır. Bu iş O'na pek kolaydır" yani, "sizin nazarınızda da iade diriltme ilk yaratıştan daha kolaydır" buyurmuştur. Çünkü bir şeyi ilk defa yapan kimseye bu şey güç gelir. Fakat bu işi tekrar yaptığında daha kolay gelir. (Fahreddin er-Râzî)
وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ
…وَهُوَ الَّذ۪ي cümlesine hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir. Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. لَهُ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. الْمَثَلُ , muahhar mübtedadır.
الْاَعْلٰى , müsnedün ileyhin sıfatıdır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru, الْاَعْلٰى ‘daki zamirin mahzuf haline mütealliktir.
Müsnedin takdimi kasr ifade eder. Cümle ”Yerde ve gökte en yüce sıfatlar sadece ona aittir. En yüce sıfatlar ondan başkasına ait değildir.” şeklinde bir olumlu bir olumsuz olmak üzere iki anlamı barındırır.
Göklerde ve yerde en yüksek sıfat(lar) yalnız onundur cümlesi azîz ve celîl olan Allah ne dilerse, olur manasındadır. Halil dedi ki: Ayet-i kerîmedeki mesel sıfat anlamındadır. Yani "göklerde ve yerde" en yüksek sıfatlar yalnızca O'nundur. (Kurtubî)
السَّمٰوَاتِ الْاَرْضِۚ kelimeleri arasında tıbak-ı icâb ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
السَّمٰوَاتِ ’tan sonra الْاَرْضِۜ ’ın zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat arza şamildir.
Bütün göklerde ve yerde, umumi kudret, mükemmel hikmet ve diğer kemâl sıfatları gibi şanı garip bütün yüce sıfatlar ancak O'nundur; başkasının bunlara denk sıfatlara sahip olması şöyle dursun, onlara yakın sıfatlara sahip olmaları bile mümkün değildir. Allah, bütün göklerde ve yerde bulunan yaratılmışları ve delilleri ihsanıyla bu sıfatlarla vasıflandırılmaktadır. (Ebüssuûd)
وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟
…هو الذي cümlesine hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsned olan الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟ isimleri marife gelmiştir.
Müsnedin الْ takısıyla marife gelmesi, haberin biliniyor olduğunu belirtmesi yanında, isnadın Allah Teâlâ’ya olduğu karinesiyle kasr ifade eder. Haberin mübtedaya has olduğu kesin bir dille belirtilmiştir. Ayrıca bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Meânî İlmi, s. 218)
Hasr kastedilerek bu iki isim marife olarak gelmiştir. Sadece Allah Teâlâ bu iki vasıfta kemâl derecededir. Bu iki vasıfta kemâl dereceye sahip olan Allah Teâlâ’dan başka hiçbir varlık yoktur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 4, s. 24)
İsim cümleleri mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Allah Teâlâ’ya ait bu iki vasfın aralarında وَ olmaması, bu vasıfların her ikisinin birden onda mevcudiyetini gösterir.
الْعَز۪يزُ - الرَّح۪يمُ kelimelerinin ayetin konusuyla olan uyumu teşâbüh-i etrâf sanatı, iki kelimenin arasındaki vezin uyumu muvazene sanatı, iki sıfatın birbiriyle uyumu mürâât-ı nazîr sanatıdır. Her ikisi de mübalağa ifade eden sıfat-ı müşebbehe kalıbıdır.
Ayetin son cümlesi mesel tarikinde olmayan tezyîldir. Tezyîl, anlamı tekid eden ıtnâb sanatıdır.
Önce gelen الْعَز۪يزُ ismini الْحَك۪يمُ isminin takip etmesi; O'nun aziz oluşunun, mazlumun ve hakka çağıranın zafer kazanması gibi, hikmet sahipleri tarafından övgüye lâyık bir konumda sapasağlam olduğunu belirtmek içindir. (Âşûr, Ankebût/26)
Ayetin bu son cümlesi, ufak değişiklerle birçok ayette tekrarlanmıştır. Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf/28, c. 7, S. 314)
Hak Teâlâ, azîzdir ve hakîmdir buyurmuştur ki, bu, "O'nun kudreti bütün mümkinatı içine alabilecek derecede kâmil, ilmi bütün mevcudatı kapsayacak biçimde şümullüdür. O halde O, her yerdeki her türlü cüzleri bilir ve O, işte onları bir araya getirip, terkip etmeye kādirdir" demektir. (Fahreddin er-Râzî)