بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنْ تَقُومَ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ بِاَمْرِه۪ۜ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الْاَرْضِ اِذَٓا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَمِنْ | -nden (biri de) |
|
2 | ايَاتِهِ | O’nun ayetleri- |
|
3 | أَنْ |
|
|
4 | تَقُومَ | durmasıdır |
|
5 | السَّمَاءُ | göğün |
|
6 | وَالْأَرْضُ | ve yerin |
|
7 | بِأَمْرِهِ | O’nun buyruğuyla |
|
8 | ثُمَّ | sonra |
|
9 | إِذَا | zaman |
|
10 | دَعَاكُمْ | sizi çağırdığı |
|
11 | دَعْوَةً | bir tek da’vetle |
|
12 | مِنَ | -den |
|
13 | الْأَرْضِ | yer- |
|
14 | إِذَا | bir de bakarsınız ki |
|
15 | أَنْتُمْ | siz |
|
16 | تَخْرُجُونَ | çıkıyorsunuz |
|
Tabiattaki ince sanat eserlerinin ve evrendeki düzenin işlerliğini sağlayan yasaların sahibi olan yüce Allah, şimşek ile yağmur arasındaki ilişkiye dikkat çekmekte; ardından da, öldükten sonra insanları diriltmeye kadir olduğunun kolayca anlaşılabilmesi için bir örnek gösterip onları bu konu üzerinde düşünmeye çağırmaktadır: Kupkuru olmuş toprağa gökten indirdiği su ile yeniden can veren yüce kudretin insanlara da öldükten sonra yeniden can verebileceğini farketmek akıl sahipleri için hiç de zor olmamalıdır (yer-gök dengesi konusunda bk. Ra‘d 13/2). Âyetin son cümlesindeki çağrı, İsrâfil’in sûru ikinci defa üflemesi şeklinde açıklanmaktadır (Şevkânî, IV, 253; sûrun üflenmesi hakkında bk. En‘âm 6/73; Kehf 18/99).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 307
وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنْ تَقُومَ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ بِاَمْرِه۪ۜ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِنْ اٰيَاتِه۪ٓ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Muttasıl zamir هِ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اَنْ ve masdar-ı müevvel muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.
تَقُومَ fetha üzere mebni mazi fiildir. السَّمَٓاءُ fail olup lafzen merfûdur. الْاَرْضُ atıf harfi و ‘la makabline matuftur. بِاَمْرِه۪ۜ car mecruru تَقُومَ fiiline mütealliktir.
ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الْاَرْضِ اِذَٓا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ
Fiil cümlesidir. ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
دَعَاكُمْ elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو'dir.
Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
دَعْوَةً mef’ûlu mutlak olur fetha ile mansubdur.
Mef’ûlu mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlu mutlak harf-i cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlu mutlak cümle olmaz. Mef’ûlu mutlak üçe ayrılır:
1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.
2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlu mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.
3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini belirten mef’ûlu mutlak فَعْلَةً vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.
مَرَّةً kelimesi de mef’ûlu mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. Burada tekid için gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِنَ الْاَرْضِ car mecruru دَعَاكُمْ fiiline mütealliktir.
اِذَا müfacee harfidir. اِذَا , isim cümlesinin önüne geldiğinde ‘birdenbire, ansızın’ manasında müfacee harfi olur.
Munfasıl zamir اَنْتُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. تَخْرُجُون fiil cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
تَخْرُجُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنْ تَقُومَ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ بِاَمْرِه۪ۜ
Ayet وَ ’la 21. ayetteki …من آياته أن خلقكم cümlesine atfedilmiştir.
وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ ibaresi arka arkaya 6. kez geçmiştir. Öncekilerle arasında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır. Adeta bu mana zihnimize kazınmıştır.
Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. İlk cümle sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Car mecrur مِنْ اٰيَاتِه۪ٓ mahzuf mukaddem habere mütealliktir.
Masdar harfi اَنْ ve akabindeki تَقُومَ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ بِاَمْرِه۪ۜ cümlesi, masdar teviliyle muahhar mübtedadır. Müspet muzari fiil sıygasında gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
مِنْ اٰيَاتِه۪ٓ izafetinde اٰيَاتِ ’nin, بِاَمْرِه۪ۜ izafetinde اَمْرِ ’in Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olması, اٰيَاتِ ’ye ve اَمْرِ ’ye tazim ve teşrif içindir.
السَّمَٓاءُ - الْاَرْضُ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
Cenab-ı Hak göğün ve yerin arızî vasıflarından bazılarını zikredince, bunların ayrılmaz vasıflarından birinden de bahsetmiştir ki, bu da onların durması ve kıyamıdır. Mesela yer, ağır olduğu için insan onun öyle durmasından ve düşmemesinden dolayı şaşakalır. Semanın yüksekte olup direksiz durmasından dolayı da şaşılır ki, işte bu vasıf her ikisinin de ayrılmaz vasfıdır. Çünkü yer, içinde bulunduğu yerin (yörüngenin) dışına çıkamaz. Gök de, içinde bulunduğu yerin dışına çıkamaz. (Fahreddin er-Râzî)
ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الْاَرْضِ اِذَٓا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ
Tertip ve terahi ifade eden ثُمَّ atıf harfinin dahil olduğu ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الْاَرْضِ cümlesi, şart üslubunda gelmiş haber cümlesidir.
Şart manası taşıyan zaman zarfı اِذَا ’nın muzâf olduğu دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الْاَرْضِ şart cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 88.)
فَ karinesi olmaksızın gelen cevap cümlesi اِذَٓا اَنْتُمْ تَخْرُجُون , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
اِذَا ; müfacee harfidir. Aniden olan beklenmedik durumları ifade eder. Özellikle فَ ile birlikte kullanıldığı zaman cümleye, ‘ansızın, bir de bakarsın ki hayret verici bir durum’ anlamları katar.
اَنْتُمْ mübteda, تَخْرُجُون cümlesi haberdir. Fiil muzari sıygada gelerek hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayette ayrı görevlerdeki اِذَا ’larda tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
دَعَا - دَعْوَةً kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً [Sizi bir çağırış çağırdığında] ifadesinin göklerin ve yerin ayakta durması ifadesi üzerine ثُمَّ (sonra) ile atfedilmesi, olacak olan bu işin büyüklüğünü ve böyle bir işi yapmanın Allah Teâlâ’nın gücü dahilinde olduğunu beyan etmek içindir. (Keşşâf)
Şayet مِنَ الْاَرْضِ (yerden) ifadesi ne ile bağlantılıdır? دَعَا (çağırdı) fiili ile mi, دَعْوَةً (çağırmak) masdarı ile mi? dersen şöyle derim: Fiil varken mastarla irtibatlı olması ne kadar uzak!.. Şayet اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الْاَرْضِ اِذَٓا اَنْتُمْ تَخْرُجُون ifadesinde iki اِذَٓا arasında ne fark vardır? dersen şöyle derim: Birincisi şart, ikincisi birdenbire anlamı vermektedir. Bu ikincisi şartın cevabındaki فَ ’nin yerine geçer. (Keşşâf)
Allah Teâlâ’nın بِاَمْرِه۪ۜ demesi, mübalağa tarzında sonsuz kudretini ve alete muhtaç olmadığını ifade etmek içindir. Sonra sizi bir davetle yerden çağırdığı zaman hemen çıkarsınız cümlesi de tevili-müfred usulü ile اَنْ تَقُومَ ‘ye atfedilmiştir. Sanki şöyle denilmiştir: Onun delillerinden biri de göklerin ve yerin onun emri ile durması, sonra da bir defa davet ettiği zaman kabirlerden çıkmanızdır: Ey ölüler çıkın! der. Maksat böyle bir irade taalluk ettiği zaman duraksamadan ve iş hazırlığı yapma ihtiyacı duymadan süratle meydana gelmesini, emrine itaat edilen davetçinin davetine hızla itaate benzetmektir. مِنَ الْاَرْضِ de, دَعَا 'ya mütealliktir. تَخْرُجُون 'ye müteallik değildir, çünkü اِذَٓا 'nın mabadi (sonrası), makablinde (öncesi) amel etmez. (Beyzâvî)
Toprağın hayatiyeti kabul edebilmesi, Hz Adem'e ruhun üflenebilmesi ve bir beşer olabilmesi için bir yaratmaya, ölçüp biçmeye, bir zaman geçmesine ve tedriciliğe ihtiyaç vardır. Yeniden yaratmada ise böyle bir tedriciliğe gerek yoktur. Aksine bunun için sadece bir nida ve çıkış vardır. Bu yüzden, burada ثُمَّ kullanılmamıştır. (Fahreddin er-Râzî)
وَلَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ
وَلَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. لَهُ car mecruru mahzuf muaddem habere mütealliktir.
Müşterek ism-i mevsûl مَنْ , muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.
فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru mahzuf sılaya mütealliktir. الْاَرْضِ atıf harfi وَ ’la السَّمٰوَاتِ ’a matuftur.
كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ
كُلٌّ mübtedadır. كُلٌّ ’nun muzâfun ileyhi hazf edilmiştir. Kelimenin sonundaki tenvin, hazfin işareti olarak muzâfun ileyhten ivazdır. Takdiri, كلّ مخلوق (Bütün mahlukat) şeklindedir.
لَهُ car mecruru قَانِتُونَ ’ye mütealliktir.
قَانِتُونَ haber olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
قَانِتُونَ kelimesi sülâsî mücerred olan قنت fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ
Ayet وَ ’la …من آياته أن تقوم cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. لَهُ , mahzuf mukadder habere mütealliktir.
Akıllılar için kullanılan mevsûl مَنْ , tağlîb yoluyla gayr-ı akilleri de kapsamıştır.
Muahhar mübteda olan müşterek ism-i mevsûl مَنْ ’in, îrabdan mahalli olmayan sıla cümlesi mahzuftur. فِي السَّمٰوَاتِ , bu mahzuf sılaya mütealliktir. وَالْاَرْضِۜ , tezat nedeniyle فِي السَّمٰوَاتِ ’ye atfedilmiştir.
السَّمٰوَاتِ ’tan sonra الْاَرْضِۜ ’ın zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat, arza şamildir.
السَّمٰوَاتِ - وَالْاَرْضِۜ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve tıbâk-ı îcab sanatları vardır.
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife kılınmasındaki maksat, kelamın amacını muhatabın zihnine iyice yerleştirmektir. Sılasının hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Bilinen ve tahmini kolay olan hususları zikrederek ibareyi uzatmamak, dikkati asıl önemli yere yönlendirmek, karineye dayanarak terkedilen şeyleri muhatabın düşünce ve hayal gücüne bırakarak anlam zenginliği kazanmak gibi sebeplerle hazfe başvurulur. (TDV İslam Ansiklopedisi)
Cenab-ı Allah bu ayetleri zikredip, bunların manası da diğer bir esas olan haşre kudreti ve ilk esas demek olan vahdaniyeti ihtiva ettiği için, O, vahdaniyetine [Göklerde ve yerde kim varsa O'nundur] ayeti ile işaret etmiştir. O'nun asla ortağı yoktur. Çünkü göklerde ve yerde olan herşey ile göklerin ve yerin bizzat kendileri de O'nundur ve O'nun mülküdür. Binaenaleyh hepsi de O'na boyun eğmiş ve itaat etmiştir. Ortak ise, karşı kor, ortağına denk-eş olur. Şu halde, Cenab-ı Hakk'ın kesinlikle şeriki (ortağı) yoktur. (Fahreddin er-Râzî)
كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur لَهُ , ihtimam için amili olan قَانِتُونَ ’ye takdim edilmiştir.
Müsnedün ileyh olan كُلٌّ ‘nün muzâfun ileyhinin hazfedilmesi îcâz-ı haziftir. Kelimenin sonundaki tenvin hazfin işareti olarak,muzâfun ileyhten ivazdır.
Haber olan قَانِتُونَ ‘nin, ism-i fail kalıbıyla gelmesi durumun devamlılığına işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsim cümleleri mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
له ‘lerin tekrarında reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Ayette geçen قانتين kelimesi itaat etmek manasındadır. Vitr namazında okuduğumuz kunut duası da itaat etme duası manasındadır.
كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ [Hepsi ona itaat eder.] cümlesinde, akıllılara mahsus olan çoğul sıygası kullanıldığı için tağlîb sanatı vardır. Yani akıllılar, diğerlerine üstün tutulmuştur. Tağlîb sanatı, edebiyatta kabul edilen güzel sanatlardandır. (Safvetü't Tefâsir-Ebüssuûd)
[Hepsi ona itaat etmektedir] baş eğerler, irade ve eyleminden çıkmazlar. Akılsızlar için olan ما kullanıp da sonradan genelleme yaparak akıllılar için olan قَانِتُونَ sıygasını kullanması, isnatta bulunanları küçültmek içindir. (Beyzâvî-Ebüssuûd)
İbn Abbâs dedi ki: قَانِتُونَ Boyun eğenlerden kasıt namaz kılanlardır. er-Rabî' b. Enes dedi ki: kıyamet gününde ayağa kalkacaklardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
["O gün insanlar alemlerin Rabbi huzurunda duracaklardır."] (el-Mutaffifin, 83/6) Bundan maksat hesap için kalkacak olmalarıdır. el-Hasen dedi ki: Herkes Allah için kendisinin O'nun kulu olduğuna dair şahitlik edecektir. Saîd b. Cübeyr dedi ki: ihlas ile O'na ibadet edenler, anlamındadır. (Kurtubî)
وَهُوَ الَّذ۪ي يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُع۪يدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِۜ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَهُوَ | ve O |
|
2 | الَّذِي | ki |
|
3 | يَبْدَأُ | başlar |
|
4 | الْخَلْقَ | yaratmağa |
|
5 | ثُمَّ | sonra |
|
6 | يُعِيدُهُ | onu tekrarlar |
|
7 | وَهُوَ | ve bu |
|
8 | أَهْوَنُ | daha kolaydır |
|
9 | عَلَيْهِ | O’na |
|
10 | وَلَهُ | ve O’nundur |
|
11 | الْمَثَلُ | durum |
|
12 | الْأَعْلَىٰ | en yüce |
|
13 | فِي |
|
|
14 | السَّمَاوَاتِ | göklerde |
|
15 | وَالْأَرْضِ | ve yerde |
|
16 | وَهُوَ | ve O |
|
17 | الْعَزِيزُ | üstündür |
|
18 | الْحَكِيمُ | hüküm ve hikmet sahibidir |
|
“Bu O’nun için pek kolaydır” şeklinde çevrilen kısım lafzen “Bu O’nun için daha kolaydır” şeklinde de tercüme edilebilir. Fakat birçok müfessir Arapça’da karşılaştırma anlamı içeren ism-i tafdîl kalıbının aşırılık zarfı olarak da kullanıldığını dikkate alarak Cenâb-ı Allah açısından mukayeseli ifadenin kullanılmamasını tercih etmiştir. Zira yüce Allah “ol” deyince murat ettiği şey oluverir, O’nun kudreti karşısında hiçbir şey diğerinden daha zor veya kolay değildir (Şevkânî, IV, 253-254). Yine bu âyetin “En yüce sıfat O’nundur” şeklinde çevrilen kısmına daha çok şu mânalar verilmiştir: Kelime-i tevhid O’nundur; O’nun benzeri asla yoktur; O’nun murat ettiği“ol” demekle oluverir; en yüksek şan, eksiksiz kudret, tam anlamıyla hikmet, yaratıcılık ve mâbudluk sıfatları O’nundur (Şevkânî, IV, 254; Elmalılı, VI, 3816).
وَهُوَ الَّذ۪ي يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُع۪يدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِۜ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. Müşterek ism-i mevsûl الَّذ۪ي , mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.
يَبْدَؤُا merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. الْخَلْقَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُع۪يدُهُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو'dir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. هُوَ اَهْوَنُ cümlesi hal olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ haliyyedir. İtiraziyye olması da caizdir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. اَهْوَنُ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. عَلَيْهِ car mecruru اَهْوَنُ 'ye mütealliktir.
وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. لَهُ car mecruru mukaddem habere müteallıktır. الْمَثَلُ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. الْاَعْلٰى sıfat olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru mahzuf hale mütealliktir. الْاَرْضِ atıf harfi و ‘la makabline matuftur.
وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. الْعَز۪يزُ haber olup lafzen merfûdur. الْحَك۪يمُ kelimesi mübtedanın ikinci haberidir.
الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَهُوَ الَّذ۪ي يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُع۪يدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِۜ
Ayet atıf harfi وَ ‘la önceki ayetteki وَلَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Mütekellim, Allah Teâlâ’dır.
Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedin ismi mevsûlle marife olması, ism-i mevsûlden sonra gelecek sıla cümlesini merakla beklemeye sevk edebilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayrıca müsnedin ism-i mevsûlle marife gelmesi haberin muhatapları tarafından bilindiğine işaret eder.
Müsned olan has ism-i mevsûl الَّذ۪ي ’nin sılası olan يَبْدَؤُا الْخَلْقَ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üslupta gelen يُع۪يدُهُ cümlesi sılaya atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Atfın ثُمَّ ile yapılması az da olsa bir zamanın geçtiğine işarettir.
Fiiller muzari sıygada gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar. Aynı üslupta gelerek makabline atfedilen ثُمَّ يُع۪يدُهُ cümlesinin atıf sebebi tezâyüftür.
هُوَ الَّذ۪ي يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُع۪يدُهُ cümlesinin, daha önce zikredildiği halde burada tekrar edilmesi, sonrası için takrir ve ön hazırlık olması içindir. (Ebüssuûd)
وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ cümlesi, müsnedün ileyhten haldir. Hal cümleleri, manayı tamamlamak ve pekiştirmek için yapılan tetmim ıtnâbıdır.
Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsned olan اَهْوَنُ , ism-i tafdil kalıbında gelerek mübalağa ifade etmiştir.
Burada الْخَلْقَ kelimesiyle kastedilen mahlukat, daha sonra aid zamirle kastedilen ise yaratma fiilidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Ayette birden fazla manası olan bir lafzın her manasına uygun kelimeler zikretmek şeklinde tarif edilen istihdam sanatı vardır.
Ayrıca bu ayette mezheb-i kelamî sanatı vardır.
يُع۪يدُهُ - يَبْدَؤُا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı sanatı vardır.
Şayet ‘’Bu, O’nun için daha kolaydır" ayetindeki هُوَ (bu) zamiri niçin müzekker getirildi? Halbuki ondan maksat, (müennes) iadedir’’ dersen şöyle derim: İfade ‘’… و أن يُعَيدَهُ ’’ (onu iade etmek…) anlamındadır. Şayet وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِۜ ayetinde عَلَيْهِ mef‘ûlü niçin اَهْوَنُ ‘den sonra getirildi de, هُوَ عَلَيْهِۜ اَهْوَنُ [Bu, benim için çok basit] (Meryem 19/9) ayetinde, önce getirildi?” dersen şöyle derim: Orada bu işin sadece Allah’a mahsus olduğu kastedilmiştir. Bu tam da onun kullanılacağı yerdir. Bundan dolayı ‘’Size göre yaşlı bir adamdan ve kısır bir kadından çocuk doğması ne kadar zor görünürse görünsün, bu benim için çok basittir’’ denilmiştir. Bu ayette ise özel bir vurgulama yapmanın anlamı yoktur. Nasıl olsun ki, burada konu yani yeniden yaratma, insanların tekrar yapmak ilk defa yapmaktan daha kolaydır şeklindeki mantığına dayanmaktadır; (vurgu maksadıyla) mef‘ûl öne alınsaydı mana bozulurdu. (Keşşâf)
Allah Teâlâ’nın bu ayette zikrettiği ölüleri tekrar diriltmenin ilk yaratmadan daha kolay olacağı (Ebüssuûd, C. 9, s. 69.) açıklamasını, Kıyamet/40’da geçen sorunun bir takriri ve beyanı olarak göstermektedir. Bikaî, bu ifadeyi Allah Teâlâ’nın kudretinin yaratmaya hakimiyeti bakımından takrîri olduğunu ve bunda herhangi bir ihmal, kesinti yahut tartışmanın mümkün olmadığını belirtmektedir. Burada bir tenbih, takrir ve tevbih bulunduğunu açıklamaktadır.(Bikâî, Nazmü'd-dürer fî tenâsübi'l-âyât ve's-süver.)
Yeniden diriltme ilk yaratmaya göre daha kolaydır. Daha kolay olan, imkân dairesine girer. Öyleyse iade (yeniden diriltme) daha kolaydır. (Dr. Mustafa Aydın, Arap Dili Belâgatında Bedî’ İlmi ve Sanatları)
Allah Teâlâ, diğer esası yani haşri ifade ederek, "O, mahlukatı ilk önce yaratıp sonra onları diriltecek olandır. Bu iş O'na pek kolaydır" yani, "sizin nazarınızda da iade diriltme ilk yaratıştan daha kolaydır" buyurmuştur. Çünkü bir şeyi ilk defa yapan kimseye bu şey güç gelir. Fakat bu işi tekrar yaptığında daha kolay gelir. (Fahreddin er-Râzî)
وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ
…وَهُوَ الَّذ۪ي cümlesine hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir. Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. لَهُ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. الْمَثَلُ , muahhar mübtedadır.
الْاَعْلٰى , müsnedün ileyhin sıfatıdır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru, الْاَعْلٰى ‘daki zamirin mahzuf haline mütealliktir.
Müsnedin takdimi kasr ifade eder. Cümle ”Yerde ve gökte en yüce sıfatlar sadece ona aittir. En yüce sıfatlar ondan başkasına ait değildir.” şeklinde bir olumlu bir olumsuz olmak üzere iki anlamı barındırır.
Göklerde ve yerde en yüksek sıfat(lar) yalnız onundur cümlesi azîz ve celîl olan Allah ne dilerse, olur manasındadır. Halil dedi ki: Ayet-i kerîmedeki mesel sıfat anlamındadır. Yani "göklerde ve yerde" en yüksek sıfatlar yalnızca O'nundur. (Kurtubî)
السَّمٰوَاتِ الْاَرْضِۚ kelimeleri arasında tıbak-ı icâb ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
السَّمٰوَاتِ ’tan sonra الْاَرْضِۜ ’ın zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat arza şamildir.
Bütün göklerde ve yerde, umumi kudret, mükemmel hikmet ve diğer kemâl sıfatları gibi şanı garip bütün yüce sıfatlar ancak O'nundur; başkasının bunlara denk sıfatlara sahip olması şöyle dursun, onlara yakın sıfatlara sahip olmaları bile mümkün değildir. Allah, bütün göklerde ve yerde bulunan yaratılmışları ve delilleri ihsanıyla bu sıfatlarla vasıflandırılmaktadır. (Ebüssuûd)
وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟
…هو الذي cümlesine hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsned olan الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟ isimleri marife gelmiştir.
Müsnedin الْ takısıyla marife gelmesi, haberin biliniyor olduğunu belirtmesi yanında, isnadın Allah Teâlâ’ya olduğu karinesiyle kasr ifade eder. Haberin mübtedaya has olduğu kesin bir dille belirtilmiştir. Ayrıca bu vasfın mübtedada kemâl derecede olduğunu ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Meânî İlmi, s. 218)
Hasr kastedilerek bu iki isim marife olarak gelmiştir. Sadece Allah Teâlâ bu iki vasıfta kemâl derecededir. Bu iki vasıfta kemâl dereceye sahip olan Allah Teâlâ’dan başka hiçbir varlık yoktur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 4, s. 24)
İsim cümleleri mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Allah Teâlâ’ya ait bu iki vasfın aralarında وَ olmaması, bu vasıfların her ikisinin birden onda mevcudiyetini gösterir.
الْعَز۪يزُ - الرَّح۪يمُ kelimelerinin ayetin konusuyla olan uyumu teşâbüh-i etrâf sanatı, iki kelimenin arasındaki vezin uyumu muvazene sanatı, iki sıfatın birbiriyle uyumu mürâât-ı nazîr sanatıdır. Her ikisi de mübalağa ifade eden sıfat-ı müşebbehe kalıbıdır.
Ayetin son cümlesi mesel tarikinde olmayan tezyîldir. Tezyîl, anlamı tekid eden ıtnâb sanatıdır.
Önce gelen الْعَز۪يزُ ismini الْحَك۪يمُ isminin takip etmesi; O'nun aziz oluşunun, mazlumun ve hakka çağıranın zafer kazanması gibi, hikmet sahipleri tarafından övgüye lâyık bir konumda sapasağlam olduğunu belirtmek içindir. (Âşûr, Ankebût/26)
Ayetin bu son cümlesi, ufak değişiklerle birçok ayette tekrarlanmıştır. Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf/28, c. 7, S. 314)
Hak Teâlâ, azîzdir ve hakîmdir buyurmuştur ki, bu, "O'nun kudreti bütün mümkinatı içine alabilecek derecede kâmil, ilmi bütün mevcudatı kapsayacak biçimde şümullüdür. O halde O, her yerdeki her türlü cüzleri bilir ve O, işte onları bir araya getirip, terkip etmeye kādirdir" demektir. (Fahreddin er-Râzî)
ضَرَبَ لَكُمْ مَثَلاً مِنْ اَنْفُسِكُمْۜ هَلْ لَكُمْ مِنْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ مِنْ شُرَكَٓاءَ ف۪ي مَا رَزَقْنَاكُمْ فَاَنْتُمْ ف۪يهِ سَوَٓاءٌ تَخَافُونَهُمْ كَخ۪يفَتِكُمْ اَنْفُسَكُمْۜ كَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | ضَرَبَ | misal verdi |
|
2 | لَكُمْ | size |
|
3 | مَثَلًا | bir benzetmeyle |
|
4 | مِنْ | -den |
|
5 | أَنْفُسِكُمْ | kendiniz- |
|
6 | هَلْ | -mı dır? |
|
7 | لَكُمْ | sizin için var- |
|
8 | مِنْ | -dan |
|
9 | مَا |
|
|
10 | مَلَكَتْ | bulunanlar(köleler)- |
|
11 | أَيْمَانُكُمْ | sizin ellerinde |
|
12 | مِنْ | -dan |
|
13 | شُرَكَاءَ | ortaklar- |
|
14 | فِي |
|
|
15 | مَا | şeylerde |
|
16 | رَزَقْنَاكُمْ | sizi rızıklandırdığımız |
|
17 | فَأَنْتُمْ | sizinle |
|
18 | فِيهِ | onda |
|
19 | سَوَاءٌ | eşit olan |
|
20 | تَخَافُونَهُمْ | onlardan çekindiğiniz |
|
21 | كَخِيفَتِكُمْ | çekindiğiniz gibi |
|
22 | أَنْفُسَكُمْ | birbirinizden |
|
23 | كَذَٰلِكَ | işte böyle |
|
24 | نُفَصِّلُ | biz açıklıyoruz |
|
25 | الْايَاتِ | ayetleri |
|
26 | لِقَوْمٍ | bir toplum için |
|
27 | يَعْقِلُونَ | aklını kullanan |
|
Kur’an’ın bazı konular için insanların yakın çevrelerindeki olay veya ilişkilerden temsil getirme üslûbunun bir örneğini yansıtan 28. âyette, Allah’a şirk koşma, yani O’nu tanrı kabul etmekle beraber başka bazı varlıkları da tanrılıkta O’na ortak olarak görme yaklaşımının, özündeki sakatlığın yanı sıra, aynı zamanda çelişkiler içeren bir tutum olduğu, efendi-köle örneği üzerinden somut bir anlatımla ortaya konmaktadır. Bu örnek özetle “Sizinle aynı türden olan köleyi efendisine eşit saymıyorsunuz da yaratılmış olanı yaratıcısına nasıl eşit görürsünüz?” manasında bir eleştiri ve uyarı anlamı taşımaktadır. “Kendinizden bir örnek veriyor” ifadesini, “kendi telakkinizden, efendi-köle uygulamanızdan”, kolay tahlil edebileceğiniz bir örnek veriyor” şeklinde yorumlamak mümkün olduğu gibi, bunun “Unutmayın ki siz nihayet yaratılmış, âciz varlıklarsınız, buna rağmen Allah iyi bir muhâkeme yapmanıza fırsat vermek üzere sizi bile bu mukayesede temel alma lutfunda bulunmaktadır” gibi bir anlam taşıdığı (Râzî, XXV, 118) ve insanları Allah’a karşı edebe davet etmeyi amaçladığı düşünülebilir.
Âyetin “elinizin altında bulunan köleleriniz” şeklinde tercüme ettiğimiz kısmını yorumlarken öncelikle Kur’an’ın geldiği dönemde yaygın ve yerleşik bir uygulaması bulunan köleliğin hatırlanması gerekir. Beşerî ilişkiler içinde “sahiplik” kavramının en üst düzeyde kullanımına imkân vereni efendilik-kölelik ilişkisidir. Fakat bunda dahi birincisi diğerinin varlık sebebi, yaratıcısı olmak bir yana, –İslâmî kurallara göre– onun üzerinde ölüm dirim hakkına sahip değildir, hatta birçok konuda birbirleriyle eşit tutulmuşlardır; ontolojik açıdan da aralarında bir fark bulunmamaktadır. Kaldı ki “size verdiğimiz rızıklarda” ifadesinin içerdiği uyarıya dikkat edilirse, size ait olan şeyler gerçekte sizin değil Allah’ın size vermiş olduklarıdır, O’na ait olanlar ise hakiki anlamda da O’nundur. Böyle olduğu halde efendiler kölelerinin kendileriyle eşit haklara sahip olmasına rıza gösterirler mi ve diğer hür ortaklarıyla olan ilişkilerinde olduğu gibi onlardan çekinirler mi? Meselâ kârın bölüşümünde ortaklarının haksızlık yapmasından endişe ettikleri gibi kölelerinin de böyle bir hak gasbında bulunabileceğinden endişe ederler mi? Asla! Zaten onlarla bir paylaşım içine girmeye razı olmazlar ki! Bu hususları göz önüne aldıktan sonra cevaplanması gereken soru şu olmaktadır: Peki evrendeki bütün varlıkların yegâne yaratıcısı, gerçek sahibi ve mâliki olan Allah Teâlâ’ya O’nun bu yarattıklarından bazılarını ortak saymak büyük bir tutarsızlık değil midir? 28. âyetin “Birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden çekindiğiniz” şeklinde çevrilen kısmı, “O taptıklarınızın ne yarar ne zarar verme gücü olmadığına göre birbirinizden korktuğunuz gibi onlardan niye korkasınız ve korkup da onlara niye tapasınız ki!” şeklinde de açıklanmıştır. Yine bu kısma “Kendinizi saydığınız gibi saydığınız” anlamı da verilmiş ve şöyle bir yorum yapılmıştır: Sizin tanrılık yakıştırdığınız varlıklar için, “Onlar Allah katında bizim için şefaatçi oluyorlar, bu sebeple onlara tapıyoruz” şeklindeki bahaneniz de tutarsızdır, çünkü siz, kendiniz gibi hür kimselere gösterdiğiniz saygıyı kendinizle aynı nitelikleri taşıyan kölelerinize göstermiyorsunuz ki yine Allah Teâlâ’nın mülkiyetinde olan fakat O’nunla hiçbir benzerliği bulunmayan varlıklara aynı hürmeti gösteresiniz! (Râzî, XXV, 118-119).
Öte yandan bu temsilin anlaşılması için konuyu daima hukukî bir statü olarak efendi-köle ilişkisi çerçevesinde ele almak zaruri değildir. Hatta temsilin teması açısından, “sahiplik” fikri ve duygusunun daha zayıf ve sınırlı olduğu ilişkilerden yararlanılması evleviyetle mümkündür. Meselâ bir fabrikanın sahibi orada çalıştırdığı işçilerin emeğini satın aldığı ve bu emeğe mâlik olduğu fikri ve duygusuyla hareket eder; sosyal mülâhazalarla işçi hakları konusunda ne kadar mesafe alınırsa alınsın, onların kendisine ait bütün mal varlığı hatta sırf o fabrikanın mülkiyeti üzerinde eşit haklara sahip olmasına razı olmaz. Yine, âyetin anlamının Kur’an’ın ilk muhatapları olan Mekke müşriklerinin şirk tarzı ile sınırlı düşünülmemesi gerekir. Âyetin bütün zamanlar ve coğrafyalar için geçerli olan mesajı şudur: Hangi saikle ve hangi biçimde olursa olsun, Allah’ın yegâne yaratıcı olduğu, mutlak iradesini hiçbir gücün sınırlayamayacağı gerçeği ile bağdaşmayan her inanç ve O’ndan başkasına kulluk etme veya kullukta başkasını aracı kılma anlamı taşıyan her davranış şirktir ve âyette vurgulanan çelişkiyi taşır.
29. âyetin “zulme saplanmış olanlar” şeklinde çevrilen kısmı ile şirke saplanıp kalmış olanların kastedildiği anlaşılmaktadır. Çünkü zulüm, her şeyi yerli yerince yapmak ve her hak sahibine hakkını vermek demek olan adaletin zıddıdır; şirk de sadece Allah’ın hakkı olan tanrılık sıfatında başkalarını O’na ortak etmek anlamına geldiğinden çok büyük bir haksızlıktır, meselâ Lokman sûresinin 13. âyetinde bu husus açık bir şekilde ifade edilmiştir (Zemahşerî, III, 204). “Allah’ın şaşırttığını artık kim doğruya iletebilir?” ifadesinden Allah’ın hiçbir sebebe bağlı olmadan bazı kimseleri şaşırttığı düşünülmemelidir; zira bu ve başka birçok âyetteki açıklamalar ışığında, mezkûr ifadeyle şu mânanın kastedildiği ortadadır: Bütün uyarı ve delillere rağmen, bir bilgiye dayanmadan, sırf kişisel arzu ve hevesleri peşinde gitmeyi yeğledikleri için bu haksız tutumlarında ısrar eden kimseleri Allah kendi şaşkınlıkları ile baş başa bırakır, bu durumda artık onları kimse doğruya eriştiremez.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 310-312
ضَرَبَ لَكُمْ مَثَلاً مِنْ اَنْفُسِكُمْۜ
Fiil cümlesidir. ضَرَبَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. لَكُمْ car mecruru ضَرَبَ fiiline mütealliktir.
مَثَلاً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. مِنْ اَنْفُسِكُمْ car mecruru مَثَلاً mahzuf sıfatına mütealliktir.
هَلْ لَكُمْ مِنْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ مِنْ شُرَكَٓاءَ ف۪ي مَا رَزَقْنَاكُمْ فَاَنْتُمْ ف۪يهِ سَوَٓاءٌ تَخَافُونَهُمْ كَخ۪يفَتِكُمْ اَنْفُسَكُمْۜ
Fiil cümlesidir. هَلْ istifham harfidir. لَكُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir.
ماَ müşterek ism-i mevsûl مِنْ harf-i ceriyle birlikte شُرَكَٓاءَ ‘nin mahzuf haline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ 'dur. Îrabdan mahalli yoktur.
مَلَكَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. اَيْمَانُكُمْ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مِنْ harfi zaiddir. شُرَكَٓاءَ muahhar mübteda olarak takdiren merfûdur.
( مِنْ ) nefy, nehîy ve istifham ifadelerinden sonra gelen fail, mef’ûl ve mübtedaya dahil olduğunda zaid olur ve tekid bildirir. (M.Meral Çörtü Nahiv s.341)
مَا müşterek ism-i mevsûl ف۪ي harf-i ceriyle birlikte شُرَكَٓاءَ ‘nin mahzuf sıfatına mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası رَزَقْنَاكُمْ ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
رَزَقْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi )
Munfasıl zamir اَنْتُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. ف۪يهِ car mecruru سَوَٓاءٌ ‘e mütealliktir. سَوَٓاءٌ haber olup lafzen merfûdur.
تَخَافُونَهُمْ fiil cümlesi mübtedanın ikinci haberi olarak mahallen merfûdur.
تَخَافُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. كَخ۪يفَتِكُمْ car mecruru mahzuf mef’ûlun mutlaka mütealliktir. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَنْفُسَكُمْ kelimesi masdar olan خ۪يفَتِكُمْ ‘un masdarının mef’ûlun bihi olup fetha ile mansubdur.
Masdar; bir iş, bir oluş, bir durum bildiren ve zamanla ilgili olmayan kelimelerdir. Masdarlar fiil gibi zamanla ilgileri olmadığından isimdirler.
Masdarın fiil gibi amel şartları şunlardır:
1.Tenvinli olmalıdır.
2. Harfi tarifli (ال) olmalıdır.
3. Masdarın failine muzâf olmalıdır.
4. Masdarın mef’ûlüne muzâf olmalıdır. Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir. Bu amel şartlarından birini taşıyan masdar kendisinden sonra fail veya mef’ûl alabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
كَ harf-i cerdir. مثل (gibi) demektir. Bu ibare نُفَصِّلُ fiilinin mahzuf mef’ûlu mutlakına mütealliktir. ذا işaret ismi, sükun üzere mebni mahallen mecrur, ism-i mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık belirten harf, ك ise muhatap zamiridir.
نُفَصِّلُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur. الْاٰيَاتِ mef’ûlun bih olup cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.
لِقَوْمٍ car mecruru نُفَصِّلُ fiiline mütealliktir. يَعْقِلُونَ fiili قَوْمٍ kelimesinin sıfatı olarak mahallen mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَعْقِلُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
نُفَصِّلُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi فصل ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
ضَرَبَ لَكُمْ مَثَلاً مِنْ اَنْفُسِكُمْۜ
Müstenefe olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesi müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mütekellim, Allah Teâlâ’dır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur لَكُمْ , ihtimam için mef’ûl olan مَثَلاً ’e takdim edilmiştir.
Benzetilen ile benzeyen arasında bir benzerliğin bulunması gerekir. Eğer bu ikisi arasında bir benzerlik değil de bir zıtlık olursa, bu durum (vaziyete göre) bazen o teşbihi tekid eder. (Fahreddin er-Râzî)
هَلْ لَكُمْ مِنْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ مِنْ شُرَكَٓاءَ ف۪ي مَا رَزَقْنَاكُمْ
Fasılla gelen cümle مَثَلاً ’den bedeldir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir.
İsim cümlesi formunda, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen taaccüp ve kınama amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Sübut ifade eden isim cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. لَكُمْ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Lafzen mecrur, mahallen merfû شُرَكَٓاءَ , muahhar mübtedadır.
Harf-i cerle birlikte شُرَكَٓاءَ ‘nın mahzuf haline müteallik ism-i mevsûl مَا ‘nın sılası olan مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ , mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
Ayetteki ikinci ism-i mevsûl مَا , mübteda olan شُرَكَٓاءَ ’ye mütealliktir. Sılası olan رَزَقْنَاكُمْ , müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَاَنْتُمْ ف۪يهِ سَوَٓاءٌ تَخَافُونَهُمْ كَخ۪يفَتِكُمْ اَنْفُسَكُمْۜ
Cümle, فَ harfiyle …هَلْ لَكُمْ مِنْ مَا cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. اَنْتُمْ mübteda, سَوَٓاءٌ haberdir. İstifhama dahil, sübut ifade eden isim cümlesidir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur ف۪يهِ , ihtimam için amili olan سَوَٓاءٌ ’a, takdim edilmiştir.
تَخَافُونَهُمْ كَخ۪يفَتِكُمْ اَنْفُسَكُمْۜ cümlesi, اَنْتُمْ ’un ikinci haberidir.
Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
كَخ۪يفَتِكُمْ , mahzuf mefulu mutlaka mütealliktir.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen cümle takrir manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.
تَخَافُونَهُمْ - كَخ۪يفَتِكُمْ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr, اَنْفُسَكُمْۜ - مِنْ kelimelerinin tekrarında ise ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Şayet مِنْ اَنْفُسِكُمْۜ - مِنْ مَا مَلَكَتْ ve مِنْ شُرَكَٓاءَ ifadelerinde geçen birinci, ikinci ve üçüncü مِنْ arasında ne fark vardır? dersen şöyle derim: Birincisi başlangıç içindir; adeta şöyle buyurmaktadır: O size bir mesel getirdi ve onu size en yakın şeyden yani kendinizden çıkardı, uzağa gitmedi. İkincisi, kısmîlik anlamı vermek için; üçüncüsü ise olumsuzluk mecrasında kullanılan soruyu pekiştirmekte olup zaid olarak getirilmiştir. Buna göre mana şöyledir: Köleleriniz de sizin gibi olduğu, yani sizin gibi beşer ve sizin gibi Allah kulu oldukları halde, size verdiğimiz mallarda ve diğer şeylerde onlardan bazısının size ortak olmasına, yani size verdiğimiz şeylerde hür ve köle arasında bir üstünlük olmadan siz ve onların eşit seviyede olmanıza; özgür ortakların birbirinden çekindikleri gibi, onlar olmadan bağımsızca hareket etmekten ve onların görüşlerini almadan bir iş yapmaktan çekinir halde olmaya razı olur musunuz? (Keşşaf)
Allah Teâlâ, iki delilden sonra yeniden yaratmayı ve ona kādir oluşunu bir misal ile açıklayınca, bir delilden sonra, kendisinin birliğini de bir misal ile açıklamıştır. Bu misalin manası şudur: Bir kimsenin kölesi nasıl malında ona ortak yapılmadığı, efendilere verilen kredi ve itibar onlara verilmeyeceğine göre, Allah'ın kulları ve mahlukları nasıl Allah'ın ortağı olabilir ve nasıl onlar için kendilerine tapılmayı gerektirecek, Allah'ın ululuğuna denk bir ululukları bulunabilir? (Fahreddin er-Râzî)
كَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Ayetin son cümlesi istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. كَذٰلِكَ , amili نُفَصِّلُ olan mahzuf bir mef’ûlu mutlaka mütealliktir.
Bu takdire göre cümle müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Muzari fiil teceddüt ve istimrar ifade etmiştir. Ayrıca muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlenin azamet zamirine isnadı, tazim ifade eder.
لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ car mecruru نُفَصِّلُ fiiline mütealliktir.
Muzari fiil sıygasındaki يَتَفَكَّرُونَ cümlesi لِقَوْمٍ için sıfattır. Sıfatlar ıtnâb babındandır. Muzari sıygada gelen cümle teceddüt ve istimrar ifade etmiştir.
كَذٰلِكَ kendinden önceki bir manaya işaret eder. Ancak çoğu zaman o da müstakil bir lafız değildir. Burada hem كَ hem de ذٰ işaret ismi aynı şeye işaret eder. Dolayısıyla bu durumu benzetecek yine kendisinden daha mükemmel bir şey bulunmadığını ifade eder. (Muhammed Ebu Mûsâ, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Duhan/28, c. 5, s. 101)
كَذٰلِكَ (İşte böyle), aslında uzaktaki bir nesneye işaret için kullanılır. Buradaki isti’mal, işaret edilen nimetin derecesinin, faziletteki mertebesinin yüksekliğini bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
ضَرَبَ - نُفَصِّلُ kelimeleri arasında gaibden mütekellime geçişe güzel bir iltifat sanatı vardır.
Ayetler, herkes için açıklandığı halde burada aklını kullananlara tahsis edilmiş, çünkü ayetlerden faydalananlar onlardır. (Ebüssuûd)
Allah Teâlâ, "işte Biz, ayetleri aklını kullanacak bir topluluk için böyle açıklarız" buyurmuştur. Bu, "Biz ayetlerimizi inanan akıllı kimseler için deliller, kesin burhanlar, meseller ve ikna edici sözlerle açıklıyoruz, yani bu iş bundan sonra ancak aklı olmayanlar için gizli kalır" demektir. (Fahreddin er-Râzî)
بَلِ اتَّبَعَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اَهْوَٓاءَهُمْ بِغَيْرِ عِلْمٍۚ فَمَنْ يَهْد۪ي مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | بَلِ | hayır |
|
2 | اتَّبَعَ | uydular |
|
3 | الَّذِينَ |
|
|
4 | ظَلَمُوا | zulmedenler |
|
5 | أَهْوَاءَهُمْ | keyiflerine |
|
6 | بِغَيْرِ | olmaksızın |
|
7 | عِلْمٍ | bilgi(leri) |
|
8 | فَمَنْ | kim? |
|
9 | يَهْدِي | yola getirebilir |
|
10 | مَنْ | kimseyi |
|
11 | أَضَلَّ | şaşırttığı |
|
12 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
13 | وَمَا | ve yoktur |
|
14 | لَهُمْ | onların |
|
15 | مِنْ | hiçbir |
|
16 | نَاصِرِينَ | yardımcıları |
|
بَلِ اتَّبَعَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اَهْوَٓاءَهُمْ بِغَيْرِ عِلْمٍۚ
Fiil cümlesidir. بَلْ idrâb ve atıf harfidir.Önce söylenen bir şeyden vazgeçmeyi belirtir. Buna idrâb denir. "Öyle değil, böyle, fakat, bilakis, belki" anlamlarını ifade eder.
Kendisinden sonra gelen cümle ile iki anlam ifade eder:
1. Kendisinden önceki cümlenin ifade ettiği anlamın doğru olmadığını, doğrusunun sonraki olduğunu ifade etmeye yarar. Bu durumda edata karşılık olarak “oysa, oysaki, halbuki, bilakis, aksine” manaları verilir.
2. Bir maksattan başka bir maksada veya bir konudan diğer bir konuya geçiş için kullanılır. Burada yukarıda olduğu gibi, bir iddiayı çürütmek ve doğrusunu belirtmek için değil de bir konudan başka bir konuya geçiş içindir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اتَّبَعَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası ظَلَمُٓوا اَهْوَٓاءَهُمْ 'dur. Îrabdan mahalli yoktur.
ظَلَمُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. اَهْوَٓاءَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِغَيْرِ car mecruru mahzuf hale mütealliktir. عِلْمٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
فَمَنْ يَهْد۪ي مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. مَنْ istifham ismi olup mübteda olarak mahallen merfûdur. يَهْد۪ي fiili, mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يَهْد۪ي fiili ى üzere mukadder damme ile merfûdur. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ , mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası اَضَلَّ اللّٰهُ ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.
اَضَلَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup damme ile merfûdur.
وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. لَهُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir.
مِنْ harfi zaiddir. نَاصِر۪ينَ lafzen mecrur, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.
نَاصِر۪ينَ ’nin cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
مِنْ , nefy, nehiy ve istifham ifadelerinden sonra gelen fail, mef’ul ve mübtedaya dahil olduğunda zaid olur ve tekid bildirir. (M.Meral Çörtü Nahiv s.341)
نَاصِر۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan نصر fiilinin çoğul ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Türkçemizdeki himaye eden, kollayan, yardım eden gibi kelimelerin karşılığı olan نَاصِرٌ kelimesi Kur'an-ı Kerim’de نَاصِرُونَ ve اَنْصَارُ şeklinde iki farklı cemi kipi ile gelmektedir. Bunlardan cemi müzekker salim kipi ile gelen نَاصِرُونَ kelimesi sekiz yerde, cemi kıllet kipi ile gelen اَنْصَارُ kelimesi de on bir ayette geçmektedir.
نَاصِرُونَ ; Âl-i İmran, 3/22, 56, 91, 150; Nahl, 16/37; Ankebût, 29/25; Rûm, 30/29; Casiye, 45/34; اَنْصَارُ; Bakara, 2/270; Âl-i İmran, 3 /52, 192; Maide, 5/72; Nuh, 71/25; Tevbe, 9/100, 117; Saff, 61/14. (Abdurrahman Güney, Arap Dili Ve Belâgatı Açısından Kur'an’da Sözcüklerin Çoğul Halleri)
بَلِ اتَّبَعَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اَهْوَٓاءَهُمْ بِغَيْرِ عِلْمٍۚ
Ayet fasılla gelmiş istînâf cümlesidir. بَلِ , idrâb harfidir. İntikal için gelmiştir.
بَلِ , atıf edatlarındandır. Ancak diğer atıf edatları gibi hüküm bakımından atıf görevi görmez. Bu edat, sadece matufu îrab yani hareke bakımından matufun aleyhe atfeder. Anlamsal açıdan ise tersinelik ilişkisi kurar. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
Ayetin ilk cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
اتَّبَعَ fiilinin faili konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ‘nin sılası olan ظَلَمُٓوا , müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, bahsi geçenlerin bilinen kişiler olmasının yanında o kişilere tahkir ifade eder.
بِغَيْرِ عِلْمٍۚ car mecruru, الَّذ۪ينَ ’nin mahzuf haline mütealliktir.
اتَّبَعَ fiili اِفْتِعال babındadır. Sülasisi تبَعَ ’dır. اِفْتِعال babı fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar. اِفْتِعال kalıbı hem soyut, hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
هْوَٓاءَ : Nefsin şehvetlere meyli demektir ki, keyif de denir. Burada "bilgisizce" kaydından anlaşılıyor ki, heva iki kısımdır: Birisi ilme uygun olan, birisi de olmayandır. İlme uygun olan heva, Hakk'ın nazarında yaratılış gayesine uygun düşen meyillerdir. Çünkü şehvetlerin yaratılışı da boşuna değil, onlar insanları yaratılışlarının gayesine erdirmek için Allah tarafından birer yönlendirici ve sebeptir. Ancak şeytanî olan insan zekası, onu gayesinden çevirerek ilmin zıddına olarak sırf zevk için boşuna da israf eder. Mesela iffetli olmak ve çoğalmak niyetiyle evlenme arzusu, yaratılış gayesine uygun ve dolayısıyla ilme mutabık bir meyildir. Zina ve gayrı meşru münasebet meyli ise ilme aykırı sadece bir hevadır. Çoğunlukla da heva böyle şeylere denir. Ve işte müşrikler bir şey bildiklerinden dolayı değil, ilme uymayan hevaları ardında koştuklarından dolayı, kendilerini heveslere esir ederek haksızlıkla, zalimlikle şirke saptılar. Maliki milkine ortak etmek, eşit tutmak haksızlığıyla Allah'a milkinden, yaratıklarından ortaklar uydurarak onlara taptılar. Onları, kendilerinin maliki imiş gibi tuttular da hürriyetlerini onlara verdiler. Artık Allah'ın şaşırdığını kim yola getirir? Önce hevalarına uyma, kendi fiilleri olarak gösterilmiş, kendilerine nispet edilmiş iken burada şaşırmak, saptırmak Allah'a isnad edilmiştir. Çünkü onlarda o hevaları yaratan Allah Teâlâ olduğu gibi, arzularına göre sapıklığı, şaşkınlığı yaratan da O'dur. Bu sapıklığa düşürme de kalplerin mühürlenip kapanma derecesine gelmiş bulunursa hiçbir şekilde hidayet ihtimali kalmaz. (Elmalılı)
فَمَنْ يَهْد۪ي مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ
Cümle فَ ile istînâfa atfedilmiştir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
İstifham üslubunda gelmiş olsa da cümlenin meydan okuma, korkutma anlamında olduğu açıktır. Soru anlamından çıkan bu terkip mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için bu istifham cümlesinde tecâhül-i ârif sanatı, ayrıca lafz-ı celâlde tecrid sanatı vardır.
Nefy üslubu yerine istifhamın tercih edilmesinin sebebi; istifhamda muhatabın aklını uyarmak, harekete geçirmek ve düşünmeye teşvik manası olmasıdır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
مَنْ istifham harfi, ref mahallinde mübtedadır. يَهْد۪ي مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ cümlesi, haberdir.
يَهْد۪ي fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَنْ ‘in sılası olan اَضَلَّ اللّٰهُۜ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ , mevsûlün sılasına matuftur.
Faide-i haber inkarî kelam olan cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. لَهُمْ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. نَاصِر۪ينَ , muahhar mübtedadır.
Zaid harf مِنْ ‘in dahil olduğu نَاصِر۪ينَ kelimesine “hiçbir” anlamı katmıştır.
Nefiy siyakında nekre, umum ve şümule delalet eder. (Dr. Salâh Abdu'l-Fettâh el-Hâlidî, Vakafât Düşündüren ayetler, s. 78)
يَهْد۪ي - اَضَلَّ kelimeleri arasında tıbâk-ı icâb, اتَّبَعَ - اَضَلَّ kelimeleri arasında ise tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
Olumlu cümleye olumlu cümle ile olumsuz cümleye de olumsuz cümle ile atıf esastır. Bu ayette mana: لا يهدى (Kimse yola getiremez) şeklinde olumsuz olduğundan, sarahaten olumsuz bir cümle olan وما لهم , istifham cümlesi olan فَمَنْ يَهْد۪ي ‘ye atfedilmiştir. (Sahip Aktaş, Kur’an’da İstifham Üslubu)
Burada şaşırıp saptırmaktan maksat, kalpleri mühürleyecek derecede kesin dalalet (sapıklık) demek olur. Bakara Suresinde "Allah onların kalplerini mühürledi." (Bakara, 2/7) Onlara yardımcılardan eser de yoktur. Yola gelmesi ihtimali kalmamış olan o zalimleri ne dünyada o şaşkınlığından, ne de ahirette onun gereği olan azaptan kurtaracak hiçbir yardımcı da yoktur. Yani o taptıkları şeylerin kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır. (Elmalılı)
فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفاًۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۗ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۗ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَأَقِمْ | çevir |
|
2 | وَجْهَكَ | yüzünü |
|
3 | لِلدِّينِ | dine |
|
4 | حَنِيفًا | Hanif olarak |
|
5 | فِطْرَتَ | yaratmasına |
|
6 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
7 | الَّتِي | ki |
|
8 | فَطَرَ | yaratmıştır |
|
9 | النَّاسَ | insanları |
|
10 | عَلَيْهَا | ona göre |
|
11 | لَا |
|
|
12 | تَبْدِيلَ | değiştirilemez |
|
13 | لِخَلْقِ | yaratması |
|
14 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
15 | ذَٰلِكَ | işte odur |
|
16 | الدِّينُ | din |
|
17 | الْقَيِّمُ | doğru |
|
18 | وَلَٰكِنَّ | fakat |
|
19 | أَكْثَرَ | çoğu |
|
20 | النَّاسِ | insanların |
|
21 | لَا |
|
|
22 | يَعْلَمُونَ | bilmezler |
|
Nevese نوس : Bir görüşe göre ناسٌ sözcüğünün aslı اُناسٌ şeklindedir. Bir görüşe göre ناسٌ sözcüğün harflerinin yerleri değiştirilerek unutmak anlamına gelen نَسِيَ fiilinden oluşturulmuştur. Bir görüşe göre ise sıkıntıya düşüp acı çekmek anlamındaki ناسَ-يَنُوسُ fiilinden gelmektedir.
Bu kavramla bazen mecazi olarak erdemli insanlar, bazense insanlık türü de kastedilir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de isim formunda 241 kere geçmiştir. (Mucemul Müfehres)
Türkçede kullanılan şekli nastır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفاًۜ
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir.Takdiri, إن أشرك بعض الناس فأقم وجهك للدين (Bazı insanlar şirk koşuyorsa da sen yüzüne dine çevir) şeklindedir.
اَقِمْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir. وَجْهَكَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لِلدّ۪ينِ car mecruru اَقِمْ fiiline mütealliktir. حَن۪يفاً kelimesi hal olup fetha ile mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ
Fiil cümlesidir. فِطْرَتَ mahzuf fiilin mef’ûlün bihi olup fetha ile mansubdur. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup fetha ile mansubdur. Takdiri, الزموا (Bağlı kalın) şeklindedir.
الَّت۪ي müfred müennes ism-i mevsûl فِطْرَتَ ‘nın sıfatı olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası فَطَرَ النَّاسَ ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.
فَطَرَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. النَّاسَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. عَلَيْهَا car mecruru فَطَرَ fiiline mütealliktir.
لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ
لَٓا cinsi nefyeden olumsuzluk harfi olup İsmini nasb haberini ref eder.
تَبْد۪يلَ kelimesi لَٓا ‘nın ismi olup fetha üzere mebnidir.
لِخَلْقِ car mecruru لَٓا ‘nın mahzuf habere müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۗ
İsim cümlesidir. ذٰلِكَ ismi işareti mübteda olarak mahallen merfûdur. الدّ۪ينُ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. لْقَيِّمُ kelimesi الدّ۪ينُ ‘nun sıfat olup lafzen merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۗ
وَ atıf harfidir. لَـٰكِنَّ istidrâk harfidir.
İstidrak; düzeltmek, telafi etmek, hatayı tamir etmek, kusuru örtmek gibi anlamlara gelir. Önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesine istidrak adı verilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَـٰكِنَّ harfi, اِنَّ gibi ismini nasb haberini ref eder. Bazı müfessirlere göre لَـٰكِنَّ ’de اِنَّ gibi cümleyi tekid eder.
لٰكِنَّ ’nin ismi olan أَكۡثَرَ lafzen mansubdur. ٱلنَّاسِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
لٰكِنَّ ’nin haberi لَا يَعْلَمُونَ cümlesi olup mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَعْلَمُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفاًۜ
فَ mahzuf şartın cevabına gelen rabıtadır. فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفاًۜ cümlesi mahzuf şartın cevabıdır. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Takdiri, … إن ضلّ بعض الناس (Eğer insanların bazıları sapmışsa..) olan şart cümlesinin hazfi, îcaz-ı hazif sanatıdır.
Mahzuf şart ve mezkûr cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
الدِّينِ ‘deki tarif ahd içindir. (Âşûr)
Failden, mef’ûlden veya لِلدّ۪ينِ ‘den hal olan حَن۪يفاًۜ , durumu bildirmek için vasfı ifade eden ıtnâb sanatıdır.
فَاَقِمْ وَجْهَكَ (Yüzünü çevir) cümlesinde mecâz-ı mürsel vardır. Yüce Allah burada cüzü zikretmiş küllü kastetmiştir. توجه الي الله بكليتك (Allah'a tamamen yönel) demektir. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)
حَن۪يفاًۜ : "Hanef" masdarından bir sıfattır. Lügatta hanef ise sapıklıktan istikamete, çarpıklıktan doğruluğa meyildir. Nitekim doğruluktan eğriliğe, haktan haksızlığa meyletmeye ج ile جَنَف denir. Şu halde hanifin asıl anlamı, eğriliği bırakıp doğrusuna giden demektir. Bu mana ile örfte İbrahim milletine isim olmuştur ki, başka dinlerden, batıl mabudlardan çekinip, yalnız bir Allah'a eğilen, Allah'ı bir bilen demektir. "Şirk koşmaksızın tek Allah'a inananlardır." (Hac, 22/31) (Elmalılı)
Allah Teâlâ’nın فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفاًۜ [Yüzünü hanif olarak dine doğrult] sözüyle kastedilen, başka yola sapmadan dinin açık yoluna yönel ve ona tabi ol manasıdır. Allah Teâla’nın bu ayette yer alan الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۗ (Doğru din) ifadesiyle kastedilenin, dinin eğrisiz, pürüzsüz dosdoğru olmasıdır. (Kur’an Mecazları Şerif er-Radi)
Bu ifade, Resulullah'ın dine yönelmesine, o istikamette sebat etmesine ve onun sebeplerinin tertibine önem vermesine bir temsildir. Zira gözle görülen bir şeye önem veren bir kimse, gözünü ona diker; bakışını ona doğrultur ve ona yönelerek yüzünü ona çevirir. Yani ey Resulüm! Sen hanif olarak (batıla iltifat etmeyerek), yüzünü sadece, bu hak dine, Allah'ın insanları kendisi üzerinde yarattığı fıtrat dinine doğrult; sağa, sola hiç bakmadan yalnız ona dön. Yahut hanîf (dosdoğru) dine dön. (Ebüssuûd)
فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ
Ayetin ikinci cümlesi istînâfiye olarak fasılla gelmiştir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. فِطْرَتَ اللّٰهِ , takdiri الزموا (Bağlı kalın) olan mahzuf fiilin mef’ûlü olarak mansubdur.
Bu takdire göre cümle müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فِطْرَتَ için sıfat olan müfred has ism-i mevsûl الَّت۪ي ‘in sılası olan فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
فِطْرَتَ - فَطَرَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Fıtrat, ilk yaratmak demek olan فَطَرَ 'den "masdar bina-i nevi" olarak yaratılışın ilk tarz ve şeklini ifade eder. Burada "insanları onun üzerine..." kaydından da anlaşıldığına göre, maksat her ferdin kendine mahsus olan cüz'î yaratılışı değil, bütün insanların insan olmaları bakımından yaratılışlarında esas olan ve hepsinde ortak bulunan genel yaratılıştır. Dış etken, kazanma ve âdet gibi ikinci derecede bulunan sebeplerinden sarfı nazarla düşünülmesi gereken ilk yaratılış ve aslî yaratılış da denilen asıl fıtrattır. İnsanın "İnsan oluşu yönünden tabiatı" budur. Mesela insanın yaratılışında iki gözü bulunması asıldır. Bununla beraber anadan âmâ doğanlar da bulunabilir. Fakat bu genellikle insanların üzerine yaratıldığı asıl fıtrat ve tabiat çeşidi değil, ikinci derecede görünür sebep olarak düşünülecek cüz'î ve şahsî bir yaratılıştır ki, insan gerçeği onsuz da meydana çıkabilir. Ferdin cüz'î yaratılışında herhangi bir sebeple eksiklik bulunabilirse de asıl fıtrat, sağlıklı ve sağlamdır. Mesela gözün fıtratı, Hakk'ın ayetlerini görmektir. İyi görmeyen bir göz, sonradan meydana gelen bir sebeple hasta demektir.
Bunun gibi bütün organların yaratılışında asıl olan bir fıtrat (yaratılış amacı) vardır ki, ona o organların menfaati, vazifesi, fonksiyonu, fizyolojisi yahut tabiatı denir. İnsan nefsinin bütün meyillerinde böyle yaratılış hikmetine doğru esaslı bir içgüdü, bir tabiat vardır ki, ona da fıtrat denir. Ve fıtrat, hep hak ve hayra yönelik bir istikamet takip eder. Mesela insanın acıkması ve yemeye, içmeye meyletmesi, yaşamak için kendisine lazım veya faydalı yahut daha uygun olanı alma hikmeti içindir. Yoksa zehir yutmak veya kuru bir zevk uğruna israf ile midesini bozmak için değildir. O zaman fıtrat bozulmuş, sapkınlığa düşülmüş olur. İnsanın, insan ruh ve zekasının, fıtratının aslı da Hakk'ı tanımak ve gerçek yaratanından başkasına kul olmamak içindir. İnsana ruh, yanlış duysun, şeytana uysun diye değil, gerçeği ve iyiliği duysun, aslını ve sonunda döneceği yeri ve ona karşı vazifesini bilsin diye verilmiştir. Nitekim fıtrat üzere giden veya fıtrata yakın olan temiz ruhlar yalanı, eğriliği, bilmez. Eğrilik meyli sonradan gelip geçici olarak kazanılan bir azmanlıktır.
Kısaca Hadis-i şerifi ile anlatıldığı üzere, "İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibi maden maden çeşitli yaratılış ve karakterlerde" bulunabilirlerse de asıl insanlık fıtratı, insan tabiatı bakımından hep birdir. Âdemoğludur. İnsanın, insan olma yönüyle asıl fıtratı (yaratılışı), yaratıcısına boyun eğmek, "Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk yapsınlar diye yarattım.." (Zâriyat, 51/56) buyurulduğu üzere yaratan Allah'a kulluktur. Dinsizlik fıtrata (yaratılışa) aykırı bir sapkınlık olduğu gibi, Allah'tan başkasına tapmak da öyledir. Fıtrat dini, Allah dini, haniflik (tek Allah inancına bağlılık), İslam'dır. ["Allah katında gerçek din, İslamdır."] (Al-i İmran, 3/19), "Göklerde ve yerde kim varsa, hepsi ister istemez O'na boyun eğmiştir. Sonunda da ancak O'na döndürülüp götürüleceklerdir." (Âl-i İmran, 3/83).
Şu halde din hususu arzulara göre değil, Allah'ın birliği ile insanlığın birleşmesi üzerine yürümelidir. Tefsircilerin çoğu fıtratı, gerçeği kabul ve anlama kabiliyeti diye fıtrata sarılmayı da gereğince amel ile tefsir etmişlerdir.
Hazret-i Enes (ra)’den rivayet edilen bir hadiste "Allah'ın, insanları üzerinde yarattığı fıtratı, Allah Teâlâ'nın dinidir." buyurulmuştur. Ebû Hureyre'den rivayet olunan bir Hadis-i Şerifte de buyurulmuştur ki; "Her doğan fıtrat üzere doğar. Öyle iken ana babasıdır ki onu yahudileştirir veya hristiyanlaştırır veya mecusileştirir. Nitekim hayvan, derli toplu bir hayvan yavrular, içlerinde bir inenmiş (burnu veya diğer organları kesilmiş) görür müsünüz?" Demek ki fıtratın aslı tam ve sağlamdır. Burnu, kulağı sonradan kesilir. Maddî bakımdan böyle olduğu gibi manevî ve ahlakî bakımdan da böyledir. Fıtratın bu sağlamlığı, düşünce alanında ve sosyal şartlarla terbiye çevresinde, âdetlerin akışı içinde ya bozulur veya güzel bir gelişme ile kemalini bulur. Ahiret de bu iki sonucun birine göre olur.
Bu durumda dinin iki kaynağı vardır: Biri fıtrat, biri kazanç. Fıtrat sadece ilâhidir. Gerçek bir yöneliştir. Allah'ın emrini yerine getirerek Allah'a ermek için, hep Hakk'a doğru bir gidişi ifade eder. Kazanç, subjektif ve objektif çeşitli şartlar içinde duygunun hareketleri, zihnin düşünceleriyle ilgili olduğundan fıtratın istikametine aykırı heveslere, zararlara, haksızlıklara, isyan ve şirke sürükleyebilir. Bundan koruyacak olan ise dindir. Bunun için buyuruluyor ki, dine hanif (Allah'ı bir kabul edici) olarak yüz tut, Allah'ın fıtratına sarıl. Allah'ın yaratmasını değiştiren yok, yahut Allah'ın yaratmasına bedel bulunmaz. Bu cümlenin, inşâ veya ihbar olarak birkaç manaya ihtimali vardır: Yani Allah'ın asıl yaratışı olan fıtratı, gereğinin aksine giderek bozmaya, değiştirmeye kalkışmayın. Çünkü Allah'ın yaratmasına bedel bulunmaz. Zayi ettiğiniz bir kabiliyeti hiçbir sanatla yerine koyamazsınız. Yahut Allah'ın yarattığı fıtratın aksine din uydurmaya, hüküm koymaya kalkışmayın. Siz mesela erkeği dişi, dişiyi erkek yapamazsınız. Yahut Allah'ın yaratışını başkalarına isnad etmeye, başkalarını yaratıcı yerine koyup da ortak koşmaya, Allah'ın hükmünden çıkmaya çalışmayın. Çünkü Allah'ın yarattığı milki, sizin milkleriniz gibi değiştirilmez. Din fıtratı değiştirmek için değil, fıtrattaki genel güvenceyi geliştirmek içindir. (Elmalılı)
لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ
Ta’liliyye olarak fasılla gelen لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ cümlesinin fasıl nedeni şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır.
Cinsini nefyeden لَا ‘nın dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesidir. تَبْد۪يلَ , ismidir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrur لِخَلْقِ اللّٰهِۜ , cinsini nefyeden لَا ’nın mahzuf haberine mütealliktir.
İsim cümleleri mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Zamir makamında ism-i celâlin zahir olarak zikredilmesi, hükmün illetini bildirmek içindir. Bu tekrarda ıtnâb ve ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
خَلْقِ - فَطَرَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۗ
Ta’liliye olarak fasılla gelen ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۗ cümlesinin fasıl nedeni şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır.
Dini tazim ve açıklamayı artırmak için müsnedün ileyh, işaret ismiyle marife olmuştur.
Müsnedin el takısıyla marife olması onun kemâl sıfatlara sahip olduğunu ifade eder.
الدّ۪ينُ için sıfat olan الْقَيِّمُۗ , mübalağa ifade eden فَيْعِلٍ vezninde gelmiştir.
الدّ۪ينُ ‘e işaret eden ذٰلِكَ ’de istiare vardır.
İşaret isminde istiare vardır. Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de ‘‘vücudun tahakkuku’’dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
ذَ ٰلِكَ ile muşârun ileyh en kamil şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman muşârun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamdan bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Mûsâ, Hâ-Mîm Sûreleri Belâgi Tefsiri, Duhan/57, C. 5, s. 190)
الْقَيِّمُۗ - اَقِمْ kelimeleri arasında cinâs-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Şayet muhatap neden önce tekil, sonra çoğul yapılmış? dersen şöyle derim: Önce [Yüzünü dine yönelt] diye Peygamber (sav)’e hitap edilmiştir. Resulü muhatap almak, onun ümmetini muhatap almak demektir -bu üslupta ayrıca lider/imam yüceltilmiş olmaktadır-; sonra bu hitabın ardından, daha da netleştirmek ve özetlemek için muhatap çoğul yapılmıştır. (Keşşâf)
وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۗ
وَ atıf harfidir. Cümle makabline matuftur. İstidrâk manasındaki لٰكِنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedün ileyh olan اَكْثَرَ النَّاسِ , veciz ifade için izafet formunda gelmiştir.
لٰكِنَّ ’nin haberi olan لَا يَعْلَمُونَ ’nin muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam formunda gelmesi cümleye hükmü takviye, hudûs ve teceddüt anlamları katmıştır. Ayrıca muzari fiilde muhatabın muhayyilesini (hayal gücünü) harekete geçirerek dikkatini artıran tecessüm özelliği vardır.
Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karîneler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. Hükmü takviye demek; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir. Bunun Kur'an’da çok örneği vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayetin bu son cümlesi, Kur'an’da bir çok defa tekrarlanmıştır. Aralarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Böyle tekrarlanan kelimeler kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
لٰكِنَّ istidrak (yanlış bir zannı gidermek) ilişkisi kurar. Sözde veya yazıda akla gelebilecek ferʻî anlamları uzaklaştırmaya yarar. Bu edat kendinden önceki cümleden çıkabilecek bir vehmi ve yanlış anlamayı kaldırmak için kullanılır ve anlam bakımından birbirinden ayrı iki söz arasına girer. (Abdullah Hacibekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)
النَّاسِ kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
İşte doğru ve sağlam din odur. Yani eğrilikten sakınıp, bütün insanların üzerinde yaratılmış olduğu fıtratı, doğrulukla takip etmektir. Fakat insanların çoğu bilmezler de çarpık giderler, dini fıtratta değil, âdette ararlar veya heveslerine uyarlar, Allah'ın hakkını değiştirmeye kalkarlar. (Elmalılı)
مُن۪يب۪ينَ اِلَيْهِ وَاتَّقُوهُ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۙ
مُن۪يب۪ينَ اِلَيْهِ وَاتَّقُوهُ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۙ
مُن۪يب۪ينَ kelimesi önceki ayetteki mahzuf olan الزموا fiilinin hal olup nasb alameti ى ’dir. Cemi müzekker salim kelimelere mülhak olduğu için harfle îrablanırlar.
اِلَيْهِ car mecruru مُن۪يب۪ينَ ‘e mütealliktir.
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اتَّقُوهُ fiili نَ ‘un hazfiyle mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و’ ı fail olarak mahallen merfûdur. اَق۪يمُوا atıf harfi وِ ‘la makabline matuftur.
اَق۪يمُوا fiili نَ ‘un hazfiyle mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و’ ı fail olarak mahallen merfûdur. الصَّلٰوةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَ atıf harfidir. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.
تَكُونُٓوا fiili, ن ’un hazfiyla meczum muzari fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. تَكُونُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamirdir, mahallen merfûdur.
مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ car mecruru mahzuf habere mütealliktir. الْمُشْرِك۪ينَ ‘nin cer alameti ى ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle irablanırlar.
مُن۪يب۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اتَّقُو fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi وقى ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
اَق۪يمُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi قوم ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
الْمُشْرِك۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُن۪يب۪ينَ اِلَيْهِ وَاتَّقُوهُ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۙ
مُن۪يب۪ينَ , önceki ayetteki فِطْرَتَ اللّٰهِ için takdir edilen الزموا (Bağlı kalın) fiilinin failinden hal olarak mansubdur.
Emir üslubunda talebî inşâî isnad olan وَاتَّقُوهُ cümlesi ve aynı üslupta gelen وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ cümlesi hükümde ortaklık nedeniyle mahzuf …الزموا cümlesine atfedilmiştir.
"O'na yönelerek”...مُن۪يب۪ينَ اِلَيْهِ .. “Hanifen" kelimesi gibi hal olarak oraya bağlıdır. "Tut, yönel" emrinin genel olarak herkese hitap olduğuna ve cemaatin gerekliliğine işaret olmak üzere burada çoğul sıygası (kipi) getirilmiştir. Yani her biriniz Allah fıtratına o tevhide öyle sarılın ki, hepiniz tevbe ve ihlas ile Allah'a dönüp yönelerek hem O'ndan korkun, namazı güzel kılın, ve müşriklerden olmayın. Amellerinizi yalnız Allah için yapın, açık veya gizli bir şirk karıştırmayın. (Elmalılı)
Aynı cümleye matuf olan وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۙ cümlesi, nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. كان ‘nin dahil olduğu, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır. مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۙ nakıs fiil كان ‘nin mahzuf haberine mütealliktir.
مُن۪يب۪ينَ (Ona yönelerek; ona dönerek), اناب fiilinden gelir ki, arka arkaya dönmektir. Her şeyi kesip atarak ona dönerek manasında olduğu da söylenmiştir. (Beyzâvî)
وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۙ [Namazı dosdoğru kılın, müşriklerden olmayın] ayeti de anılan manaya yakındır. Çünkü ikâmet es-salat ile kastedilen şu iki tevilden biri olabilir:
Ya Allah Teâlâ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ ile vakitlerinde namaz için kıyama durulmasını kastetmiştir. Çünkü kıyam namazın en büyük rükunlarındandır. Ya da namazın gereği gibi kılınmasını ve namazın onu bozacak her şeyden arındırılmasını kastetmiş olabilir. Bu Arapların أقام فلان قناة الدين (Falanca, dinin mızrağını dosdoğru eyledi) sözleri gibidir ki ‘’Din hükmünü galip ve baskın kıldı, ona destek verdi, dinin düşmanlarına karşı onu korudu, karşıtlarının canına okudu’’ demektir.
İstiare olarak zikredilen bu lafızların hepsi de birbirine yakındır. Onların tamamı hakikat değil istiâredir. (Şerîf er-Râdî, Kur’an Mecazları)
Cenab-ı Hak, مُن۪يب۪ينَ kelimesi ile kulunu, açık şirkten çıkaran tevhide işaret etmiş; "Müşriklerden olmayın" tabiri ile de, kulunu şirk-i hafiden (gizli şirkten) çıkarmayı kastetmiştir, yani, "Amelinizde ancak Allah'ın zatını (rızasını) hedefleyiniz ve onlarla ancak Allah'ın rızasını elde etmeye çalışınız. Çünkü dünya ve ahiret, Allah'ın rızası elde edildikten sonra, kendiliğinden elde edilir" demek istemiştir. İşte bundan ötürü O, "Onlar, dinlerini darmadağınık etmişler ve fırka fırka ( شِيَعاًۜ) olmuşlardır" buyurmuştur. Bu, "Onlar, İslam'a gelip, tek bir hale gelmediler. Herbiri ayrı ayrı yollar tutturdu" demektir. Şöyle de denilebilir: Onların bir kısmı Allah'a, dünyevî maksadlardan ötürü, bir kısmı, cennetten ötürü, bir kısmı da cehennemden kurtulma ümidinden ötürü ibadet ettiler. Herbiri de, tutturduğu yola sevinir ve o yolu beğenir. Ama esas ihlaslı olan, elindeki şeye, tutturduğu yola sevinmez. Onun sevinci, Allah katında olma ile, O'nun huzuruna ulaşma iledir. Bu böyledir. Çünkü biz insanların elinde bulunan herşey, "Sizin yanınızda olanlar tükenir. Ama Allah'ın katında olanlar bakîdir..." (Nahl 96) ayetinde beyan edildiği gibi, tükenmeye mahkûmdur. O halde, sizin elinizde olanlarla ilgili ferahlayabileceğiniz bir gayeniz olamaz. Esas matlub, Allah katında olan şeydir ve ferahlık onunla elde edilir. Nitekim Cenab-ı Hak, "Bilakis onlar Rableri katında diridirler. (Allah'ın) lütfundan kendilerine verdiği ile hepsi şâd olarak, rızıklanırlar. "(Al-i İmran, 169-170) buyurmuş ve onları, Rableri katında bulunan ve bitmeyen fazlından elde ettiği şeylerle şâd olan kimseler olarak anlatmıştır. Nitekim Cenab-ı Hak, ["De ki: "(Katınızda olanlarla değil), ancak Allah'ın fazlı ve rahmetiyle, işte yalnız bunlarla sevinsinler."] (Yunus, 58) buyurmuştur. Çünkü insanın elinde olanlar bitip tükenir. Bu işin dünyada böyle olduğu zahirdir. Ahirettekine gelince, kulun yeme-içme ile elde edeceği şeyler de son bulur. Fakat Cenab-ı Hak, o kimseye o şeyin aynısını, bitmek bilmeyen fazlından ötürü, sonsuza kadar yeniler. O halde bitmeyen, ancak O'nun fazlı ve lütfudur. (Fahreddin er-Râzî)
مِنَ الَّذ۪ينَ فَرَّقُوا د۪ينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعاًۜ كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ
مِنَ الَّذ۪ينَ فَرَّقُوا د۪ينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعاًۜ
مِنَ الَّذ۪ينَ car mecruru مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ ‘den bedel olup mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası فَرَّقُوا ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.
فَرَّقُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. د۪ينَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَانُوا damme üzere mebni nakıs mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamirdir, mahallen merfûdur. شِيَعاً kelimesi كَانُوا ’nin haberi olup fetha ile mansubdur.
فَرَّقُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi فرق ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ
İsim cümlesidir. كُلُّ mübteda olup lafzen merfûdur. حِزْبٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. مَا müşterek ism-i mevsûl, بِ harf-i ceriyle birlikte فَرِحُونَ ‘ye mütealliktir.
لَدَيْهِمْ mekân zarfı, mahzuf sılaya mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَرِحُونَ mübteda olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
مِنَ الَّذ۪ينَ فَرَّقُوا د۪ينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعاًۜ
مِنَ الَّذ۪ينَ önceki ayetteki مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۙ ’den bedeldir.
Mecrur mahaldeki mevsûlün sılası olan فَرَّقُوا د۪ينَهُمْ , müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekküne ve istikrara işaret etmiştir.
وَكَانُوا شِيَعاًۜ cümlesi, mevsulün sılasına matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
كان ’nin dahil olduğu sübut ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümlesi, fiil cümlesine atfedilmiştir. İsim cümlesinin anlamında sabitlik ve devamlılık, fiil cümlesinin anlamında ise yenilenme ve tekrarlanma vardır.
Şayet hem devamlılık hem fiilin tekrarı ve yenilenmesi kastediliyorsa, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilebilir. Bunun aksi de mümkündür. Mesela, fiil cümlesinden fiilin zaman zaman yenilendiğini, isim cümlesinden ise başlayıp halen devam ettiği kastediliyorsa aralarında atıf yapılabilir (Sevinç Resul, Arapçada Cümle Yapısı, 2010, S. 190-191)
Bu ifade de فَارِقُوا (ayrıldılar) değil de فَرَّقُوا (parçaladılar) okuyanların kıraatlerine göre istiaredir. Çünkü gerçek manada dinde parçalanma (et-tefrik) yapılması mümkün değildir. Bununla kastedilen, -Allahu alem- onlar çeşitli mezheplere ve farklı tarikatlara bölününce sanki dinlerini parça parça eylemiş, onu bölük bölük ayırmış gibi olduklarından, onların böyle nitelenmeleri güzel düşmüştür. (Şerîf er-Râdî, Kur’an Mecazları)
فَرَّقُوا fiili تفعيل babındadır. Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mefulun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef’ûlu herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar. Bu babın fiile kattığı en belirgin anlam, kesrettir.
كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ
Bu kelam, müşriklerin herhangi bir fırkasına katılmaktan şiddetle sakındırmaktadır; zira bütün müşriklerin apaçık dalalette olduklarını bildirmektedir. (Ebüssuûd)
Her fırka elindeki eğri, çürük ve batıl görüş üzerine tesis edilmiş din ile böbürlenmekte, kendi dininin hak olduğunu sanmaktadır. Fakat heyhat!..
Bu cümle makabli için, dinlerini paramparça etmeleri ve türlü, türlü fırkalara ayrılmaları hususu için bir izah mahiyetindedir. (Ebüssuûd)