Rûm Sûresi 38. Ayet

فَاٰتِ ذَا الْقُرْبٰى حَقَّهُ وَالْمِسْك۪ينَ وَابْنَ السَّب۪يلِۜ ذٰلِكَ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يُر۪يدُونَ وَجْهَ اللّٰهِۘ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ  ...

Öyle ise akrabaya, yoksula, ve yolcuya hakkını ver. Bu, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak isteyenler için daha hayırlıdır. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 فَاتِ o halde ver ا ت ي
2 ذَا
3 الْقُرْبَىٰ akrabaya ق ر ب
4 حَقَّهُ hakkını ح ق ق
5 وَالْمِسْكِينَ ve yoksula س ك ن
6 وَابْنَ ب ن ي
7 السَّبِيلِ ve yolcuya س ب ل
8 ذَٰلِكَ bu
9 خَيْرٌ daha hayırlıdır خ ي ر
10 لِلَّذِينَ için
11 يُرِيدُونَ isteyenler ر و د
12 وَجْهَ yüzünü (rızasını) و ج ه
13 اللَّهِ Allah’ın
14 وَأُولَٰئِكَ ve işte
15 هُمُ onlar
16 الْمُفْلِحُونَ başarıya erenlerdir ف ل ح
 

Bu âyetlerde önce insanların farklı imkânlara sahip olmaları, özellikle iktisadî bakımdan farklı seviyelerde bulunmaları realitesine yine onların gözlemleri tanık tutularak değinilmekte, bunun Allah Teâlâ’nın iradesi ve koyduğu kanunlar gereğince böyle olduğuna dikkat çekilmekte, ardından bu hakikati kavrayanlara bazı sosyal yardımlaşma görevleri hatırlatılmakta, paranın sömürü ve baskı aracı olarak kullanılmasında önemli bir işlem olan ribâdan (faizcilik, tefecilik) Allah’ın hoşnut olmadığı ima edilmekte, nihayet bu âyetler kümesinin başında (28. âyet) canlı bir temsil ile anlatılan Allah’ın birliği ve ortaklardan münezzeh olduğu gerçeği bir daha vurgulanmaktadır. 

Geniş anlamıyla insanların sahip olduğu her türlü imkânı, dar anla­mıyla da iktisadî imkânları ifade eden rızık açısından kişiden kişiye farklılıklar bulunduğu herkesin kolayca gözlemleyebileceği bir realitedir. İmkânların paylaşımıyla ilgili olarak beşeriyetin geliştireceği usul ve sistemler ancak daha âdil kabul edilme veya daha ikna edici olma özelliği bakımından başarılı sayılabilir; fakat bu farkların tamamen ortadan kaldırılması mümkün değildir. Zira bu durum ilâhî iradeden ve bu iradeye bağlı evrensel yasalardan, zihin ve beden güçlerinin eşitsizliği, coğrafya ve iklim farklılıkları, ekonomik ortam ve sistem farkları gibi doğal veya pozitif farklılıklardan kaynaklanmaktadır. 37. âyette söz konusu realiteye dikkat çekilirken “görmezler mi ki” ifadesiyle insanın tanıklığı ön planda tutulmuş, bundan çıkarılacak sonuçlar ve onların pratik hayata yansıtılması hususunda ise “Kuşkusuz bunda iman eden kimseler için ibretler vardır” buyurularak iman esas alınmıştır. Buna göre rızkı verenin Allah olduğuna gönülden inanan kimse için doğru olan, kendisi ile başkaları arasındaki imkân farklılıkları bir bunalım, kıskançlık ve çatışma sebebi olmak yerine kişiyi yüce yaratıcısının lutfundan daha fazla talepte bulunma çabası içine iten bir motivasyon sağlaması, ama elde ettiği imkânların gerçek kaynağını görmezden gelmemesi ve bunların kendisine yüklediği sorumluluğun bilinci içinde hareket etmesidir. Nitekim bu inancın önemine dikkat çekildikten hemen sonra 38. âyette “o halde” diye başlayan bir ifadeyle bu sorumluluğun bazı temel gereklerine değinilmiştir. Bunlardan biri, kişinin yakınlarını görüp gözetmesidir ki, daha sonra nâzil olacak birçok âyette bu ilkeye yapılan vurgu ısrarla sürdürülecek, buna ilâve olarak gönüllü yardım sınırını aşan nafaka ve mirasçılık hükümlerine yer verilecektir (Şîa’ya mensup bazı müfessirlerin yorumuna göre, 32.âyetteki “akrabaya hakkını ver” buyruğunda Hz. Peygamber’e yakınlarının haklarını, özellikle “humus” olarak bilinen savaş gelirlerindeki paylarını vermesi emredilmiş ve âyetin inmesi üzerine Resûlullah Hz. Fâtıma’ya Fedek arazisini vermiştir. Bu yorumunun tarihî verilerle bağdaşmadığı hususunda bk. Derveze, VI, 299-300). 

38.âyette sözü edilen ikinci görev zekâttır ki bu, bütün topluma yönelik, ilk zamanlarda gönüllü yardımlar şeklinde, Medine döneminde ise miktarı, nisbetleri ve harcama yerleri belirli hale gelecek malî vecîbenin ve buna dayalı yardımlaşma müessesesinin adıdır (bilgi için bk. Tevbe 9/103). Burada, zekâtın harcama yerleri ayrı ayrı sayılırken görülecek olan sekiz harcama kaleminden (bk. Tevbe 9/60) öncelikle bireyleri ilgilendiren ve değişen durum ve şartlardan fazla etkilenmeyen şu iki kesimin hakkına işaret edilmekle yetinilmiştir: Yoksullar ve yolda kalmışlar. Âyette sadece akrabalar ve bu iki kesimin zikredilmesinin sebebi açıklanırken, burada bireylerin topluma karşı genel görüp gözetme vecîbesine dikkat çekmenin amaçlandığı ve yardımda bulunma imkânı olanlara –zekât yükümlülüğü ile ilgili şartları taşısın taşımasın– asla ihmal etmemeleri gereken bir görevin hatırlatıldığı yorumu da yapılmıştır (bk. Râzî, XXV, 124-125). Yine bu âyetteki buyrukla ilgili önemli bir husus, “hakkını ver” ifadesinin kullanılmış olmasıdır. Buna göre ister gönüllü yardım isterse malî vecîbe çerçevesinde olsun, imkânı olanların, akrabalarını görüp gözetmeyi, yoksullara veya yolda kalmışlara destek olmayı kendi lutuf ve bağışları olarak değil, onların “hakkı” olarak görmeleri gerekir. Zira rızkı veren Allah’tır, O’nun verdiği nimetlerin bir kısmından başkalarını yararlandırmak da O’nun buyruğu uyarınca bir görevdir ve diğerlerine tanınmış bir haktır. Birçok âyet ve hadiste ifade edildiği üzere Allah’ın hoşnutluğuna lâyık olan harcamalar, başa kakmadan, o anlama gelebilecek tavırlar sergilemeden, kendisi diğer tarafın yerinde olsaydı nasıl davranılmasını arzu eder ise o şekilde yapılanlardır. 

39. âyette ise, iktisadî adaleti temelden sarsan ve toplumda büyük tahribat yapan ribâ uygulamalarına karşı Allah’ın Kur’an’da kesin bir tavır takınacağının ilk işareti verilmiş, bu yapılırken insanların ribâdaki amacına atıfta bulunularak zekâtla bir mukayese yapılmıştır: Mevcut varlığını daha da arttırmayı amaçlayan ve bunun için ribâya başvuranlar –şayet iman ediyorlarsa– bilmelidirler ki başkalarının sömürülmesi esasına dayalı bir işlemle elde edilecek kazanç zâhirî bir artıştır, mânevî yönden bir artış değildir, bereketi de yoktur. Gerçek yatırım Allah’ın hoşnutluğuna uygun harcamalarda bulunmaktır ki bunların başında geniş anlamıyla zekât gelmektedir. 40. âyette vurgulanan husus da şudur: Bütün bu davranış hükümlerinin asıl amacı Allah’ın iradesine teslim olma ve O’nun hoşnutluğunu kazanma çabası olduğuna göre mümin, kendisini yüce Allah’ın yaratıp rızıklandırdığı; hayat verenin, hayatı sona erdirenin ve tekrar can verecek olanın O olduğu bilinciyle davranmalı ve Allah’a ortak koşanların ne kadar yanlış bir yolda olduğuna dikkat etmelidir.

39. âyetin ilk cümlesini, “İçine ribânın girdiği bir servet ve ticaret, artmaz, bereketli olmaz” şeklinde yorumlamak da mümkündür. Bu takdirde meâl şöyle olur: “İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz ribâ Allah katında artmaz.” Bazı müfessirler burada bir yasak ifadesinin bulunmamasından hareketle bu kelimeyi haram olmayan fakat Allah katında da değeri bulunmayan bazı beşerî ilişkilerle, özellikle “karşılığında teşekkür bekleyerek veya bir menfaat umarak başkasına bir bağışta bulunma, hediye verme” gibi mânalarla da açıklamışlardır (bk. Taberî, XXI, 44-47; Şevkânî, IV, 260-261; ribânın kapsamı, İslâm’da ribâ yasağıyla ilgili süreç, zekât ve sadakanın artması fakat ribânın artmaması hakkında bilgi için bk. Bakara 2/275-276; Âl-i İmrân 3/130).

 

 

 


  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 317-319
 

فَاٰتِ ذَا الْقُرْبٰى حَقَّهُ وَالْمِسْك۪ينَ وَابْنَ السَّب۪يلِۜ 

 

فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri; إن كان الرزق بيد الله فآت (Rızk Allah’ın elindeyse ver) şeklindedir. 

اٰتِ  illet harfinin hazfi ile mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ‘dir.

ذَا   harfle îrab olan beş isimden biri olup nasb alameti eliftir.  الْقُرْبٰى  muzâfun ileyh olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur.

حَقَّ  ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  الْمِسْك۪ينَ  atıf harfi  وَ ‘la  ذَا الْقُرْبٰى ‘ya matuftur.  ابْنَ السَّب۪يلِ  atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.


ذٰلِكَ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يُر۪يدُونَ وَجْهَ اللّٰهِۘ

 

İsim cümlesidir. İşaret ismi  ذٰلِكَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  ل  harfi buud, yani uzaklık belirten harf,  ك  ise muhatap zamiridir. 

خَيْرٌ  mübtedanın haberi olarak lafzen merfûdur. خَيْرٌ  ism-i tafdil kalıbındandır.

İsm-i tafdil; bir vasfın, bir hususun bir varlıkta diğer bir varlıktan daha fazla olduğunu ifade eder. İsm-i tafdil  اَفْضَلُ  veznindendir. İsm-i tafdilin sıfat-ı müşebbeheden farkı; renk, şekil, uzuv noksanlığı ifade etmemesidir. Müennesi  فُعْلَى  veznindedir. 

İsm-i tafdilden önce gelen isme “mufaddal”, sonra gelen isme “mufaddalun aleyh’’ denir. Mufaddal ve mufaddalun aleyhi bazen açıkça cümlede göremeyebiliriz. Bu durumda mufaddal ve mufaddalun aleyh cümlenin gelişinden anlaşılır. 

خَيْرٌ  ve  شَرٌّ  kelimeleri Kur’an-ı Kerim’de umumiyetle ism-i tafdil manasında gelmiştir. Bunların asılları  اَخْيَرُ  ve  اَشْرَرُ  veznindedir.

لِلَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûl  لِ  harf-i ceriyle خَيْرٌ ‘a mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası  يُر۪يدُونَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.

يُر۪يدُونَ  fiili  نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.  وَجْهَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  اللّٰهِۘ  lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.


وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

 

وَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

İşaret ismi  اُو۬لٰٓئِكَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  هُمُ الْمُفْلِحُونَ  cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.  

هُمُ  fasıl zamiri, mübteda olarak mahallen merfûdur.  

Zamiru’l Fasl (ضَمِيرُ الفَصْلِ  Ayırma Zamiri): Umumiyetle mübteda marife, haberse nekre gelir: Ancak, haber mübteda gibi marife olunca çoğu defa aralarında -irabdan mahalli olmayan- bir zamir bulunur. Haber ile sıfatı birbirinden ayırdığı için buna “zamiru’l fasl” (ضَمِيرُ الفَصْلِ  ayırma zamiri) denir.

Zamirler ne mevsuf ne de sıfat olurlar. Bundan dolayı marife olan iki ismin arasına girince iki ismin arası açılır; sıfat – mevsuf olma durumları ortadan kalkar, mevsuf mübteda, sıfat da haber olur.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

الْمُفْلِحُونَ  mübtedanın haberi olup ref alameti  و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. 

الْمُفْلِحُونَ  kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

فَاٰتِ ذَا الْقُرْبٰى حَقَّهُ وَالْمِسْك۪ينَ وَابْنَ السَّب۪يلِۜ 

 

فَ , mahzuf şartın cevabına dahil olan rabıta harfidir. Takdiri  إن كان الرزق بيد الله  (Rızık Allah’ın elindeyse …) olan şart cümlesinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. 

Cevap cümlesi olan  اٰتِ ذَا الْقُرْبٰى حَقَّهُ وَالْمِسْك۪ينَ وَابْنَ السَّب۪يلِۜ , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

Mukadder şart ve mezkûr cevabından müteşekkil terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Hakkı verileceklerin akraba, miskin ve yolda kalmış olarak sayılması cem' ma’at-taksim sanatıdır.

Akrabanın hakkı sıla-i rahimdir; düşkünün ve yolda kalmışın hakkı ise kendileri için belirlenen zekattan alacakları paydır. (Keşşâf)

Lafzın zahirine göre bu hitap her ne kadar Hazret-i Peygamber (sav)'e müteveccih ise de, mana bakımından umumidir. 

الْمِسْك۪ينَ , ابْنَ السَّب۪يلِۜ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

 

 ذٰلِكَ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يُر۪يدُونَ وَجْهَ اللّٰهِۘ 


Beyanî istînâf veya ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Harf-i cerle birlikte haber olan  خَيْرٌ ‘a müteallik has ism-i mevsûl  لِلَّذ۪ي ‘nin sılası olan  يُر۪يدُونَ وَجْهَ اللّٰهِۘ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari sıyga teceddüt ve istimrar ifade etmiştir. 

خَيْرٌ  mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi  tecrîd sanatıdır.

يُر۪يدُونَ وَجْهَ اللّٰهِۘ  ibaresinde istiare vardır.  وَجْهَ , zatı, rızası manasındadır.

وَجْهَ اللّٰهِۘ  izafeti  وَجْهَ ’nin şanı içindir. 

İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir.  İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Müsnedün ileyhin  ذٰلِكَ  ile işaret edilmesi hayırlı olana dikkat çekmek ve hissî bir şeymiş gibi göz önüne koyarak önemini vurgulamak içindir.

ذٰلِكَ  ile Allah’ın koyduğu hükümlere işaret edilerek konunun önemi vurgulanmıştır.

İşaret isminde istiare vardır.

Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

İsm-i işaretlerde aslolan müşahededir. Yani, mütekellimin yanında hazır olan, yakın veya uzak ama görülen birşey için kullanılır. Aklî işaret ise, görülmesi mümkün olmakla beraber halihazırda görülmeyen şeyler için kullanılan işaretlerdir. Bu durumda aklî olan birşey hissî menzilesine konulmuş olur. İstiare oluşur. Burada müsnedün ileyhin ism-i işaret olarak gelmesinin sebebi en güzel şekilde temyiz etmek içindir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

يُر۪يدُونَ وَجْهَ اللّٰهِۘ  [Allah’ın vechini arzulamak] ifadesinin anlamı O’nun rızasını talep etmektir. Bu, dilde bilinen bir kullanım şeklidir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr Bakara/272)

 

وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

 

…ذٰلِكَ خَيْرٌ  cümlesine matuf olan cümle sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. İşaret isminin müsnedün ileyh olduğu cümlede  هُمُ  fasıl zamiri, الْمُفْلِحُونَ , müsneddir.

Haberin marife gelmesi ve fasıl zamiri olmak üzere iki unsurla tekid edilen isim cümlesinde haberi  الْ  takısıyla marife gelişi, bu vasfın onlarda kemâl derecede olduğunu belirtmenin yanında kasr sebebidir. Fasıl zamiri de kasr sebebidir.  هُمُ mevsûf/maksurun aleyh,  الْمُفْلِحُونَ  sıfat/ maksur olmak üzere kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur. Kurtulanlar sadece onlardır. 

Ayetteki kasr, izafîdir. (Âşûr)

Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi, işaret edilenleri tazim içindir. 

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden fasıl zamiri, isim cümlesi ve müsnedin harf-i tarifle marife gelmesi olmak üzere üç tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.

Bilindiği gibi fasıl zamiri haberin sıfat olmadığına da delalet eder. Bu tip kasrlarda, fasıl zamiri tahsise ilaveten haberin mübtedaya nispetini de tekid eder. Aslında bu ifade bütün kasırlarda vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri, Meânî)

Önceki ayetlerde belirtilen kurtuluşa erenlerin özellikleri sayıldıktan sonra felah hükmünde birleştirilmişlerdir. Cem' ma’at-taksim sanatı oluşmuştur.