Secde Sûresi 15. Ayet

اِنَّمَا يُؤْمِنُ بِاٰيَاتِنَا الَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِّرُوا بِهَا خَرُّوا سُجَّداً وَسَبَّحُوا بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ ۩  ...

Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine bu âyetlerle öğüt verildiği zaman secdeye kapanan, kibirlenmeksizin Rablerine hamd ederek tespih edenler inanırlar.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّمَا ancak
2 يُؤْمِنُ inanırlar ا م ن
3 بِايَاتِنَا bizim ayetlerimize ا ي ي
4 الَّذِينَ o kimseler ki
5 إِذَا zaman
6 ذُكِّرُوا öğüt verildiği ذ ك ر
7 بِهَا kendilerine
8 خَرُّوا derhal kapanırlar خ ر ر
9 سُجَّدًا secdeye س ج د
10 وَسَبَّحُوا ve tesbih ederler س ب ح
11 بِحَمْدِ överek ح م د
12 رَبِّهِمْ Rablerini ر ب ب
13 وَهُمْ ve onlar
14 لَا asla
15 يَسْتَكْبِرُونَ büyüklük taslamazlar ك ب ر
 

İnkârcıların hakikatleri açık seçik gördükten sonra “Artık kesin olarak inandık” diyeceklerini, ama bunun Allah katında bir değer taşımayacağını bildiren âyetleri takiben, kimlerin gerçek mânada iman etmiş sayılacakları açıklanmakta, bu kapsamdakilerin övgüye lâyık hallerinden ve kendileri için hazırlanan nimetlerin eşsizliğinden söz edilmektedir. Buna göre gerçek müminler Allah’ın âyetlerine sırf O’nun katından gelmiş olduğu için teslimiyet gösterenlerdir. Müminlerin övgüyle anılan özelliklerinin başında kibirden uzak olmaları, Allah’ın âyetlerine derin bir saygı duymaları ve rablerini hamd ile tesbih etmeleri gelmektedir. Bu da kişinin ancak, kendisi için en büyük değerin yüce yaratıcıya kul olma idrakinde yattığını anlaması halinde evrendeki yerini iyi belirleyebileceğini ve insana yaraşır bir hayat sürmeyi başarabileceğini göstermektedir.

İbn Âşûr, burada müminlerin Allah’ın âyetleri hatırlatıldığında hemen secdeye kapanmalarından ve rablerini hamd ile tesbih etmelerinden söz edilmesinin, imanın en üst düzeyinde bulunanları ve Resûlullah’ın ashabının o gün bilinen bir durumunu anlatmak üzere yapılmış bir tasvir olduğunu, dolayısıyla bu nitelikleri taşımayanların gerçek mânada iman etmiş sayılmayacakları gibi bir anlam çıkarılamayacağını belirtir (XXI, 227-228). Secdeye kapanmanın tam teslimiyetin ve kulun mâbuduna olan derin saygısının sembolü olduğu ve âyette büyüklük taslamamaya özel vurgu yapıldığı dikkate alındığında, kanaatimizce, o dönem için dahi lafzî bir yoruma gitmeksizin, burada Allah’a gayb yoluyla iman etme, kulluk tevazuu ve bilinci içinde O’na gönülden teslimiyet ve saygı göstermenin övüldüğü anlamı öne çıkarılabilir.

Âyetin, “Vücutları yatak görmez” diye çevrilen kısmını lafzan “Yanları yataklardan ayrı kalır, uzak durur” şeklinde tercüme etmek mümkündür. Tefsirlerde, burada övgüyle sözü edilen müminlerin Allah’ı anmak, O’na yalvarmak, ibadet etmek ve özellikle nâfile namaz kılmak için gece uykularını terketmelerinin kastedildiği yorumuna ağırlık verildiği ve değişik gece namazı türlerinin zikredildiği görülmektedir (bk. Taberî, XXI, 99-102; Râzî, XXV, 180; Şevkânî, IV, 291). Burada daima Allah’ı anan ve O’nu asla dilinden, gönlünden uzak tutmayan müminlerin kastedildiği yorumunu yapanlar da olmuştur (Taberî, XXI, 101). Âyette geçen korku ve ümit, bir taraftan Allah’ın azabına uğramaktan endişe duyarken diğer taraftan da O’nun rahmetinden ümit kesmemek şeklinde açıklanır. Müminin hayata ve geleceğe bakışı konusunda dengeli olmayı öğütleyen bu içerikteki âyet ve hadislerden hareketle İslâm âlimleri havf ve recâ terimlerini geliştirmişlerdir. Özellikle tasavvufta bu terimler üzerinde geniş bir biçimde durulmuştur (bu konuda bk. Hicr 15/49-50).

15-16. âyetlerde müminlerin övgüyle anılan özelliklerinin başında kişinin rabbine mutlak saygı ve teslimiyet içinde bulunması gelmektedir. Böyle bir imanın davranışlara yansıması da iki yönlü olmaktadır. Bu tezahürün psikolojik yönü, insanın kendisini sürekli kontrol altında tutabilmesi, ne kadar geniş imkânlar içinde veya ne büyük mahrumiyetlerle karşı karşıya olursa olsun kendisini olayların akışına bırakıvermemesi, özellikle ibadet ve duadan güç alarak bir irade sınavı içinde olduğunun bilincini koruması; sosyal yönü de, kişinin içinde yaşadığı sosyal ortamı ve başkalarına karşı ödevlerini görmezden gelmemesi şeklinde ifade edilebilir ki, âyette “Kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah için harcarlar” buyurularak bu hususa dikkat çekilmiştir (infak hakkında bk. Bakara 2/245, 254, 261).

Dünya hayatını insana yaraşır biçimde değerlendirebilenlerin âhiretteki en büyük ödülleri Allah’ın kendilerinden hoşnut olduğunu öğrenmeleri olacaktır. Dünyadaki güzel davranışları karşılığında orada verilecek nimetlerin bu hayattaki tasavvurlara sığmayacağı birçok âyet ve hadisten anlaşılmaktadır. Resûl-i Ekrem Cenâb-ı Allah’ın, “Ben sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin hayal edemeyeceği şeyler hazırladım” buyurduğunu ifade ettikten sonra Secde sûresinin 17. âyetini okumuştur (Buhârî, “Tefsîr”, 32/1). 19. âyette geçen cennetü’l-me’vâ tamlamasını bazı âlimler müstakil bir isim olarak düşünmüşlerdir; bu anlayışa göre tamlamayı “Me’vâ cenneti” şeklinde ve bir özel isim tarzında çevirmek gerekir. Fakat hâkim kanaate göre burada geçen “sığınılacak, barınılacak yer” anlamındaki me’vâ kelimesi cenneti nitelemektedir (Bekir Topaloğlu, “Cennet”, DİA, VII, 376); bu sebeple, belirtilen tamlama, meâlinde “huzur içinde kalacakları cennetler” şeklinde çevrilmiştir.

İnsanların dinden bağımsız değer ölçüleri dinî-ilâhî olanlarla örtüşmeyebilir. 18. âyette mümin ile inanmayanların veya günaha batmış bulunanların aynı değerde olmadıkları ortaya konmakta; takip eden âyetlerde de bu değer farkının âhiretteki yansıması açıklanmaktadır.

 


 Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 355-357
 

اِنَّمَا يُؤْمِنُ بِاٰيَاتِنَا الَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِّرُوا بِهَا خَرُّوا سُجَّداً وَسَبَّحُوا بِحَمْدِ رَبِّهِمْ

 

اِنَّـمَٓا  kâffe ve mekfufedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki ma-i kâffeden kasıt ise  اِنَّ  harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan  مَا  demektir.

يُؤْمِنُ  damme ile merfû muzari fiildir. بِاٰيَاتِ  car mecruru  يُؤْمِنُ  fiiline mütealliktir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ, fail olup mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  اِذَا ذُكِّرُوا بِهَا ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.

اِذَا  şart manalı ,cümleye muzâf olan,cezmetmeyen zaman zarfıdır. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir. 

(إِذَا)’dan sonraki şart cümlesinin, fiili, mazi veya muzâri manalı olur. Cevabı ise umûmiyetle muzâri olur, mazi de olsa muzâri manası verilir: 

a) (إِذَا)  fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.

b) (إِذَا)nın cevap cümlesi, iki muzâri fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mâzi, muzâri, emir, istikbâl, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına (ف)nın gelip gelmeme durumu, iki muzâri fiili cezm edenlerinkiyle aynıdır.

c) Sükûn üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

ذُكِّرُوا  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

ذُكِّرُوا  damme üzere mebni meçhul mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ı naib-i fail olarak mahallen merfûdur. بِهَا  car mecruru ذُكِّرُوا  fiiline mütealliktir.  

خَرُّوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. سُجَّداً  hal olup fetha ile mansubdur. سَبَّحُوا  atıf harfi وَ la makabline matuftur. 

Hal cümlede failin, mef'ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 

2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 

3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

سَبَّحُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. بِحَمْدِ  car mecruru سَبَّحُوا  fiiline mütealliktir. رَبِّهِمْ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

سَبَّحُوا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi  سبح ’dir.

Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef'ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar. يُؤْمِنُ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.

İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.  

 

وَهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ

 

İsim cümlesidir. وَ  haliyyedir. Munfasıl zamir  هُمْ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  لَا يَسْتَكْبِرُونَ  mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. 

لَا  nefiy harfi olup olumsuzluk manasındadır.

يَسْتَكْبِرُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. 

يَسْتَكْبِرُونَ  fiili, sülâsi mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındandır. Sülâsisi, كبر dir. 

Bu bab fiile taleb,tahavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikad gibi anlamlar katar.

 

اِنَّمَا يُؤْمِنُ بِاٰيَاتِنَا الَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِّرُوا بِهَا خَرُّوا سُجَّداً وَسَبَّحُوا بِحَمْدِ رَبِّهِمْ 

 

İstiînâfiyye olarak fasılla gelen ayete dahil olan  اِنَّمَا, kâffe ve mekfufe’dir.

Kâffe; men eden alıkoyan anlamında olup buradaki  مَا  kâffeden kasıt ise اِنَّ  harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan/alıkoyan  مَا  demektir.

اِنَّمَا  kasr edatı, siyakında açıkça veya zımnen bir sorunun olduğu ayetlerde cevap olarak gelir. Muhatap konunun cahili değildir ve doğruluğuna itiraz etmiyordur ya da bu konuma konulmuştur. Bu edatla kasr, müspet siyâkında gelir (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi) 

اِنَّمَا  kasr edatıyla tekid edilmiş cümle, müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır. 

Kasr, fiille fail arasındadır. Kasr-ı sıfat ale’l mevsûftur.

Ayetlere inananların, sadece ayetleri işittikleri zaman secdeye kapananlar olduğu  vurgulanmıştır.

Kasr, izafîdir. (Âşûr)

Müsnedün ileyhin ism-i mevsulle marife olması, bahsi geçenlerin bilinen kişiler olduğunu belirtmesi yanında, onlara tazim ifadesi içindir.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car-mecrur  بِاٰيَاتِنَا  önemine binaen faile takdim edilmiştir.

Veciz anlatım kastıyla gelen  بِاٰيَاتِنَا  izafetinde Allah Teâlâ’ya aid zamire muzaf olan ayetler, şan ve şeref kazanmıştır.

Fail konumundaki has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ nın sılası olan cümle, müstakbel şart manalı zaman zarfı  إِذَا ’nın dahil olduğu şart cümlesidir.

ذُكِّرُوا بِهَا  cümlesi, muzâfun ileyhi konumunda şart cümlesidir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

ف  karinesi olmadan gelen cevap cümlesi  خَرُّوا سُجَّداً  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.   

Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 88)

ذُكِّرُوا  fiili, meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef'ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef'ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.

Meçhul bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)

Müsnedin ileyh, tazim ve teşvik için ism-i mevsûlle marife olabilir.

İsm-i fail vezninde gelerek hudûs ve yenilenme ifade eden  سُجَّداً  kelimesi, خَرُّوا  fiilinin failinden haldir. Hal, cümlede failin, mef'ûlün veya her ikisinin durumunu bildirmek için kullanılan vasfı ifade eden ıtnâb sanatıdır.

Aynı üslupta gelen  وَسَبَّحُوا بِحَمْدِ رَبِّهِمْ  cümlesi, atıf harfi  وَ la şartın cevabına atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, s. 107)  

رَبِّهِمْ  izafeti muzâfun ileyhin şanı içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  رَبِّ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

خَرُّوا - سُجَّداً ve  سَبَّحُوا - بِحَمْدِ  gruplarındaki kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

بِاٰيَاتِنَا  - رَبِّهِمْ  kelimeleri arasında mütekellimden geçişe güzel bir iltifat sanatı vardır.

Ayetin metninde Rabb kelimesinin, onlara ait zamire izafe edilmesi (Rabblerini... denilmesi), tesbih ile hamdin illetini ve onların bunu, Allah'ın, kendilerinin Rabbi olduğu mülahazasıyla yaptıklarını bildirmek içindir. (Ebüssuûd)

  

 وَهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ

 

Hal  و ’ıyla gelen  وَهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ  cümlesi, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Hal, cümlede failin, mef'ûlün veya her ikisinin durumunu bildirmek için kullanılan vasfı ifade eden tetmim ıtnâbı sanatıdır.

Cümlenin müsnedi olan  لَا يَسْتَكْبِرُونَ, menfi muzari fiil sıygasında gelmiştir. Bu durum hükmü takviye, teceddüt ve istimrar ifade eder. Ayrıca muzari fiil muhatabın dikkatini tecessüm özelliğiyle uyararak konuyu anlamasında yardımcı olur.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

Onların kibirsiz oldukları; ihtisas ifadesi için fiil şeklindeki müsned olarak gelmiştir. Yani kibirsizlik, onlara tahsis edilmiştir. Kibirli olan müşriklerdir. Onların tabiatında kibir vardır demektir. (Âşûr)

Kasr, müsnedün ileyhle, müsned arasındadır.  هُمْ  maksurun aleyh/mevsûf, لَا يَسْتَكْبِرُونَ maksur/sıfat olmak üzere, kasr-ı sıfat, ale’l-mevsûftur. 

Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip; hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karineler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi) 

Bu ayet secde ayetidir. Tilavet secdesi yapmak gerekir.

Namaz kılan kişinin namazda secde ayeti okuması halinde, secde ayetinden sonra üç ayetten daha fazla okumayıp rükûya eğilecekse tilavet secdesine niyet ederek rükûya gider. Yapmış olduğu bu rükû aynı zamanda tilavet secdesi yerine de geçer. Şayet üç ayetten daha fazla okuyacaksa tilavet secdesine niyet ederek doğrudan secdeye gider ve bir defa secde yaptıktan sonra ayağa kalkıp kaldığı yerden kıraate devam eder. (el-Fetâva’l-Hindiyye, I, 147)

Tilavet secdesi, namaz değilse de taharet, kıbleye dönmek, niyet etmek, avret yerlerinin örtülü olması gibi namazda aranan şartlar tilavet secdesinde de aranır. Ancak tilavet secdesinde iftitah tekbiri sünnettir.

Tilavet secdesi yapacak kişi, ellerini kaldırmadan doğrudan doğruya أللّه أكبر diyerek bir kere secdeye gidip üç defa  سُبحان ربِّي العالي  dedikten sonra yine أللّه أكبر  diyerek secdeden kalkar. Böylece tilavet secdesi tamamlanmış olur. Yani tilavet secdesinden sonra teşehhüt miktarı oturmak ve selam yoktur.

Tilavet secdesini gerektiren ayetleri işiten kişinin, hemen secde yapmaya fırsat bulamaz ise سَمِعۡنَا وَأَطَعۡنَاۖ غُفۡرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَیۡكَ ٱلۡمَصِیرُ  demesi müstehaptır. O anda yapamadığı secdeyi daha sonra yapar. (Şürünbülâlî, Merâkı’l Felâh, s. 183)

Kur'an-ı Kerim okunurken secde ayetlerini okuyan veya dinleyen kimsenin tilavet secdesi yapması vaciptir. Secde ayeti okuyan kişi namazda değilse ister ayeti okur okumaz, ister daha sonra kalkıp secdeyi yapar. (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 254)