يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذ۪يراًۙ
Buradan itibaren on iki âyette, Hz. Peygamber’in maddî ve mânevî özellikleri, Allah katındaki değeri, bir fâninin altından kalkamayacağı kadar ağır yükü ve kutsal görevi sebebiyle Allah tarafından kendisine lutfedilen istisnaî (kendine özgü) inayetler, hüküm ve kurallar açıklanmaktadır. Resûlullah’ın üstün nitelikleri, görev ve işlevinden kaynaklanan güzel isimleri burada sayılanlardan ibaret değildir. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’nin tesbitine göre bunların sayısı altmış yediyi bulmaktadır (III, 1546). Ona özgü hükümler de bu âyetler kümesinde geçenlerden ibaret değildir. Yine aynı âlimin tesbitine göre bunların da sayısı otuz beştir (III, 1561-1563).
Allah kullarına peygamber gönderip inanç, amel, ahlâk konularında ne istediğini açıklamadıkça onları sorumlu tutmuyor, birçok âyette “Bilmiyorduk, bilemezdik demeyesiniz diye size peygamberler gönderdim” diyor (meselâ bk. Nisâ 4/165). Bütün bunlara rağmen âhirette “uyarılmadığı, bilgi verilmediği yolunda” mazeret ileri sürecek olanlara da Allah Teâlâ peygamberleri ve hepsine birden son peygamberini tanık gösteriyor. Hz. Peygamber’in bu niteliği, onun rabbi nezdindeki değerini gösterir. Çünkü şahitler önce tezkiye edilir, onları tanıyan erdemli kişiler tarafından tanık olabilecekleri ifade edilir. Hz. Peygamber’i tezkiye eden ise bizzat Allah’tır.
Hz. Peygamber hem Kur’an âyetlerini tebliğ etmekle hem de bunları açıklayan, canlandıran ifadeleriyle yeteri kadar müjdeci ve uyarıcı olmuştur. Onun tebliği ve açıklamaları itaat edenler için ebedî mutlulukların müjdesi, inkâr ve isyan edenler için ise felâketlerin haberidir.
Peygamber efendimiz insanları Allah’a çağırmaktadır; yani O’na iman, ibadet ve itaat etmeye davet etmektedir. Burada dikkat çeken bir kayıt, Peygamber’in bunu Allah’ın izniyle yapmakta olduğudur. Allah bir kuluna insanları kendine çağırma izni, yani bilgisi ve yetkisi vermedikçe kimse bu vazifeyi üstlenemez. Bu konuda ümmete düşen görev, Hz. Peygamber’den öğrendiği şekilde insanları Allah’a çağırmaktır. Öğrenmenin yolu ise her mümine açık olan din ilmini tahsil etmektir. Aslı Kur’an’da ve sahih hadislerde bulunan ve tahsille elde edilen din ilmine uymayan bilgi, sezgi, keşif vb. bilgi yolları, insanları Allah’a çağırmak için yeterli ve geçerli değildir.
Beşer bilgisi Allah, varlık, başlangıç ve son, ruh, âhiret, iman, ibadetler, helâller ve haramlar gibi konularda yetersizdir. Bu konularda aydınlığa kavuşmanın, doğru bilgi sahibi olmanın geçerli yolu vahiydir, Peygamber’i dinlemektir. Şu halde Peygamber bir ışıktır, insanoğlunun en önemli bilinemezlerine Allah’ın lutfu ve izniyle onun tuttuğu ışık ortalığı aydınlatmaktadır.
يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذ۪يراًۙ
يَٓا nida harfidir. اَيُّ münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir. هَا tenbih harfidir.
Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazfedilmiş mef’ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı يَا ’dır.
Münada îrab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır.
Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzaf, 2) Şibh-i muzaf, 3) Nekre-i gayrı maksude.
Mebni münada merfu üzere mebni, mahallen mansub olur 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harfi tarifli isim. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
النَّبِيُّ münadadan bedel veya atf-ı beyan olup lafzen merfûdur.
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve îrab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin îrabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i baz, 3. Bedel-i iştimal. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Nidanın cevabı اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً ‘ dır.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. نَا mütekellim zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
اَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
اَرْسَلْنَاكَ sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. شَاهِداً hitap zamirinin hali olup fetha ile mansubdur.
Hal cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid),
2. Cümle olan hal (İsim veya fiil),
3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُبَشِّراً ve نَذ۪يراً atıf harfi وَ ’la شَاهِداً ’e matuftur.
اَرْسَلْنَا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi رسل ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
شَاهِداً kelimesi, sülasi mücerredi شهد olan fiilin ism-i failidir.
مُبَشِّراً sülâsi mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذ۪يراًۙ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. اَيُّهَا münada, النَّبِيُّ ondan bedeldir.
يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ nidasıyla, arkadan gelen mananın önemine dikkat çekilmiştir.
Nidanın cevabı olan اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذ۪يراًۙ cümlesi, اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ, isim cümlesi ve isnadın tekrarı sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı, Kadr Suresi 1)
Müsnedin mazi fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye, hudûs, sebat ve istikrar ifade etmiştir.
اَرْسَلْنَاكَ fiili, azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
Önceki ayetteki gaib zamirden bu ayette azamet zamirine iltifat vardır.
Allah Teâlâ, Kur'an'da ne zaman kendisinden azamet zamiriyle bahsetse hemen öncesinde veya sonrasında vahdaniyetinin bilinmesi için kendisine ait tekil bir zamir gelir. (Fâdıl Sâlih Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 467)
Ayet-i kerimede Hz. Peygamberin risaletinin özelliklerinin sayılması taksim sanatıdır.
شَاهِداً kelimesi, اَرْسَلْنَاكَ fiilinin mef’ûlü olan, Hz. Peygambere ait muhatap zamirinden haldir. وَمُبَشِّراً ve نَذ۪يراًۙ , tezayüf nedeniyle شَاهِداً ’e atfedilmiştir.
مُبَشِّراً - نَذ۪يراًۙ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab, شَاهِداً - مُبَشِّراً - نَذ۪يراًۙ - النَّبِيُّ kelimeleri arasında ise mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Burada Allah Teâlâ Resulüne, kendisini gönderme sebebini tekidli olarak ifade etmiştir. Bunun sebebi O’nu rahatlatmak yani sonuçtan sorumlu olmadığını hatırlatmak olabilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Bu surenin 45 ve 46. ayetlerinde Hz. Peygambere yüklenen bazı sıfatlar sayıldıktan sonra 47 ve 48. ayetlerde bunlara karşılık gelen sıfatlar sıralanarak mukabele sanatı yapılmıştır. Bu hususu Beyzâvî şu ifadelerle ortaya koyar: “Allah Teâlâ, Peygamberimizi beş sıfatla ( شَاهِداً / şahit, مُبَشِّراً / müjdeleyici, نَذ۪يراًۙ / uyarıcı, دَاعِياً / davetçi ve سِرَاجاً / nur saçan kandil) niteleyince her birine münasip bir hitapla mukabelede bulunmuştur. شَاهِداً’in mukabili, murakabe emri (hallerini denetleme emri) olup ifadenin devamı bir nevi onun açıklayıcısı olduğu için mahzuftur. Müjdeleyici manasındaki مُبَشِّراً kelimesine وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ [müminleri müjdelemek] le, نَذ۪يراًۙ (uyarıcıya) sıfatına وَلَا تُطِـعِ الْكَافِر۪ينَ وَالْمُنَافِق۪ينَ وَدَعْ اَذٰيهُمْ [kâfirlere ve münafıklara itaat etmeme ve eziyetlerine aldırmamak] la, دَاعِياً [davetçiye] وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ [işini kolaylaştırmak ve ona tevekkül etmekle] ile, سِرَاجاً مُن۪يراً [nur saçan kandile] وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلاً ile [Yüce Allah ile yetinmekle] mukabele etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ'nın bütün halkına karşı delil olarak nurlandırdığı kimse, başkalarını bırakıp onunla yetinilmeye layıktır. Görüldüğü gibi müfessirimiz ayetlerdeki mukabele sanatını uygulamalı olarak son derece net ifadelerle ortaya koymuştur. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanışı)
Bu ayetteki nida, Peygambere (s.a.) bu suredeki üçüncü çağrıdır ki Allah’ın O’na ilk çağrısı, “Ey Nebi, Allah'tan ittikâ et” (Ahzab Suresi, 1) emri, O’nun Rabbine karşı nasıl davranması gerektiği ile ilgili; ikinci çağrı, “Ey Nebi, hanımlarına söyle” (Ahzab Suresi, 28) emri, O'nun (s.a.) aile fertlerine karşı nasıl davranması gerektiği ile ilgili ve bu ayetteki üçüncü çağrı ise Cenab-ı Allah'ın, “Ey peygamber! Seni tanık, müjdeci, uyarıcı, izniyle Allah’a çağırıcı ve etrafını aydınlatan bir ışık olarak gönderdik.” beyanı, O’nun (s.a.) bütün mahlûkata karşı nasıl davranması gerektiği ile ilgili gelmiştir. Bütün bu hitaplarla Yüce Allah O’nun makam ve kıymetini yüceltmiş, O’na risalet vazifesinin erkanını bildirmiştir. Buradaki asıl gaye, O’nun risalet görevinin nelere dair olduğunun, ümmetinin ve geçmiş ümmetlerin ahvalinin göz önüne alınarak izah edilmesidir. (Âşûr)