Ahzâb Sûresi 56. Ayet

اِنَّ اللّٰهَ وَمَلٰٓئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّۜ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْل۪يماً  ...

Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selâm edin.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّ şüphesiz
2 اللَّهَ Allah
3 وَمَلَائِكَتَهُ ve melekleri م ل ك
4 يُصَلُّونَ salat etmektedir ص ل و
5 عَلَى üzerine
6 النَّبِيِّ Peygamber ن ب ا
7 يَا أَيُّهَا ey
8 الَّذِينَ kimseler
9 امَنُوا inanan(lar) ا م ن
10 صَلُّوا siz de salat edin ص ل و
11 عَلَيْهِ ona
12 وَسَلِّمُوا ve selam edin س ل م
13 تَسْلِيمًا içtenlikle س ل م
 

Türkçe’de genellikle çoğul şekliyle salavat olarak kullanılan salât kelimesinin kök mânası “ateşe tutmak, kızartmak”tır. İnsan kendini ya Allah’a yöneltir, O’na arzeder, O’nun şuurunda olarak yaşar veya O’ndan yüz çevirir, bu takdirde kendini ateşe tutmuş, ateşin üstüne koymuş olur. Bu kök mânadan hareketle bir dinî terim olarak kulların “salât”ı iki mâna ifade etmektedir: 1. Genel olarak dua. Çünkü dua, kulun özünü ve gönlünü Allah’a yöneltmesidir. 2. Özel olarak namaz ibadeti. Çünkü bu ibadet, kendini Allah’a vermenin, O’nun huzuruna sunmanın en güzel aracıdır, en uygun şeklidir. Müminlerin Hz. Peygamber’e salâtı, ona dua etmeleri, onu övgü ve hayırla anmalarıdır. Kendisine, “Selâmın nasıl verileceğini bildik, sana salât nasıl olacak?” diye sorulduğunda, Resûlullah namazların oturuşlarında okuduğumuz “salavât-ı şerife”yi öğretmiş, “Bana böyle salât edersiniz” demiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 33/10). Sahih kaynaklarda meleklerin salâtı da dua, övgü ve tebrik olarak açıklanmıştır (Buhârî, “Tefsîr”, 33/10). Allah’ın bir kuluna salâtı şüphe yok ki büyük bir iltifat, şeref, lutuf ve rahmettir. Ancak bunun mahiyet ve keyfiyetini bilmek mümkün değildir. Kaynaklarda bu açıdan salât, “rahmet ve övgü” şeklinde tanımlanmıştır.

43. âyette Allah’ın müminlere rahmetiyle lutuflarda bulunması, meleklerin de onlara dua etmeleri salât kelimesiyle ifade edilmiş, hemen arkasından da bu salâtın doğurduğu sonuç açıklanmıştır: İnsanı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak. Şu halde Allah’ın salâtı yalnızca övgü ve rahmetle sınırlı değildir, ona mazhar olanların gözlerini ve gönüllerini hakikate açan bir tecellidir. 

“Siz de ona salât ve selâm okuyunuz” emri bağlayıcıdır, emrin yerine getirilmesi gereklidir. Ancak bunun zamanı, mekânı ve sayısı konusunda açıklama yapılmadığı için fıkıhçılar farklı yorumlar yapmışlardır. Ömürde bir defa Hz. Peygamber’e salavat okumanın ve selâm vermenin farz olduğunda ittifak vardır. Onun adı anıldıkça uygun aralıklarda aynı şeyi yapmanın müstehap (dince tavsiye edilmiş bir davranış) olduğu da ifade edilmiştir (Cessâs, III, 370; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III,1584; İbn Âşûr, XXII, 98 vd.). İbn Âşûr yaptığı araştırma sonunda sahâbenin, Hz. Peygamber’in ismi her anıldığında veya yazıldığında salavatı da okuyup yazdıklarına dair bir bilgi bulamadığını kaydetmektedir. Onun tesbitine göre sahâbe, her ismi geçtiğinde değil onun bazı fiil ve niteliklerini konuştuklarında bunu yapmışlardır. Kitapların başlangıcında salavata yer verme (salvele) âdeti Hârûnürreşîd zamanında hicrî 181 yılında başlamıştır. İsminin her geçtiği yerde salavatı okumak ve yazmak ise daha sonra, muhtemelen hicrî IV. asırda hadisçiler tarafından âdet haline getirilmiştir (s. 100-101). Ehl-i sünnet’in ilk temsilcileri salavatın Hz. Peygamber’e, kişinin gıyabında selâm vermenin ona ve diğer peygamberlere mahsus olmasını, yüz yüze selâmın bütün müminlere verileceğini bir edep olarak kabul etmişlerdir (selâmın hükmü için ayrıca bk. En‘âm 6/54; Yûnus 10/10; Nûr 24/27).

 

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 397-399
 
Riyazus Salihin, 426 Nolu Hadis
Abdullah İbni Amr İbni’l-Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın, İbrahim alehisselâm hakkındaki:
“Rabbim, putlar insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir” [İbrâhim sûresi (14),36] âyetini ve Îsâ aleyhisselâm’ın:
“Eğer kendilerine azâb edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin” meâlindeki sözünü [Mâide sûresi (5), 118] okudu, ellerini kaldırdı ve:
“Allahım, ümmetimi koru, ümmetime acı!” diye dua etti ve ağladı.
Bunun üzerine Allah Teâlâ:
“Ey Cebrâil! - Rabbin herşeyi daha iyi bilir ya - git, Muhammed’e niçin ağladığını sor, buyurdu. Cebrâil geldi, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de ümmeti için duyduğu endişeden dolayı ağladığını söyledi. Zaten Allah her şeyi en iyi bilendir. ( Cebrâil’in dönüp durumu haber vermesi üzerine) Allah Teâlâ:
“Ey Cebrâil! Muhammed’e git ve ona şu sözümüzü ilet” buyurdu:
“Ümmetin konusunda seni razı edeceğiz ve seni asla üzmeyeceğiz.”
(Müslim, Îmân 346)

Riyazus Salihin, 1404 Nolu Hadis
Ebû Hureyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kabrimi bayram yeri haline çevirmeyiniz. Bana salâtü selâm getiriniz. Zira nerede olursanız olun sizin salâtü selâmınız bana ulaşır.”
(Ebû Dâvûd, Menâsik 97)

Riyazus Salihin, 581 Nolu Hadis
Übey İbni Kâ’b radıyallahu şöyle dedi:
Gecenin üçte biri geçince, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem uyanıp kalktı ve şöyle buyurdu:
“İnsanlar! Allah’ı zikredin! Yeri yerinden oynatan birinci sûr üflenecek. Arkasından ikincisi gelecek. Ölüm bütün şiddetiyle gelip çatacak. Ölüm bütün şiddetiyle gelip çatacak.”
Übey diyor ki, Hz. Peygamber’e:
- Yâ Resûlallah! Ben sana çok salavât-i şerîfe getiriyorum. Acaba bunu ne kadar yapmam gerekir? diye sordum.
- “Dilediğin kadar”, buyurdu.
- Dualarımın dörtte birini salavât-i şerîfeye ayırsam uygun olur mu? diye sordum.
- “Dilediğin kadarını ayır. Ama daha fazla zaman ayırırsan senin için iyi olur”, buyurdu.
- Öyleyse duamın yarısını salavât-i şerîfeye ayırayım, dedim.
- “Dilediğin kadar yap. Ama daha fazla zaman ayırırsan senin için hayırlı olur”, buyurdu.
Ben yine:
- Şu halde üçte ikisi yeter mi? diye sordum.
- “İstediğin kadar. Ama artırırsan senin için hayırlı olur”, buyurdu.
- Öyleyse duaya ayırdığım zamanın hepsinde sana salavât-ı şerîfe getirsem nasıl olur? deyince:
- “O takdirde Allah bütün sıkıntılarını giderir ve günahlarını bağışlar” buyurdu.
(Tirmizî, Kıyamet 23)
 

اِنَّ اللّٰهَ وَمَلٰٓئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّۜ 

 

İsim cümlesidir. اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ  lafza-i celâli  اِنّ nin ismi olup lafzen mansubdur. 

مَلٰٓئِكَتَهُ  atıf harfi وَ ’la makabline matuftur. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّۜ  cümlesi  اِنّ nin haberi olarak mahallen merfûdur. 

يُصَلُّونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. عَلَى النَّبِيِّۜ  car mecruru يُصَلُّونَ  fiiline mütealliktir.

يُصَلُّونَ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi  صلو ’dir.

Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.


 يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْل۪يماً

 

يَٓا  nida harfidir.  اَيُّ  münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir.  هَا  tenbih harfidir. 

Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazfedilmiş mef’ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı  يَا ’dır.

Münada îrab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır. 

Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzaf, 2) Şibh-i muzaf, 3) Nekre-i gayrı maksude. 

Mebni münada merfu üzere mebni, mahallen mansub olur 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harfi tarifli isim. Burada münada müfred alem olarak geldiği için mebni münadaya girer ve merfu üzere mebni, mahallen mansubdur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ  münadadan bedel veya atf-ı beyan olup lafzen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur. 

Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve îrab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin îrabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i baz, 3. Bedel-i iştimal. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اٰمَنُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  

صَلُّوا  illet harfinin hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. عَلَيْهِ car mecruru  صَلُّوا  fiiline mütealliktir. Nidanın cevabıdır. سَلِّمُوا  atıf harfi وَ ’la makabline matuftur. 

سَلِّمُوا  fiili  نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. تَسْل۪يماً  mef’ûlü mutlak olup fetha ile mansubdur.

Mef’ûlü mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlü mutlak harfi cer almaz. Harfi cer alırsa hal olur. Mef’ûlü mutlak cümle olmaz. Mef’ûlü mutlak 3’e ayrılır:

1) Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.

2) Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlü mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.

3) Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini bildiren mef’ûlü mutlak فَعْلَةً vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.

مَرَّةً  kelimesi de mef’ûlü mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

سَلِّمُوا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi  سلم ’dir.

Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar. اٰمَنُوا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.

İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder. 

 

اِنَّ اللّٰهَ وَمَلٰٓئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّۜ 

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. 

اِنَّ  ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. 

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler,  اِنَّ  ve isim cümlesi ve isnadın tekrarı sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı, Kadir Suresi 1)

İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatı vardır.  

مَلٰٓئِكَتَهُ  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan melekler, şan ve şeref kazanmıştır.

وَمَلٰٓئِكَتَهُ , lafza-i celâle matuftur.

اِنَّ nin haberi olan  يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّۜ , muzari fiil cümlesi olarak gelmiştir.

Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

سَلِّمُوا -  تَسْل۪يماً  kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

وَمَلٰٓئِكَتَهُ  kelimesi  اِنَّ  ve isminin mahalline atıfla merfû‘ olarak  وَمَلٰٓئِكَتَهُ  şeklinde de okunmuştur. Kûfelilere göre bu açık bir durumdur. Basralılara göre ise يُصَلُّونَ  kelimesi kendisine delalet ettiği için haber mahzuftur. (Keşşâf)

Sâvî şöyle der: Meleklerin ve müminlerin Peygambere (s.a.) salat etmelerinin hikmeti, onları bununla şereflendirmektir. Şöyle ki onlar Peygambere (s.a.) salat ve onu yüceltme hususunda Allah'a uymuşlardır. Aynı zamanda onun insanlar üzerindeki bazı haklarından do­layı bir mükafattır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), insanlara ulaşan bütün nimetlerde en büyük vasıtadır. Bir kimseye herhangi bir şahıstan bir nimet gelirse o şahsı mükâfatlandırması onun üzerine bir haktır. Ancak insanlar Resulüllah’a (s.a.) mükafat vermekten aciz oldukları için her şeyin sahibi ve herşeye güç yetiren Allah'tan ona mükâfat vermesini istediler. İşte “Allah'ım! Muhammed'e salat et!” sözünün sırrı budur. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir, Âşûr)

اِنَّ اللّٰهَ وَمَلٰٓئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيّۜ [Allah ve melekleri Peygambere salat ederler.] cümlesinde Peygambere (s.a.) övgü vardır. Cümlenin bu kalıpta gelmesinde, beyan ilmi bakımından birkaç edebî incelik vardır:

a. Önemine binaen, haber cümlesi  اِنَّ  edatıyla tekid edilmiştir.

b. Süreklilik ifade etmesi için, isim cümlesi ile söylenmiştir.

c. Cümle, başlangıçta  اِنَّ اللّٰهَ  ile isim cümlesi olarak başlamış, sonun­da  يُصَلُّونَ  ile fiil cümlesi olarak bitmiştir. Bu durum Yüce Allah'ın, Resulünü övmesinin zaman zaman yenilenerek devam ettiğine işaret eder. Bu ince sırrı bir düşünün. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir) 

Ayetteki  يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيّ [salavat getirirler] ifadesinden, anılan manaların her bir ferdinin, hakikî mana olabilecek şekilde genel bir mecazî mana kastedilmelidir. O da şöyle olur: Allah ve melekleri, Peygambere hayır ve salah getirmek için onunla ilgilenirler; onun şerefini izhar etmek ve şânını tazim etmek için onunla alakadar olurlar. İşte bu da Allah'ın rahmet etmesi ve meleklerin duâ ve istiğfarda bulunmaları ile olmaktadır. Ey iman edenler! Siz de buna itina gösterin; çünkü herkesten önce bu, sizin vazifenizdir. Bu “Allah’ım! Muhammed'e salat ve selam eyle!” demek veya benzerleriyle olmaktadır. (Ebüssuûd)

يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيّ [ Peygambere salat ederler]’den maksat kendisi için yararlı olan şeye ve faydalı olan işe önem verirler; şerefini ortaya koymaya ve durumunu yüceltmeye özen gösterirler. Bu da Allah'tan rahmet, meleklerden duâ ve af dilemekle gerçekleşir. (Ruhu’l Beyan)

 

 يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْل۪يماً

 

 

Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. 

Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.

الَّذ۪ينَ  münadadan bedeldir. Bedel ıtnâb sanatı babındandır. Mevsûlün sılası olan  اٰمَنُوا, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107) 

Nidanın cevabı olan  صَلُّوا عَلَيْهِ  cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.

وَسَلِّمُوا  cümlesi atıf harfi وَ la hükümde ortaklık nedeniyle, nidanın cevabına atfedilmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümleler arasında lafzen ve manen mutabakat mevcuttur.

تَسْل۪يماً  kelimesi, سَلِّمُوا  fiilinden mef’ûlu mutlak olarak cümleyi tekid etmiştir.

تَسْل۪يماً  -  سَلِّمُوا  kelimeleri arasında iştikak cinası ve mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

اٰمَنُوا -  سَلِّمُوا  -  تَسْل۪يماً kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

“Ey insanlar” ve “Ey iman edenler” hitaplarıyla başlayan ayetler, taşıdıkları mesajlar bakımından benzerlik taşıdıkları gibi ayrıştıkları noktalar da vardır. Her iki hitap da kendinden sonra itikat, ibadet, helal ve haram, cezalar, sosyal hayat gibi konulara yer vermektedir. Ancak “Ey iman edenler” hitabıyla verilen mesajlar Medenî sureler çerçevesinden verildiğinden dolayı hüküm ayetleri ağır basmaktadır. Aile hukuku, cihat, gibi konular “Ey iman edenler” hitabından sonra işlenmektedir. (Enver Bayram, Kur’an’da Geçen “Ey İnsanlar” ve “Ey İman Edenler” Hitaplarıyla Başlayan Ayetler Arasında Bir Mukayese)  

Kur’an’da bu tip  يَٓا اَيُّهَا  formunda nida çoktur. İçinde tekit türlerini barındırmaktadır. İlk olarak tekid unsurlarından oluşmuş bir nida harfi göze çarpar. Uzaktaki bir şahıs için kullanılan nida harfi gelmiştir, oysa Allah Teâlâ nida ettiği her varlığa çok yakındır. Bu nida harfinin gelmesi söylenecek şeylerin Allah katında bir mekânı olduğu konusunda uyarmak içindir. Sonra اَيُّ  harfi gelmiştir. Bu harf nida ile akabindeki elif-lamlı kelimeyi birbirine bağlar. Mübhem bir harftir, takibeden kelimeyle açıklanır. Böylece ibhamdan sonra beyan gelir. Arkadan gelecek olan emri uyanık ve dikkatli bir şekilde almak için kişiyi hazırlar ve uyarır. Sonra yine bir tenbih harfi olan  هَا  gelir. (Muhammed Ebu Musa, Min Esrâri't Tabîri'l Kur'ânî, Dirâsetu Tahlîliyye li Sûreti'l Ahzâb, s. 43)

O’na salatü selam edin. Yani  ألصٌَلاةُ عَلى الرٌَسولِ والسَّلام (Peygambere salat selam olsun!) deyin. Bu; Allah’ın, ona rahmetiyle muamele etmesi ve onu selamette kılması için dua etmek anlamındadır. (Keşşâf)

Salat, dua etmek demektir. Arapçada, دعا له [ Ona dua etti] manasında, deyimi kullanılır. Bu mana, Allah hakkında düşünülemez. Çünkü Allah ona, dua etmez. Zira dua, bir başkası için bir üçüncüsünden bir fayda talep etmek demektir. (Fahreddin er-Râzî)

Ayet-i kerimede “salat” kelimesi geçmektedir. Bu kelime, Allah’a isnad edildiğinde “rahmet”, meleklere isnad edildiğinde “dua ve af dileme” anlamına gelmektedir. (Taberî) 

وَسَلِّمُوا تَسْل۪يماً  [Tam bir teslimiyetle de selam verin.]  ifadesi bir emirdir. Binaenaleyh bu, vâcibtir. Halbuki bu, namazın dışında vâcib yani farz değildir. Bu, namazda farzdır ki bu da bizim teşehhüddeki, السلام عليك أيها النبي [Selam sana ey Peygamber…] şeklindeki sözümüzdür. Bu, selamın vâcib olmadığını söyleyenlerin aleyhine bir delildir. Cenab-ı Hakk, Peygambere (s.a.) verilen selamın, mükemmelliğini ifade etsin diye, tekîd için de (ayrıca) masdarı getirmiştir. Halbuki “salat”ı bu şekilde tekid etmemişti. Çünkü “salat” da Cenab-ı Hakk'ın, “Şüphesiz ki Allah ve melekleri, o peygambere çok salat (ve tekrimde) bulunurlar” ifadesiyle tekid olunmuştur. (Fahreddin er-Râzî)