فَقَالُوا رَبَّنَا بَاعِدْ بَيْنَ اَسْفَارِنَا وَظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَجَعَلْنَاهُمْ اَحَاد۪يثَ وَمَزَّقْنَاهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَقَالُوا | dediler |
|
2 | رَبَّنَا | Rabbimiz |
|
3 | بَاعِدْ | uzaklaştır |
|
4 | بَيْنَ | arasını |
|
5 | أَسْفَارِنَا | seferlerimizin |
|
6 | وَظَلَمُوا | ve zulmettiler |
|
7 | أَنْفُسَهُمْ | kendilerine |
|
8 | فَجَعَلْنَاهُمْ | biz de onları çevirdik |
|
9 | أَحَادِيثَ | efsanelere |
|
10 | وَمَزَّقْنَاهُمْ | onları darmadağın ettik |
|
11 | كُلَّ | hepsini |
|
12 | مُمَزَّقٍ | parçalayarak |
|
13 | إِنَّ | şüphesiz |
|
14 | فِي | vardır |
|
15 | ذَٰلِكَ | bunda |
|
16 | لَايَاتٍ | ibretler |
|
17 | لِكُلِّ | herkes için |
|
18 | صَبَّارٍ | sabreden |
|
19 | شَكُورٍ | şükreden |
|
Allah Teâlâ’nın Sebeliler’e lutfu sadece çekici güzelliklere sahip bir ülke nasip etmekle sınırlı değildi; yukarıda açıklandığı üzere bulundukları yer ile Suriye-Filistin bölgesi arasında güvenli bir yol güzergâhının ve çok sık yerleşim yerlerinin oluşmasına, seyahat ve ticaretin nimetlerinden yararlanmalarına imkân sağlanmıştı. Onlar ise bu nimetlerin değerini bilemediler, şımarıklık edip Allah’a isyan yolunu tercih ettiler.
18. âyetin “bereketli kıldığımız” şeklinde çevrilen kısmı hemen bütün müfessirlerce Şam bölgesi olarak gösterilmiştir (Taberî, XXII, 83; Zemahşerî, III, 256; İbn Atıyye, IV, 415); bazıları özel olarak Kudüs’ü zikrederler (Taberî, XXII, 84). Bunu “mübarek, kutlu kıldığımız” şeklinde çevirmek de mümkündür. “Belde” ve “yerleşim yeri” anlamlarını verdiğimiz karye kelimesi Arapça’da şehirler ve yer zikredilip oturanlar kastedilmek suretiyle küçük topluluklar için kullanılır (İbn Atıyye, IV, 415). 15-17. âyetlerin tefsirinde belirtilen güzergâhta büyüklü küçüklü çok sayıda yerleşim yeri bulunuyordu (yukarıda sayılanlardan başka aradaki diğer yerleşim yerlerinin isimleri için bk. Adolf Grohmann, “Mârib [Ma’rib]”, İA, VII, 322). “Birbirini gören” anlamını verdiğimiz zâhiraten kelimesinin yorumları şöyle özetlenebilir: Şam’a kadar uzanan yol üzerinde peş peşe gelen yerleşim yerleri (Taberî, XXII, 84); birbirinin görüş mesafesinde; yolcuların kolay görebileceği tarzda yani yol güzergâhı üzerinde (Zemahşerî, III, 256).
“Bunlar arasında seyahati uygun konaklara ayırmış olduk” şeklinde tercüme edilen cümle daha çok şöyle açıklanmıştır: Bir yerleşim yerinden diğerine muayyen, mâkul, kolay varılabilir mesafeler vardı, meselâ yarım günde varılabiliyordu (Râzî, XXV, 252; Şevkânî, IV, 368); birinden yola çıkan kimse azık ve su taşımadan, açıkta yatmadan ve tehlike görmeden diğerine ulaşabilirdi (Taberî, XXII, 84-85; Zemahşerî, III, 256). Muhtemelen mola verilen her durakta yolcular için hazırlanmış binalar ve kuyular vardı, yeterli mal ve hizmet üretimi sağlanıyordu ve bu sistemin yürümesi için belirli görevliler vardı. Bu, çevredekilerin oralara gelip yolcu kafileleriyle temas etmesini cazip kılmaktaydı (İbn Âşûr, XXII, 174).
“Oralarda geceleri, gündüzleri güven içinde seyahat edin” şeklinde çevirdiğimiz cümlede yer alan “geceleri, gündüzleri” kaydı ile ilgili başlıca izahlar şunlardır: İster gece ister gündüz seyahat edin, güvenlik durumu vakitten vakte farklılık göstermez veya geceler ve gündüzler boyu seyahat etseniz güvenlik sorunuyla karşılaşmazsınız (Zemahşerî, III, 256); bir yoruma göre ise burada yerleşim yerlerinin sıklığına işaret edilmektedir (Râzî, XXV, 252). Kur’an-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamber’in uygulamalarında, seyahat etme, değişik toplumların kültür ve medeniyetlerine muttali olma, bilgi ve fikir alışverişinde bulunmanın önemini gösteren birçok delil vardır. Bu arada güvenlik içinde seyahat edebilmenin ne büyük nimet olduğuna göndermeler yapılmıştır (bu konuda bk. Kureyş 106/1-4). Bu sebeple tefsirlerdeki ortak kanaat dikkate alınarak âyette lafzan yer almayan “güven içinde” kaydı meâle eklenmiştir.
Müfessirlerin 19. âyette geçen ve “Rabbimiz! Konak yerlerimizin arasını uzaklaştır” şeklinde tercüme edilen cümlenin anlamı ile ilgili belli başlı açıklamaları şunlardır: a) Rahatlık battı, şımardılar; b) Benî İsrail’in iyiyi kötüyle değiştirmek istemesi (bk. Bakara 2/61) gibi davrandılar; c) “Bahçelerimiz bulunduğu yerlerden daha uzak mesafelerde olsaydı istek ve iştahımızı arttırırdı” dediler; d) Şam bölgesi ile aralarında çöller bulunmasını temenni ettiler ve uzun yol hazırlıkları yaparak seyahat etme özlemini dile getirdiler (Taberî, XXII, 85-86; Zemahşerî, III, 257; Şevkânî, IV, 369). Bu sözleri, kendilerine öğüt veren peygamberlere veya iyi kişilere karşı söylemiş olmaları muhtemeldir (İbn Âşûr, XXII, 176). Fakat onlar bu tavrı sözle değil, lisân-ı halleriyle yani davranışlarıyla da ortaya koymuş olabilirler (Râzî, XXV, 252). Bir okuyuşa göre “rabbimiz” kelimesi öznedir ve cümle, “Rabbimiz aramızdaki mesafeleri uzattı” anlamına gelmektedir, bunun yorumu ise şöyledir: Nimetler bol ve refah düzeyi yüksek olduğundan, kısacık mesafeler olmasına rağmen uzunluktan şikâyet ediyorlar, şımarıklık edip “Rabbimiz aramızdaki mesafeleri uzattı” diyerek sahte bir hüzün izhar ediyorlardı (Zemahşerî, III, 257; Şevkânî, IV, 369). Muhammed Esed bu kıraatin daha uygun olduğunu savunurken şöyle bir açıklama yapmaktadır: “Çünkü (Zemahşerî’nin de işaret ettiği gibi), Sebe halkının devletlerinin yıkılmasından, nüfusun büyük kısmının sürgüne gönderilmesinden ve neticede (büyük kervan yolları üzerindeki) birçok köy ve kasabanın terkedilmesinden duydukları gecikmiş üzüntü ve pişmanlığı dile getirmektedir” (II, 876). Oysa bu yorumun kaynağı olarak gösterdiği Zemahşerî’nin açıklaması böyle değil, yukarıda belirttiğimiz şekildedir.
Âyetin “Onları ibret kıssaları haline getirdik” şeklinde çevrilen kısmı için “efsaneye, halk masallarına çevirdik” şeklinde tercümeler de yapılmıştır. Burada Sebeliler’in başına gelenler, özellikle onların parçalanmışlıklarıyla ilgili olarak Arapça’da meşhur olmuş özdeyişlere atıf yapıldığı (bk. Taberî, XXII, 86; İbn Atıyye, IV, 415; Zemahşerî, III, 257), ibret ve öğüt alınacak kıssalar haline getirildiklerinin vurgulandığı ya da o saltanatın yerinde yeller estiğine, onlardan geriye ancak öykülerin kaldığına bir telmihin bulunduğu (İbn Âşûr, XXII, 177-178) söylenebilir. Tarihî verilerden, “Darmadağın ettik” diye tercüme edilen cümle ile, büyük sel felâketini takiben Güney Arabistan sakinlerinin özellikle Arabistan’ın içlerine ve kuzey bölgelerine göç etmelerinin, kabilelerin bölünüp birbirlerine iltihak etmek zorunda kalmalarının kastedildiği anlaşılmaktadır (Zemahşerî, III, 257).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 428-431
فَقَالُوا رَبَّنَا بَاعِدْ بَيْنَ اَسْفَارِنَا وَظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَجَعَلْنَاهُمْ اَحَاد۪يثَ وَمَزَّقْنَاهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍۜ
Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli رَبَّنَا بَاعِدْ بَيْنَ اَسْفَارِنَا ’dir. قَالُٓوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
Nida harfi mahzuftur. Münada olan رَبَّ muzâftır. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بَاعِدْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. بَيْنَ mekân zarfı بَاعِدْ fiiline mütealliktir. اَسْفَارِنَا muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ cümlesi atıf harfi و ’la makabline matuftur. ظَلَمُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. اَنْفُسَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ atıf harfidir. فَجَعَلْنَاهُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. اَحَاد۪يثَ ikinci mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur.
مَزَّقْنَاهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍ atıf harfi و ’la makabline matuftur. مَزَّقْنَاهُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
كُلَّ mef’ûlun mutlaktan naibdir. مُمَزَّقٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
بَاعِدْ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi بعد ’dir.
Mufâale babı fiile müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
مَزَّقْنَا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi مزق ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. ف۪ي ذٰلِكَ car mecruru اِنَّ ’nin mahzuf haberine mütealliktir.
ذا işaret ismi, sükun üzere mebni, mahallen mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık belirten harf, ك ise muhatap zamiridir.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.
اٰيَاتٍ kelimesi اِنَّ ’nin muahhar ismi olup kesra ile mansubdur. لِكُلِّ car mecruru اٰيَاتٍ ’a mütealliktir. صَبَّارٍ kelimesi muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. شَكُورٍ kelimesi صَبَّارٍ ’in sıfat olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
صَبَّارٍ - شَكُورٍ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَقَالُوا رَبَّنَا بَاعِدْ بَيْنَ اَسْفَارِنَا وَظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَجَعَلْنَاهُمْ اَحَاد۪يثَ وَمَزَّقْنَاهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍۜ
Önceki ayetteki takdir edilen mukadder söze matuftur. Atıf sebebi şibhi kemâli ittisâldir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
قَالُوا fiilinin mekulü’l-kavli olan رَبَّنَا بَاعِدْ بَيْنَ اَسْفَارِنَا cümlesi, nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Nida harfi mahzuftur. Bu hazif mütekellimin münadaya yakın olma isteğine işaret eder. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.
Nidanın cevabı olan بَاعِدْ بَيْنَ اَسْفَارِنَا cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Emir üslubunda gelmiş olmasına rağmen dua manası taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
Aynı üslupta gelen وَظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ cümlesi hükümde ortaklık nedeniyle … فَقَالُوا cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
وظَلَمُوا أنْفُسَهم cümlesinin hal olması da caizdir. Bu durumda و , hal vavıdır. (Âşûr)
فَجَعَلْنَاهُمْ اَحَاد۪يثَ ve وَمَزَّقْنَاهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍۜ cümleleri, aynı üslupta gelerek makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
اَحَاد۪يثَ , mahzuf için muzâfun ileyhtir. Takdiri; ذوي أحاديث (efsane sahibi) şeklindedir.
مَزَّقْنَاهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍ cümlesinde كُلَّ mahzuf mef’ûlü mutlaktan naibdir.
اَحَاد۪يثَ ve مُمَزَّقٍۜ kelimelerindeki tenvin, nev ve kesret ifade eder.
وَمَزَّقْنَاهُمْ - مُمَزَّقٍ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
İfade, “Ey Rabbimiz!” şeklinde dua formunda رَبَّنَا بَاعِدْ بَيْنَ اَسْفَارِنَا وَ بَاعِدْ [bir bir uzaklaştır] diye de okunmuştur. Kendilerine bahşedilen nimetlerle şımarmışlar; içinde bulundukları nimetlerden ötürü bozulmuşlar, konfordan usanmışlardı. Yani rahat batmıştı! Sonunda, İsrailoğullarının bıldırcın ve kudret helvası yerine soğan, sarımsak istemesi gibi sıkıntı ve yorgunluk istediler! “Bahçelerimizin olgunlaşıp toplama süresi ne kadar uzun olursa onları o kadar özleriz!” demiş; Allah’ın Şam’la aralarına çöller koymasını, bineklerine binip yanlarına azık alarak yolculuk etmeyi temenni etmişlerdi. Bunun üzerine, Allah da dileklerini yerine getirdi! (Keşşâf)
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ
Ayetin son cümlesi beyanî istînâf olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. ف۪ي ذٰلِكَ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. اِنَّ ’nin muahhar ismi olan لَاٰيَاتٍ ’e dahil olan لَ , tekid ifade eden lam-ı muzahlakadır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ , isim cümlesi ve lam-ı muzahlaka sebebiyle üç katlı tekid ifade eden çok muhkem cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İşaret ismine dahil olan ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla işaret edilenler, içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. İşaret edilenler hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Bahsedilenlerin derecesinin yüksekliğini ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)
Tecessüm ve cem’ ifade eden ذٰلِكَ ile duruma işaret edilmiştir.
Allah’ın, ayetin başında söylediği hususları net bir şekilde göstererek dikkati çekmek ve onları yüceltmek kastıyla gelen işaret ismi ذٰلِكَ ’de istiare vardır.
Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret edildiğinde istiare oluşur. Câmi’, her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
ذٰلِكَ ile muşârun ileyh en kâmil bir şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman muşârun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamdan bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sûreleri Belâği Tefsiri, Duhan Suresi 57, c. 5, s. 190)
اٰيَاتٍ kelimesi ayette önemine binaen tekrarlanmıştır. Kelimedeki tenvin nev, tazim ve kesret içindir.
صَبَّارٍ ’deki tenvin kesret ve tazim ifade eder.
صَبَّارٍ - شَكُورٍ kelimeleri mübalağa kalıplarıyla kullanılarak vurgu yapılmıştır. Bu kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
شَكُورٍ kelimesi, صَبَّارٍ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
صَبَّارٍ شَكُورٍ [Çok sabreden, çok şükreden] kelimeleri mübalağa sıyğalarındandır. Çok sabretmek, Allah’a itaat ve başa gelen sıkıntılar konusunda; çok şükretmek ise Allah'ın ihsan ettiği nimetler veya çeşitli yardım ve başarılar dolayısıyladır. Sabır, itaat veya sıkıntılarda söz konusu olur. Allah'a itaat: mesela namaz sabır gerektirir. صَبَّارٍ vasfının yanında شَكُورٍ vasfı gelmiştir. Kur'an'da yanında bu vasfın gelmediği صَبَّارٍ kelimesi yoktur. Her iki sıfat da bunların devamlı olması gerektiğine delalet etmek için mübalağa sıygasında gelmiştir. İnsanın Rabbine devamlı olarak itaat etmesi, bunun için de devamlı olarak sabretmesi gerekir. İtaat için hoşlanmadığı şeylere maruz kalır, bu da hoşlanmadığı şeylere sabretmesini gerektirir. Şükre de devam etmek gerekir, çünkü Allah'ın nimetleri devamlı olarak ona ihsan edilir. Kur'anî tabirlerde denizdeki bir tehdit veya korkudan bahsedildiği vakit, sabrın şükürle birlikte geldiği göze çarpar. Bir korku hali veya tehlikeden bahsedilmediği vakit sadece şükür zikredilir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 502-503)
Ayette çok sabredenler ile çok şükredenlerin zikre tahsis edilmeleri, bu kıssadan gerçek manada faydalananların bunlar olmasından dolayıdır. (Ebüssuûd)
Demek ki küfrün sonucu onların kökünün kazınmasıdır. Bunun delili “biz onları bileceğiniz gibi hadis kıldık” sözüdür.
Kelam; leff ve neşr üslubuyla gelmiştir. (Âşûr)