Fâtır Sûresi 27. Ayet

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ ثَمَرَاتٍ مُخْتَلِفاً اَلْوَانُهَاۜ وَمِنَ الْجِبَالِ جُدَدٌ ب۪يضٌ وَحُمْرٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهَا وَغَرَاب۪يبُ سُودٌ  ...

Görmüyor musun ki, Allah gökten su indirdi. Biz onunla türlü türlü ürünler çıkardık. Dağlardan da beyaz, kırmızı (birbirinden farklı) çeşitli renklerde yollar (katmanlar) var, simsiyah taşlar da var.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَلَمْ
2 تَرَ görmedin mi ر ا ي
3 أَنَّ elbette
4 اللَّهَ Allah
5 أَنْزَلَ indirdi ن ز ل
6 مِنَ -ten
7 السَّمَاءِ gök- س م و
8 مَاءً su م و ه
9 فَأَخْرَجْنَا böylece çıkardık خ ر ج
10 بِهِ onunla
11 ثَمَرَاتٍ meyvalar ث م ر
12 مُخْتَلِفًا çeşit çeşit خ ل ف
13 أَلْوَانُهَا renkleri ل و ن
14 وَمِنَ ve
15 الْجِبَالِ dağlardan ج ب ل
16 جُدَدٌ yollar ج د د
17 بِيضٌ beyaz ب ي ض
18 وَحُمْرٌ ve kırmızı ح م ر
19 مُخْتَلِفٌ değişik خ ل ف
20 أَلْوَانُهَا renklerde ل و ن
21 وَغَرَابِيبُ ve simsiyah غ ر ب
22 سُودٌ kara س و د
 

Dikkatlerimizi bir yandan tabiatın ihtişamına diğer yandan da bu muhteşem görünümü meydana getiren farklılıkların tek kaynaktan neşet ettiğine ve bunu sağlayan yüce kudrete çeken bu âyetlerde renk ve tür faktörüne ağırlık verildiği görülmektedir. 27. âyetin (dağlar hakkındaki) “farklı renklerde” şeklinde çevrilen kısmıyla her bir rengin farklı tonlarına işaret edildiği ve siyahın en koyu tonunu belirtmek üzere “simsiyah” anlamına gelen nitelemenin cümlenin sonuna bırakıldığı da düşünülebilir (Râzî, XXVI, 21). Çıplak gözle gözlemleyebildiğimiz âlemde ilk bakışta farklılıkları ayırt etme hususunda renklerin etkisi son derece açık olduğundan bu özellik ön plana çıkarılmıştır. Fakat bunlar üzerinde inceleme yapmaya ve düşünmeye başlayanlar hemen göreceklerdir ki, bu türleri ayırt ettiren yegâne ayıraç renkler değildir. İnsanlar, dağlar, bitkiler, hayvanlar renk renk olduğu gibi daha pek çok özellik ve yetenek farklarıyla da birbirlerinden ayırt edilirler. İster ilk nazarda göze çarpan ister daha dikkatli bir incelemeyle tesbit edilen bu farklılıkların hepsi son tahlilde biçimseldir; özü itibariyle bunların tamamı tek bir şeye işaret etmektedir ki o da böylesine bir âhenk içerisinde bu çeşitliliği sağlayan irade ve güçtür. Bunu anlamamızı kolaylaştırmak üzere türlü renkler taşıyan bitkisel ürünlerin varlığını bir kaynağa yani suya borçlu bulunduğu, onu da indirenin yüce Allah olduğu belirtilmiştir. 

28. âyette haşyet kökünden gelen ve “büyüklüğü karşısında heyecan duyarlar” diye çevirdiğimiz kelime burada, “büyüklük karşısında duyulan heyecan ve korku, zarar görmekten değil, hakkını verememekten kaynaklanan endişe” mânasına gelmektedir. Muhataplarını doğadaki muhteşem görünümlerden hareketle akıllara durgunluk verecek incelikleri keşfetmeye yönlendiren Kur’an’ın, bu bağlamda bilmenin değerine vurgu yapması oldukça ilginçtir. Fakat burada kullanılan ve “bilenler”şeklinde çevrilen ulemâ kelimesinin kök anlamları arasında, bir şeyi derinlemesine tanıyıp mahiyetini idrak etme, bir konuda kesin bilgiye ulaşma, bir işin hakikatine nüfuz etme mânalarının bulunduğu göz önüne alınırsa, kendilerine gönderme yapılan ve Allah’a saygı duyma hususunda ön plana çıkarılan kişilerin, meslek olarak bilimsel faaliyet icra edenler veya birtakım bilgileri öğrenip belleklerine yerleştirmiş olanlar değil, zihnî çabalarını Allah’ın evrendeki kudret delillerinden sonuçlar çıkarabilme düzeyine yükseltebilmiş kişiler olduğu anlaşılır. Zaten sahâbe ve tâbiîn büyüklerinin birçoğundan yapılan rivayetlerde ne kadar bilgili olurlarsa olsunlar Allah’a saygı yolunda mesafe alamamış kimselerin âlim olarak nitelenemeyecekleri belirtilmiştir (meselâ bk. Zemahşerî, III, 274; Şevkânî, IV, 398). Gerek insanı ve toplumları gerekse evrendeki diğer varlıkları inceleyen değişik bilim dallarına mensup bilim adamlarından pek çoğunun –başlangıçta ateist veya Allah inancı konusunda mütereddit olsalar bile– bu araştırmalar sonucunda kâinattaki şaşmaz dengeyi, akılları zorlayan ince hesapları ve hayranlık uyandıran âhengi müşahede ederek ya doğrudan ilâhî kudret ve azamete atıf yapan veya bu güç karşısındaki aczin itirafı anlamına gelen ifadeler kullanmaları, bu âyetlerde ilme yapılan göndermenin anlaşılmasını daha kolaylaştırmaktadır. Yine, sosyal çevrenin etkisiyle dine karşı kayıtsız kalmış ve metafizik konularıyla ilgilenme fırsatı bulamamış birçok insanın az önce sözü edilen araştırmaların sonuçlarını izleyince düşünce dünyalarında önemli değişikliklerin hatta sarsılmaların meydana gelmesi, varlıklar âlemindeki bu düzenin bir tesadüfün eseri olamayacağı üzerinde düşünmeye başlamaları, bu sayede kendilerini sorgulama ve hayatı anlamlandırma çabası içine girmeleri de, Kur’an’a gönül vermiş kişilere önemli bir görevi yani ilim yolunda öncülük etmenin de Müslümanlığın gereklerinden olduğunu hatırlatmış olmaktadır. 

Râzî’nin açıklaması esas alınarak, 28. âyette geçen ve “hayvanlar” anlamına gelen devvâb ve en‘âm kelimelerinden birincisine meâlde “binek hayvanları” ikincisine “eti yenen hayvanlar” mânası verilmiştir (bk. XXVI, 21).

 


Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 465-466
 

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ ثَمَرَاتٍ مُخْتَلِفاً اَلْوَانُهَاۜ 

 

Hemze istifham harfidir. Fiil cümlesidir.  لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  

تَرَ  illet harfinin hazfiyle meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ’dir.  اَنَّ  ve masdar-ı müevvel mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

اَنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.  اللّٰه  lafza-i celâli  اَنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur.  اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ  cümlesi  اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen mansubdur. 

اَنْزَلَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. مَٓاءً mef'ûlun bih olup lafzen mansubdur.  مِنَ السَّمَٓاءِ  car mecruru  اَنْزَلَ  fiiline mütealliktir.

فَ  atıf harfidir.  اَخْرَجْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.  بِه۪  car mecruru  اَخْرَجْنَا  fiiline mütealliktir.  ثَمَرَاتٍ  mef’ûlun bih olup cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.

مُخْتَلِفاً  kelimesi  ثَمَرَاتٍ ‘in sıfatı olup fetha ile mansubdur.  اَلْوَانُهَا  cümlesi ism-i fail olan  مُخْتَلِفاً ‘in failidir.  

اَخْرَجْنَا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’âl babındadır. Sülâsîsi  خرج ’dır.

İf’âl babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.

مُخْتَلِفٌ  sülâsi mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftiâl babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


 وَمِنَ الْجِبَالِ جُدَدٌ ب۪يضٌ وَحُمْرٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهَا وَغَرَاب۪يبُ سُودٌ

 

وَ  atıf harfidir.  مِنَ الْجِبَالِ  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir.  جُدَدٌ  mübteda muahhar olup lafzen merfûdur.

ب۪يضٌ وَحُمْرٌ مُخْتَلِفٌ  kelimeleri  جُدَدٌ ‘un sıfatı olup lafzen merfûdur. 

اَلْوَانُهَا  kelimesi ism-i fail olan  مُخْتَلِفٌ ‘un faili olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

İsm-i failin fiil gibi amel şartları şunlardır: 

1. Harf-i tarifli (ال) olmalıdır.  2. Haber olmalıdır.  3. Sıfat olmalıdır.  4. Hal olmalıdır.  5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır.  6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır.

Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir. Bu amel şartlarından birini taşıyan ismi fail kendisinden sonra fail ve meful alabilir. Bu fail veya mef’ûl bazen ism-i failin muzâfun ileyhi konumunda da gelebilir. İsm-i fail tercüme edilirken umumiyetle muzari manası verir. Nadiren mazi manası da olabilir. Burada harf-i tarifli olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

غَرَاب۪يبُ  kelimesi atıf harfi  وَ ‘la  ب۪يضٌ ‘e matuftur.  سُودٌ  kelimesi  غَرَاب۪يبُ ‘den bedel veya atf-ı beyandır.

Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i ba’z, 3. Bedel-i iştimâl. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ ثَمَرَاتٍ مُخْتَلِفاً اَلْوَانُهَاۜ 

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Hemze takriri veya inkâri istifham harfidir. 

Tekid ve masdar harfi  اَنَّ ‘nin dahil olduğu  اَنَّ اللّٰهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ  cümlesi, masdar teviliyle,  تَرَ  fiilinin iki mef’ûlü yerindedir. Masdar-ı müevvel sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

اَنَّ ’nin haberi olan  اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin mazi fiil sıygasında cümle olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.

Mazi fiil sebat, temekkün ve istikrar ifade eder. (Hâlidî, Vakafat, s. 107)

Cümle istifham üslubunda olmasına rağmen, taaccüp ve takrir manasına gelmesi sebebiyle mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.

Muzari sıygada gelerek teceddüt ve istimrar ifade eden  تَرَ  fiili iki mef’ûle müteaddi fiillerdendir.

فَاَخْرَجْنَا بِه۪ ثَمَرَاتٍ مُخْتَلِفاً اَلْوَانُهَاۜ  cümlesi hükümde ortaklık nedeniyle  اَنَّ ’nin haberi olan …اَنْزَلَ  cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)

Fiil, azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir. 

اَنْزَلَ  fiiliyle, اَخْرَجْنَا  fiili arasında, gaib zamirden azamet zamirine iltifat sanatı vardır. (Âşûr)

Allah Teâlâ, önce  اَنْزَلَ (indirdi), sonra  اَخْرَجْنَا  (çıkardık) buyurmuştur. Bunu duyan kimse eğer cahil birisiyse, "Yağmurun yağışı, ağır olduğu için tabiîdir" diyebilir. İşte ona, "Senin, bu su ile çeşitli meyveler çıkarmamız hakkında, "Bu da tabiidir" demen imkânsız. Binaenaleyh bu, Allah'ın iradesiyledir" denir. Bunun Allah'tan oluşu daha açık olunca, Cenab-ı Hak bu işi bizzat kendisine nispet ederek anlatmıştır. (Fahreddin er-Râzî)

ثَمَرَاتٍ ’deki tenvin nev ve kesret ifade eder.

ثَمَرَاتٍ  için sıfat olan  مُخْتَلِفاً , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.

اَلْوَانُهَاۜ , ism-i fail vezninde gelen  مُخْتَلِفاً ’in failidir.

السَّمَٓاءِ - مَٓاءًۘ  kelimeleri arasında cinâs-ı nakıs ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.

اَلَمْ تَرَ  ifadesi zahiren istifham ise de muhatabı taaccübe sevk eden bir ifadedir. (Fahreddin er-Râzî)

Bu görme  اَلَمْ تَرَ , yani ‘bilmek’ anlamındaki kalp görmesidir. (Ebüssuûd)

Bu ifade Kur’an’ın en azim cümlelerinden biridir. Pek çok kez tekrarlanmıştır. Bundan sonra da acayip, garip, akla-mantığa aykırı şeyler zikredilmiştir. (Muhammed Ebû Mûsâ, Hâ-Mîm Sûreleri Belâği Tefsîri, C. 1, S. 343)

أولم تر  tabirinin hayatta misali çok görülen konularda kullanıldığı da söylenmiştir.

ألم تر  tabirinin de çok rastlanmayan konularda kullanıldığı söylenmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, C. 2, s. 329)

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً  [Görmedin mi ki, Allah gökten su indir­di.] ayetindeki soru, takrir ifade eder. Bunda ‘hayret’ manası vardır. (Safvetü’t Tefâsir) 

اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ فَاَخْرَجْنَا بِه۪  [Gökten su indirdi ve onunla çıkardık] cümlesinde III. şahıs kipinden I. şahıs kipine dönüş vardır.  فَاَخْرَج (ve çıkar­dı) yerine  فَاَخْرَجْنَا  (biz çıkardık) denilmiştir. Zira bu, azamet ifade eder ve fiile son derece önem verildiğini açıklar. Çünkü bu işte, Yüce Allah'ın son­suz kudretini ve hikmetini bildiren güzel sanat vardır. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir) 

Bu kelam, bitkiler, cansız ve canlı mahluklar gibi bütün yaratılmışlarda değişiklik ve farklılık hep mevcut olduğunu beyan ederek makablinde geçen insanların hallerinin değişik olmasını izah etmektedir. (Ebüssuûd)

 

 وَمِنَ الْجِبَالِ جُدَدٌ ب۪يضٌ وَحُمْرٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهَا وَغَرَاب۪يبُ سُودٌ

 

 

 İstînâfa matuf cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Sübut ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.  مِنَ الْجِبَالِ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir.  جُدَدٌ , muahhar mübtedadır. 

جُدَدٌ  için sıfat olan  ب۪يضٌ - حُمْرٌ- مُخْتَلِفٌ  kelimeleri, mevsûfun sahip olduğu özelliklere işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.

جُدَدٌ : Cim harfinin ötresiyle "cüdde"nin çoğuludur. Cüdde bir rengi diğer renkten ayıran yol gibi ayırıcı çizgidir. Nitekim "cim" harfinin üstün okunması ile "cedde" de cadde demektir. Ve kapkara, yani koyu kuzgûnî siyah renkte demektir. (Elmalılı, Âşûr)

Zemahşerî, buradaki "cüded'in, "zû cüded" (yollu) manasına olduğunu söylemiştir. (Fahreddin er-Râzî)

اَلْوَانُهَاۜ , ism-i fail vezninde gelen  مُخْتَلِفاً ’in failidir.

غَرَاب۪يبُ , müsnedün ileyh olan  جُدَدٌ ‘a matuftur. Cihet-i câmia, temâsüldür.

غَرَاب۪يبُ: "Ğayn" harfinin kesresiyle (girbîb)in çoğuludur. Gırbîb, siyahın şiddetlisi demektir, ki pekiştirme olsun diye abartma için kulanılır. (Elmalılı, Âşûr)

غَرَاب۪يبُ ‘den bedel olan  سُودٌ , ifadeyi kuvvetlendirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

Dağlardaki renkler beyaz kırmızı ve siyah olmak üzere sayılmıştır. Bu taksim sanatıdır.

اَلْوَانُهَا - ب۪يضٌ - حُمْرٌ - سُودٌ  ve  غَرَاب۪يبُ - الْجِبَالِ - جُدَدٌ  gruplarındaki kelimeler arasında mürâât-ı nazîr,  مُخْتَلِفٌ - اَلْوَانُهَا  kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Ayetteki, مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهَا /renkleri çeşitli ifadesinden anlaşılan, bu çeşitliliğin her bir renkle ilgili olmasıdır, yani, "beyazın farklı tonlarından, kırmızının farklı tonlarından..." demektir. Çünkü beyaz, bazan kireç, bazan daha az beyaz olan toprak renginde olur. Kırmızı da böyledir. Binaenaleyh ayetten kastedilen çeşitler, sadece beyaz ve kırmızı olsaydı, bu ifade sırf te'kid olurdu. Binâenaleyh önceki mana daha evladır. Bu izaha göre diyoruz ki: Cenab-ı Hak beyaz, kırmızı ve siyahtan sonra o yolların renklerinin çeşitli oluşundan bahsetmemiş, aksine beyaz ve kırmızıdan sonra "renklerin çeşitliliğinden bahsetmiş, kuzgûnî siyahı bundan sonra zikretmiştir. Çünkü siyah, kendini tekid eden "garâbib (kuzgûnî)" kelimesiyle birlikte zikredilince, bu simsiyah yollar manasına olur ve artık bu siyahın çeşitleri olmaz. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)

Allah Teâlâ’nın [görmedin mi] uyarısıyla, kevnî ayetleri sıralamasındaki asıl amaç yüce kudretini muhataba göstermektir. Ayette idmâc sanatı vardır.

Bu ayette de açıklık-kapalılık, düzlük-sarplık bakımından dağ yollarının tasvirinde kinaye anlamlarında kullanılan renkler zahir anlamlarıyla aralarında zıtlık bulunduğu görüntüsü vermektedir. İşlek yoldan kinaye edilen beyaz yol ile çok az bilinen yoldan kinaye edilen siyah yol arasında renkler bakımından zıtlık söz konusudur. Bu vb. ayetlerde genelde mecaz, kinaye veya uzak anlamlarıyla kullanılan renk sıfatlarında, ṭıbâḳ îhâmına çokça rastlamak mümkündür. Burada olduğu gibi, övmek veya başka bir amaçla bir manayı ifade etmek için kinâye veya tevriye yoluyla renkleri kullanarak cümleyi süslemeye tedbîc / التدبيج  denir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)

Bu ayette karışık ve açık yollardan kinâye yapılmaktadır. Beyaz yol, sıkça gidip gelinen en açık olan yoldur. Siyah yol, en karışık yoldur. Kırmızı yol, diğer ikisinin ortası durumda bir yoldur. (İbn Ebi’l-İsba‘, Tahrîru’t-Tahbîr, s. 532)

Ayette dağlardaki yollar vasfedilirken kullanılan beyaz kelimesi bir renk ismi olması ile birlikte yolcusu çok olan yol olarak açıklanmakta, böylece uzak anlamın kullanılmasıyla tevriye meydana gelmektedir. Aynı bağlamda kullanılan kırmızı renk ise diğer muhtelif renklere atıfta bulunularak konu edilmekte sonrasında ise siyah renkten bahsedilmektedir. Gerek tevriyeli manasından gerekse tevriyesizi bakımından  beyaz ve siyah, iki karşıt durumu meydana getirmekte ve tıbâkın oluşumunu sağlamaktadır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)

Zuhaylî’nin ifadesiyle ayet-i kerimede  اَلَمْ تَرَ  ifadesindeki istifham takriri olup kendisinde taaccüp manası vardır. Yani Ey İnsan! Allah Teâlâ’nın bir şeyden çeşitli şeyleri yarattığını, gökten yağmur indirip bununla farklı cins, tür, tat ve kokularda; sarı, kırmızı, yeşil, beyaz, siyah gibi değişik renklerde meyveler yarattığına şahit olmuyor musun? Bu ifadelerle Allah Teâlâ tek bir şeyden bir çok şeyi yaratması hususunda kemâl-i kudretine dikkat çekmektedir. (Sinan Yıldız, Vehbe Ez-Zuhaylî’nin Et-Tefsîru’l-Münîr adlı Tefsirinde Belâgat İlmi Uygulamaları)

Zemahşerî şöyle der: "Garâbîb kelimesi, mukadder (görünmeyen mahzûf olan) "renkli bir şeyi" tekid etmiştir. Buna göre Cenab-ı Hak sanki, "sevâdün garâbibu" (simsiyah, kuzguni siyah) demiş, daha sonra yeniden "sûd" (siyah) kelimesini getirmiştir. Bunun hikmeti, o siyahlığı iyice tekid etmektir. Çünkü Allah Teâlâ, aynı şeyi hem mukadder olarak hem de açıktan getirerek zikretmiştir." Bazıları da bu ifadede bir takdim-tehir olduğunu söylemişlerdir. (Fahreddin er-Râzî)

Ayetteki  اَلْوَانُهَا 'dan (renklerden) murad, cinsleri yahut sınıflarıdır. Zira her ürünün birçok sınıfları vardır. Yahut ondan murad, biçimleri ve şekillerdir. Yahut da sarı, yeşil ve kırmızı gibi renklerdir. Bundan sonra gelen cümleye en uygun olan mana da budur. (Ebüssuûd)