27 Ekim 2025
Fâtır Sûresi 19-30 (436. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Fâtır Sûresi 19. Ayet

وَمَا يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُۙ  ...


Kör ile gören bir olmaz.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمَا ve değildir
2 يَسْتَوِي eşit س و ي
3 الْأَعْمَىٰ körle ع م ي
4 وَالْبَصِيرُ gören ب ص ر

Müfessirlerin genel kanaatine göre bu karşılaştırmalı örneklerin olumlu olanları hakkı, imanı, iman sahiplerini ve kavuşacakları güzellikleri; olumsuz olanları da bâtılı, inkârcılığı, inkârcıları ve kötü âkıbetlerini temsil etmektedir. Bu konudaki yorumları şöyle özetlemek mümkündür: Müminin tuttuğu yol sağlam, ufku ve basireti açık, niyet ve iradesi güçlü, yaptıkları kalıcı ve yarayışlıdır; kâfir ise ölüden farksızdır, basireti kapalı, kalbi kararmış, yaptıkları anlam kazanamamış ve boşa gitmiştir (Taberî, XXII, 128-129). Râzî bu örneklere şöyle bir izah getirir (XXVI, 16): “Gören” kelimesi mümini, “kör” kelimesi kâfiri, “aydınlık” imanı, “karanlıklar” küfrü, “gölge”rahatlığı ve huzuru, “sıcak” sıkıntıyı ve yakıcı ateşi, “diriler” müminleri, “ölüler” kâfirleri anlatmak için kullanılmıştır. Zira mümin önündeki açık yolu (dünya hayatından sonra yeni bir hayatın başlayacağını) görmekte, inkârcı ise bunu görmemektedir. Ama unutulmamalıdır ki kişinin görme duyusu ne kadar keskin olursa olsun, ışık olmazsa bir şey göremez. İşte iman ışık demektir ki gören kişinin önünü aydınlatır, küfür ise karanlığı temsil ettiğinden kâfirin hakikati görmesine engeldir. Sonra her ikisinin âkıbetine, müminin rahata ve huzura kavuşacağına, kâfirin ise sıkıntı ve yakıcı ateş ile karşılaşacağına işaret edilmiştir. Yüce Allah mümin ve kâfir hakkında bir başka örneğe daha yer vermekte, âdeta şöyle buyurmaktadır: Mümin ve kâfirin durumunu anlatmaya, gören ile körün mukayesesi bile az gelir. Çünkü âmâ bazı şeyleri idrak etmede gören ile ortak özelliğe sahiptir, kâfir ise hiçbir yararlı idrak gücüne haiz değildir, ölü gibidir. 19. âyette geçen “bir olmaz” fiilinin dirilerle ölülerden söz eden 22. âyette tekrar edilmesi de bu yorumu desteklemektedir. Öte yandan Râzî, gören ile kör mukayesesinde olumsuzluk edatının tekrar edilmeyip diğerlerinde tekrar edilmesinde şöyle bir mâna inceliği bulunduğunu belirtir: Bu tekrar tekit anlamı taşır. Birinci örnekte birbirine eşit olmama zıtlık düzeyinde değildir, diğerleri ise aynı zamanda birbirine zıttır. Şöyle ki, bir şahıs görür olabildiği gibi aynı şahıs âmâ da olabilir. Oysa karanlık ve aydınlık, gölge ve sıcak, diriler ve ölüler mahiyetleri bakımından da farklıdır; kör olma ve görür olma da böyledir, fakat âyette âmâ ile gören karşılaştırılmıştır. Aynı vücudun hem hayata hem ölüme konu olabileceği dikkate alındığında bu örneği birinciye paralel görmek mümkünse de gerçekte diri ile ölü arasındaki farklılık kör ile gören arasındaki farklılıktan çok fazladır. Daha önce belirttiğimiz üzere âmâ bazı şeyleri idrak etmede gören ile ortak özelliğe sahiptir, diri ile ölü arasında ise böyle bir ortaklık da yoktur, yani ölü sadece vasıf açısından değil işin gerçeği ve mahiyeti bakımından da diriden farklıdır (XXVI, 16; bu konuda başka görüşler için bk. Taberî, XXII, 129). Bazı müfessirlere göre ise diriler ve ölüler örneği, âlimlerle câhilleri, bazılarına göre de aklını kullananlarla aklını kullanmayanları anlatmaktadır (Şevkânî, IV, 396). 

22. âyetin son cümlesinde, getirilen bütün kanıtları görmezden gelen ve inatla inkârcılığını sürdürenler kabirlerdekilere yani ölülere benzetilmiştir (İbn Atıyye, IV, 436). Bu benzetmedeki maksat, inkârcıların Resûlullah’ın bildirdiklerine kulaklarını tamamen tıkamış olduklarını belirtmek olabileceği gibi, o ne yaparsa yapsın onların iz‘anını harekete geçiremeyeceğini bildirmek olabilir (Râzî, XXVI, 18).

 


Kaynak :  Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 460-462

وَمَا يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُۙ

 

وَ  istînâfiyyedir. مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَسْتَوِي fiili  ي  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.  الْاَعْمٰى  fail olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur. Maksûr isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi ( ى ) olan isimlere “maksûr isimler” denir. Maksûr isimler genellikle ( ى ) ile biter. Fakat çok az olarak ( ا ) ile biten maksûr isimler de vardır. Maksûr isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksûre” denir.  اَلْفَتَى  –  اَلْعَصَا  gibi…

Maksûr isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile mansub halinde takdiri fetha ile mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksûr isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) îrab edilir. Burada  الْاَعْمٰى  kelimesi maksûr isim olduğu için takdiri damme ile îrab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)  

الْبَص۪يرُ  kelimesi atıf harfi  وَ ‘la  الْاَعْمٰى ‘ya matuftur.   

يَسْتَوِي  fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi  سوي ’dir.

İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.

وَمَا يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُۙ

 

وَ , istînâfiyyedir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

الْاَعْمٰى  - الْبَص۪يرُ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. 

Burada nefy harfi olarak  لاَ  değil,  مَا  kullanılmıştır. Çünkü onların o halleri açıklanmak istenmiştir ve bu da muzari fiilin başına geldiği zaman şimdiki zamanı ifade eden  مَا  harfi ile ifade edilir. لاَ  harfi ise cumhura göre gelecek zamana mahsustur. Meânîn Nahvî isimli kitabımızda da incelediğimiz gibi  لاَ , mutlak olarak kullanılır ve çoğunlukla istikbal kastedilir. Bu ayette ise onların gelecekteki halleri değil, ayetler geldiği zamanki halleri açıklanmak istenmektedir, dolayısıyla da  مَا  harfi kullanılmıştır. Rûhu'l Meânî'de başına olumsuzluk ifade eden  مَا  harfi gelen muzari fiilin teceddüdî istimrara delalet ettiği yazılıdır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s.224) 

وَمَا يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُ  [Kör ile, gören bir değildir] ayetinde istiâre-i tasrîhiyye vardır. Ayette kâfir köre, mümin de gören kimseye benzetil­miştir. Aralarındaki münasebet, yolun karanlıklığı ve kâfirin yol bulama­ması; mümin için ise yolun açıkça görülmesi ve müminin yolu bulabilmesidir. Daha sonra, istiâre-i tasrîhiyye yoluyla, müşebbehün bih olan kör kâfir yerinde, gören kelimesi de mümin yerinde müstear olarak kullanılmıştır. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)

İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)

"Körle gören bir değildir." Bu cümlede mümin ile kâfirin temsili olmak üzere yukarıdaki "Hem iki deniz eşit olmuyor" (Fâtır, 35/12) ayeti üzerine matuf denilmiş ise de "Fakat sen ancak Rablerinden korkanları sakındırırsın." (Fâtır, 35/18) hükmünün açıklamasının devamında istinaf (yeni bir cümle) olması bizce daha uygundur. (Elmalılı)

Körle, gören bir değildir. Bu ifade kâfir ve mümin için bir benzetmedir. Şüphesiz mümin, kurtuluş yolunu görüp o yola giren kimsedir. Kâfir ise böyle değildir. Körle, gören belli duyu açısından bir olmadıkları gibi aynı şekilde kâfirle mümin iç idrak açısından da bir değildir. Kör, gözden; kâfir de basiretten mahrumdur. Hatta kâfir, hakkı idrak eden körden daha kötü bir durumdadır. (Rûhu-l Beyân)

Hz Peygamber (sav)'den önce kâfirler, sapıklık içinde idiler. Adeta kör gibiydiler. Yolları ise, karanlıktı. Sonra, Hz Peygamber (sav) gelip, onlara yollarını açıklayınca ve onlardan bir kısmı da hidayete erince, artık gören kimseler oldular. Yolları da, bir nûr gibi aydınlık... İşte bu sebeple Cenab-ı Hak, "Bisetten önce küfür üzerinde bulunan ile, bundan sonra imana ulaşan kimse bir olmaz" buyurdu. Binaenaleyh Hz Muhammed (sav) zamanında küfür imandan, kâfir de müminden önce olunca, önce olan başta zikredilmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)

Allah Teâlâ: karanlıklar ile nûr, gölge ile sıcak ve ölüler ile diriler arasında olumsuzluk edatı olan لَا 'yı tekrarlamış, ama kör ile gören kelimeleri arasında bunu tekrarlamamıştır. Çünkü buradaki tekrar, tekid ve (kelimeler arasındaki) tezat manadan dolayıdır. Karanlıkla nur, gölge ile sıcak arasında bir zıddiyet vardır. Karanlık aydınlığa aykırı olup onun zıddıdır. Ama kör ile görene gelince, böyle değildir. Aksine tek bir şahıs, bazan, önce görür de, sonra gözünden ötürü kör olabilir. Binâenaleyh kör ile gören arasında ancak vasıf cihetinden bir aykırılık ve tezat bulunur. Gölge ile sıcağa gelince, bunlar arasındaki aykırılık zatîdir. Çünkü gölgeden murad, sıcaklık ve soğukluğun olmayışıdır. İşte, buradaki aykırılık mükemmel ve tam olunca, Cenab-ı Hak onu, edatı tekrarlamak suretiyle tekid etmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)

 
Fâtır Sûresi 20. Ayet

وَلَا الظُّلُمَاتُ وَلَا النُّورُۙ  ...


Karanlıklar ile aydınlık bir olmaz.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَا ve değildir
2 الظُّلُمَاتُ karanlıklar ظ ل م
3 وَلَا ve ne de
4 النُّورُ aydınlık ن و ر

وَلَا الظُّلُمَاتُ وَلَا النُّورُۙ

 

وَ  istînâfiyyedir. لَا  zaid harftir. لَا  nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir.  الظُّلُمَاتُ  kelimesi mahzuf fiilin failidir. Takdiri; تستوي (Eşit olur) şeklindedir.

وَلَا النُّورُ  cümlesi atıf harfi  وَ ’la makabline matuftur.

وَلَا الظُّلُمَاتُ وَلَا النُّورُۙ

 

Önceki ayetin devamı olan ayette  وَ  atıf harfi,  لَا  nafiyedir.  لَا الظُّلُمَاتُ  ve  لَا النُّورُۙ , fail konumundaki  الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُۙ  kelimelerine tezâyüf nedeniyle atfedilmiştir. Nefy harfi olumsuzluğu tekid içindir.

Bu ayet-i kerimede  الظُّلُمَاتُ  ve  النُّورُۙ  müstear olmuştur. الظُّلُمَاتُ  ile küfür ve dalalet, النُّورُۙ  ile iman ve hidayet kastedilmiştir. Çünkü kafir, küfrü içinde kaybolmuştur, nereye nasıl gideceğini bilmez bir haldedir. Önündeki hakikatlerden habersizdir. Sonunda helak olur. İman ise nur gibidir. Her yer aydınlıktır. Sonunda kurtuluş vardır. Mümin gideceği yeri apaçık görerek yürür. İki kelime de camiddir, dolayısıyla istiareler de asliyyedir. Bu kelimeler aynı zamanda müstearun minh oldukları için tasrîhiyyedir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

الظُّلُمَاتُ - النُّورُ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. 

الظُّلُمَاتُ (Karanlıklar) çoğul,  النُّورُۙ (ışık) tekil olarak zikredilmiş, çünkü batılın çeşitleri çoktur; hak ise bir tanedir. (Ebüssuûd)

 
Fâtır Sûresi 21. Ayet

وَلَا الظِّلُّ وَلَا الْحَرُورُۚ  ...


Gölge ile sıcaklık bir olmaz.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَا ve değildir
2 الظِّلُّ gölge (ile) ظ ل ل
3 وَلَا ve ne de
4 الْحَرُورُ sıcaklık ح ر ر

وَلَا الظِّلُّ وَلَا الْحَرُورُۚ

 

وَ  istînâfiyyedir. Nefy harfi  لَا  olumsuzluğu tekid eder.  الظِّلُّ  kelimesi mahzuf fiilin failidir. Takdiri;  تستوي (Eşit olur) şeklindedir. 

وَلَا الْحَرُورُ  cümlesi atıf harfi  وَ’la makabline matuftur.

وَلَا الظِّلُّ وَلَا الْحَرُورُۚ

 

وَلَا الظِّلُّ وَلَا الْحَرُورُۚ  kelimeleri 19. ayetteki  الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُۙ  kelimelerine matuftur. Atıf sebebi tezâyüftür. Ayetteki nefy harfi  لَا ’nın tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr  sanatları vardır.

Şayet atıf وَ ’ıyla gelen bu  لَا  nedir? dersen şöyle derim: Nefy cümlesinde وَ  olduğunda bu  لَا  ile gelir ve olumsuzluk anlamını pekiştirir. Bu وَ ’lar arasında fark var mı? dersen şöyle derim: Bazısı iki kelimeyi iki kelimeye, bazısı da tek kelimeyi tek kelimeye atfeder. (Keşşâf)

الظِّلُّ  - الْحَرُورُ  kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.

الظِّلُّ  (gölge) ile الْحَرُورُ (sıcak) da, sevap ile azâp da bir olmaz. لَا  edatları eşitliği olumsuz kılmak içindir. Her iki şıkta tekrarı da tekidi artırmak içindir. (Beyzâvî)

الْحَرُورُ  faûl veznindedir, حار 'dan gelir, daha çok sıcak rüzgâra denir. Şöyle de denilmiştir: Gündüz esene  سَمُوم , gece esene de حَرُور   denir. (Beyzâvi, Âşûr)

 
Fâtır Sûresi 22. Ayet

وَمَا يَسْتَوِي الْاَحْيَٓاءُ وَلَا الْاَمْوَاتُۜ اِنَّ اللّٰهَ يُسْمِــعُ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَٓا اَنْتَ بِمُسْمِــعٍ مَنْ فِي الْقُبُورِ  ...


Diriler ile ölüler de bir olmaz. Allah, dilediğine işittirir. Sen, kabirde bulunanlara işittirecek değilsin.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمَا ve olmaz
2 يَسْتَوِي eşit س و ي
3 الْأَحْيَاءُ dirilerle ح ي ي
4 وَلَا ve
5 الْأَمْوَاتُ ölüler م و ت
6 إِنَّ şüphesiz
7 اللَّهَ Allah
8 يُسْمِعُ işittirir س م ع
9 مَنْ kimseye
10 يَشَاءُ dilediği ش ي ا
11 وَمَا yoksa değilsin
12 أَنْتَ sen
13 بِمُسْمِعٍ işittirecek س م ع
14 مَنْ kimselere
15 فِي içindeki
16 الْقُبُورِ kabirler ق ب ر

وَمَا يَسْتَوِي الْاَحْيَٓاءُ وَلَا الْاَمْوَاتُۜ 

 

وَ  atıf harfidir. مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَسْتَوِي  fiili  ي  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.  الْاَحْيَٓاءُ kelimesi fail olup lafzen merfûdur.

Nefy harfi  لَا  olumsuzluğu tekid eder. 

الْاَمْوَاتُ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la الْاَحْيَٓاءُ kelimesine matuftur.  

يَسْتَوِي  fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi  سوي ’dir.

İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.


 اِنَّ اللّٰهَ يُسْمِــعُ مَنْ يَشَٓاءُۚ 

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  اللّٰهَ  lafza-i celâli  اِنّ ‘nin ismi olup lafzen mansubdur.  يُسْمِــعُ مَنْ يَشَٓاءُ  cümlesi  اِنَّ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.

يُسْمِــعُ   merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Müşterek ism-i mevsûl  مَنْ , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası  يَشَٓاءُ ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.  يَشَٓاءُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.

يُسْمِــعُ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  سمع ’dir.

İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. 


 وَمَٓا اَنْتَ بِمُسْمِــعٍ مَنْ فِي الْقُبُورِ

 

وَ  atıf harfidir.  مَا  olumsuzluk harfi olup  لَيْسَ  gibi amel eder. İsmini ref haberini nasb eder. اَنْتَ  munfasıl zamir,  مَٓا ‘nın ismi olup mahallen merfûdur. 

بِ  harf-i ceri zaiddir.  مُسْمِــعٍ  lafzen mecrur,  مَٓا ‘nın haberi olarak mahallen mansubdur.

Müşterek ism-i mevsûl  مَنْ , ism-i fail olan  مُسْمِــعٍ ‘ın ism-i mef’ûlu olarak mahallen mansubdur.

İsmi mef’ûlün fiil gibi amel şartları şunlardır: 

1. Harf-i tarifli (ال) olmalıdır.  2. Haber olmalıdır.  3. Sıfat olmalıdır.  4. Hal olmalıdır.  5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır.  6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır. Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir.

İsm-i mefûl, türediği fiilin meçhulü gibi amel eder. Yani kendisinden sonra naib-i fail alır. Ondan sonra gelenler de mef’ûl olur. Burada kendisinden önce olumsuzluk edatı vardır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

فِي الْقُبُورِ  car mecruru mahzuf sılaya mütealliktir.

مُسْمِــعٍ  kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَمَا يَسْتَوِي الْاَحْيَٓاءُ وَلَا الْاَمْوَاتُۜ

 

Ayet isti’nafa yani 19. Ayete matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.  مَا , nafiyedir. Nefy harfinin tekrarı tekid ifade eder. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Rûhu'l Meânî'de başına olumsuzluk ifade eden  مَا  harfi gelen muzari fiilin teceddüdî istimrara delalet ettiği yazılıdır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.224)

Ayette istiare sanatı vardır.  الْاَحْيَٓاءُ  ve  الْاَمْوَاتُۜ  kelimeleri iman ve delalet için müstear olmuştur. Müstearun minh olan  الْاَحْيَٓاءُ  ve  الْاَمْوَاتُۜ  kelimeleri zikredilip, müstearun leh olan iman ve küfür hazf edilmiştir.

الْاَحْيَٓاءُ - الْاَمْوَاتُۜ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. 

Cenab-ı Hak, ["(Hülasa) dirilerle ölüler bir olmaz"] buyurmuştur. Yani, "Allah'ın indirdiğine iman eden müminler ile, kendilerine apaçık ayetler okunduğu halde bunlardan yararlanmayan ölüler bir olmaz" demektir. İşte bu kimseler, iman eden kimselerin imanından sonradırlar. Cenab-ı Hak, müminlerin hayatı, (iman sayesinde) hayat bulmaları, muannit kâfirlerin ölümünden önce bulunduğu için o kâfirleri müminlerden sonra zikretmiştir. (Fahreddin er-Râzî)

 

اِنَّ اللّٰهَ يُسْمِــعُ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَٓا اَنْتَ بِمُسْمِــعٍ مَنْ فِي الْقُبُورِ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle  اِنَّ  ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Lafza-i celal mübteda, müspet muzari fiil sıygasındaki  يُسْمِعُ مَنْ يَشَٓاءُۚ  cümlesi haberdir.

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden,  اِنَّ , isim cümlesi isnadın tekrarı sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı Kadr/1.)

Müsnedün ileyhin, bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi, teberrük ve telezzüz amacına matuftur. 

Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır. 

Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

يُسْمِعُ  fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَنْ ‘in sılası olan  يَشَٓاءُۚ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.  

وَمَٓا اَنْتَ بِمُسْمِعٍ مَنْ فِي الْقُبُورِ  cümlesi makabline tezat nedeniyle atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden menfi isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. 

Nefy harfi  مَٓا , nakıs fiil  ليس  gibi amel etmiştir.  مَٓا ‘nın haberi  بِمُسْمِعٍ ‘ye dahil olan  بِ  harfi zaiddir. Tekid ifade eder.

İsm-i fail vezninde gelen  بِمُسْمِعٍ ‘in mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsul  مَنْ ‘in sılası mahzuftur. فِي الْقُبُورِ , bu mahzuf sılaya mütealliktir. Sılanın hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.

اِنَّ اللّٰهَ يُسْمِعُ مَنْ يَشَٓاءُۚ  cümlesiyle,  وَمَٓا اَنْتَ بِمُسْمِعٍ مَنْ فِي الْقُبُورِ  cümlesi arasında mukabele ve tertipli leff ve neşir sanatı vardır. (Âşûr)

يُسْمِعُ  - مُسْمِعٍ  kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

Genel olarak  شَٓاءُ   fiilinin mef'ûlü bu cümlede olduğu gibi hazf edilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garip birşey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Bilinen ve tahmini kolay olan hususları zikrederek ibareyi uzatmamak, dikkati asıl önemli yere yönlendirmek, karineye dayanarak terk edilen şeyleri muhatabın düşünce ve hayal gücüne bırakarak anlam zenginliği kazanmak gibi sebeplerle hazfe başvurulur. (TDV İslam Ansiklopedisi Îcâz Bah.)

Zuhaylî’nin ifadesiyle 19-22. ayet-i kerîmelerdeki الْاَعْمٰى - الْبَص۪يرُۙ  ve  النُّورُۙ - الظُّلُمَاتُ  ve  الْحَرُور - الظِّلُّ  ve  الْاَحْيَٓاءُ - الْاَمْوَاتُ  kelimeleri arasında tıbâk bulunmaktadır. O, tefsir kısmında şu açıklamaları yapmaktadır: Kör ile gören, karanlıklarla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz. Bu, Allah Teâlâ’nın müminler ve kâfirler için verdiği bir örnektir. Birbirine zıt, hakikatleri ve faydaları farklı olan bu şeyler birbirine eşit olmadığı gibi Allah’ın dinini görmeyen, tanımayan kâfir ile doğru yolu tanıyan, buna uyan ve boyun eğen mümin de birbirine eşit olmaz. Küfür karanlıklarıyla iman nuru veya batıl ile hak ya da sevap ve ceza yahut cennet ve cehennem bir olmaz. Mümin hakkı işiten ve gören, dünya ve ahirette doğru yol üzere bir nur içinde yürüyen, nihayetinde cennetlere yerleşecek olan kimsedir. Kâfir ise hakkı görmeyen ve duymayan, çıkışı olmayan karanlıklarda yürüyen, dünya ve ahirette sapıklığı ve azgınlığı içinde kaybolan, sonunda sıcak/yakıcı cehenneme yerleşecek olan kişidir. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Yani kalpleri, gönülleri ve hissiyatı diri olan müminlerle, kalpleri ve duyguları ölü kafirler bir olmaz. Bu misaller mümin, iman ve akıbeti ile kâfir, küfür ve akıbetinin misalleridir. (Sinan Yıldız, Vehbe Ez-Zuhaylî’nin Et-Tefsîru’l-Münîr adlı Tefsirinde Belâgat İlmi Uygulamaları)

مَٓا اَنْتَ بِمُسْمِعٍ مَنْ فِي الْقُبُورِ  ["Sen mezarlardakilere duyuracak değilsin”] bu küfürde ısrar edenleri ölülere benzetmenin terşihidir (müşebbehün bihin mülayimidir) ve umutlarını kesmek için mübalağadır. (Beyzâvi)

Bu ayette maksat, Hz Peygamber (sav)'i teselli etmektir. Çünkü Cenab-ı Hak peygamberine, onlara fayda veremeyeceğini ve onlara duyuramayacağını beyan edince, peygamberine, "Bunlara ancak Allah duyurur, dinletir. Çünkü O, sağır bir kaya parçası dahi olsa, dilediği kimselere ve istediği kimselere dinletir ve duyurur. Sen ise, kabirdekilere (yani onlar gibi olan kâfirlere) duyuramazsın. Binaenaleyh, onların hesabından hiçbir şey sana terettüp etmez" buyurmuştur. (Fahreddin er-Râzî)

Bu kelam, küfürde ısrar eden kâfirlerin ölülere benzetilmesinin bir takviyesi mahiyetinde olup Peygamberimizin, onların imana gelmesinden umudunu tamamen kesmek içindir. (Ebüssuûd)

 
Fâtır Sûresi 23. Ayet

اِنْ اَنْتَ اِلَّا نَذ۪يرٌ  ...


Sen, ancak bir uyarıcısın.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنْ değilsin
2 أَنْتَ sen
3 إِلَّا başka
4 نَذِيرٌ uyarıcı(dan) ن ذ ر

Bu âyetlerde kendisine, ilâhî mesajı bütün insanlığa ulaştırma gibi ağır bir görev yüklenmiş olan ve yakın çevresindeki birçok insanın şirk batağından çıkmamak için direndiklerini gördüğünden ruhen daralmış bulunan Resûl-i Ekrem teselli edilmekte, onun, insanları uyarmakla görevli olduğu ve herkesi imana getirmek gibi bir vazifesinin bulunmadığı bildirilmekte, önceki peygamberlerin durumları hatırlatılarak mâneviyatını yüksek tutması istenmektedir. 

24. âyetin son cümlesi, ilâhî mesajın ve tevhid çağrısının bütün insanlığı kapsayacak biçimde peygamberler vasıtasıyla ulaştırıldığını ifade etmektedir. Her topluluğa Allah tarafından bir uyarıcı gönderilmiş, uzun veya kısa bir süre uyarıcının mesajı korunmuş, sonra unutulmuş (araya fetret yani mesajın unutulduğu, bozulduğu bir süre girmiş), arkadan yeni bir uyarıcı gönderilmiştir. Burada bu ifadeye yer verilmesindeki maksat iki şekilde açıklanabilir: a) Kendi toplumunda şiddetli baskı ve eziyetlere mâruz kalan Resûl-i Ekrem’e önceki peygamberlerin de benzeri durumlarla karşılaştığını hatırlatıp ona direnme gücü aşılamak (ki 25. âyet bu yorumu destekler niteliktedir), b) Hz. Muhammed’in daha önce hiç karşılaşılmamış bir görev iddiasıyla ortaya çıkmış olmadığına dikkat çekmek ve böylece Kur’an’ın muhataplarını kendilerini bağlayan bir argüman üzerinde düşünmeye çağırmak. Bu durumda onlara düşen, peşinen reddetmek yerine onun gerçek bir peygamber olup olmadığını araştırmak olacaktır (Râzî, XXVI, 18).

 


 Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 462

اِنْ اَنْتَ اِلَّا نَذ۪يرٌ

 

اِنْ  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. Munfasıl zamir   اَنْتَ  mübteda olarak mahallen merfûdur. اِلَّا  hasr edatıdır. نَذ۪يرٌ  haber olup lafzen merfûdur.

نَذ۪يرٌ  kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اِنْ اَنْتَ اِلَّا نَذ۪يرٌ

 

Beyanî istînâf veya ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Mütekellim Allah Teala, muhatap Hz. Peygamber’dir. 

Kasrla tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Nefy harfi  اِنْ  ve istisna edatı  اِلَّا  ile oluşan kasr, mübteda ve haber arasındadır.  اَنْتَ  mevsuf/maksûr, نَذ۪يرٌ  sıfat/maksûrun aleyh olmak üzere kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.

Bu ayette de önceki ayet gibi Peygamber Efendimiz’in inandığı iki şey bire indirildiği için yine kasr-ı ifrad olmuştur. Çünkü o, kavminin hidayetini çok arzu ediyordu. Bu konuda o kadar hırslıydı ki; kendisinde inzâr sıfatı yanında, dalalet ve kibirlenmekte ısrar eden kavmine hidayet etme kudreti olduğuna inanıyormuş menzilesine konularak, bu ikinci inancı, yani bu kudret reddedilmiştir. Böylece ifrad kasrı olmuştur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Bu cümlede tahsis yani; olumsuz mananın yanında bir de olumlu mana ifadesi vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

اِنْ اَنْتَ اِلَّا نَذ۪يرٌ ‘ de kasr-ı izafî vardır. (Âşûr)

Allah Teâlâ, yine peygamberini teselli etmek için, اِنْ اَنْتَ اِلَّا نَذ۪يرٌ  "Sen gelecek tehlikeleri haber verenden başka bir kimse değilsin" buyurmuştur. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)

 
Fâtır Sûresi 24. Ayet

اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَش۪يراً وَنَذ۪يراًۜ وَاِنْ مِنْ اُمَّةٍ اِلَّا خَلَا ف۪يهَا نَذ۪يرٌ  ...


Şüphesiz biz, seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki, aralarında bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّا şüphesiz biz
2 أَرْسَلْنَاكَ seni gönderdik ر س ل
3 بِالْحَقِّ gerçek ile ح ق ق
4 بَشِيرًا müjdeleyici ب ش ر
5 وَنَذِيرًا ve uyarıcı ن ذ ر
6 وَإِنْ ve yoktur
7 مِنْ hiçbir
8 أُمَّةٍ millet ا م م
9 إِلَّا olmayan
10 خَلَا (gelip) geçmiş خ ل و
11 فِيهَا içinde
12 نَذِيرٌ bir uyarıcı ن ذ ر

اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَش۪يراً وَنَذ۪يراًۜ 

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  نَا  mütekellim zamiri  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. اَرْسَلْنَاكَ  fiili  اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.

اَرْسَلْنَاكَ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  كَ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. بِالْحَقِّ  car mecruru  اَرْسَلْنَاكَ  fiiline mütealliktir. 

بَش۪يرًا  ve نَذ۪يرًا  kelimeleri  اَرْسَلْنَاكَ  fiilinin mef’ûlunun hali olup fetha ile mansubdur.

بَش۪يرًا  - نَذ۪يرًا  kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


 وَاِنْ مِنْ اُمَّةٍ اِلَّا خَلَا ف۪يهَا نَذ۪يرٌ

 

وَ  atıf harfidir.  اِنْ  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  مِنْ  harf-i ceri zaiddir.  اُمَّةٍ  lafzen mecrur, mübteda olarak mahallen merfûdur.  اِلَّا  hasr edatıdır. 

خَلَا  elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir.  ف۪يهَا  car mecruru  خَلَا  fiiline mütealliktir. نَذ۪يرٌ  fail olup lafzen merfûdur.

اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَش۪يراً وَنَذ۪يراًۜ 

 

Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.  اِنَّ  ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkâri kelamdır.

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve subût ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler,  اِنَّ , isim cümlesi ve isnadın tekrarı sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı Kadr/1.)

Müsnedin mazi fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye, hudûs, sebat ve istikrar ifade etmiştir.

اَرْسَلْنَاكَ  fiili, azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.

Allah Teâlâ, Kur'an'da ne zaman kendisinden azamet zamiriyle bahsetse hemen öncesinde veya sonrasında vahdaniyetinin bilinmesi için kendisine ait tekil bir zamir gelir. (Fâdıl Sâlih Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 467)

بَش۪يراً  ve  نَذ۪يراً  kelimeleri  اَرْسَلْنَاكَ ’nin mef’ûlünden haldir. Hal manayı tamamlamak ve pekiştirmek için yapılan tetmim ıtnâbıdır.

نَذ۪يراً  -  بَش۪يراً  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. 

بِالْحَقِّ  ifadesi iki zamirden birinin halidir; anlamı da ‘hak olduğun -ya da olduğumuz- halde’ şeklindedir.  بِالْحَقِّ , mastarın sıfatı da olabilir ki bu durumda anlam; hak ile birlikte bulunan bir göndermeyle, olur. Bir diğer ihtimal ise  بَش۪يراً وَنَذ۪يراًۜ  kelimelerine müteallik olmasıdır. Bu takdirde; gerçek olan bir vaat ile uyaran, gerçek olan bir azap ile korkutan biri olarak anlamında olur. (Keşşâf) 


وَاِنْ مِنْ اُمَّةٍ اِلَّا خَلَا ف۪يهَا نَذ۪يرٌ

 

 

Atıfla gelen cümle kasırla tekid edilmiştir. Nefy harfi  اِنْ  ve istisna edatı  اِلَّٓا  ile oluşan kasır cümleyi tekid etmiştir.  مِنْ اُمَّةٍ , lafzen mecrur mahallen merfû olarak mübtedadır.  مِنْ tekid ifade eden zaid harftir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan خَلَا ف۪يهَا نَذ۪يرٌ  cümlesi haberdir. Müsnedin mazi fiil sıygasında cümle olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, sebat ve istikrar ifade etmiştir.

Haber olan cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  ف۪يهَا , konudaki önemine binaen, fail olan  نَذ۪يرٌ ’a takdim edilmiştir.

İki unsurla tekid edilen sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. 

Kasr, mübteda ile haber arasındadır.  اُمَّةٍ  maksûr/mevsûf,  خَلَا  maksûrun aleyh/sıfat olmak üzere kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, zaid harf, isim cümlesi ve kasr sebebiyle birden fazla tekid ifade eden çok muhkem cümlelerdir.

Cenab-ı Hak, şu iki hususu anlatmak için, ["Hiçbir ümmet müstesna olmamak üzere, mutlaka her ümmette bir uyarıcı, elçi bulunmuştur"] buyurmuştur;

1) Peygamberin kalbini teselli etmek için... Çünkü böylece Cenab-ı Hak, başkalarının da kendisi gibi, kavminin eziyetlerine katlanmış olduğunu bildirmektedir.

2) Onu kabul etmesini, kavmine ilzam etmek... Çünkü Hz Muhammed (sav), peygamberlerin ilki değildir. O ancak, diğerleri gibi o peygamberlerin iddia ettiği şeyleri iddia etmiş ve o şeyleri anlatmıştır. (Fahreddin er-Râzî)

 
Fâtır Sûresi 25. Ayet

وَاِنْ يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كَذَّبَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۚ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ وَبِالزُّبُرِ وَبِالْكِتَابِ الْمُن۪يرِ  ...


(Ey Muhammed!) Eğer seni yalanlıyorlarsa bil ki, onlardan öncekiler de peygamberlerini yalanlamışlardı. Oysa peygamberleri onlara apaçık delilleri, sahifeleri ve aydınlatıcı kitabı getirmişlerdi.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَإِنْ ve eğer
2 يُكَذِّبُوكَ seni yalanlıyorlarsa ك ذ ب
3 فَقَدْ elbette
4 كَذَّبَ yalanlamışlardı ك ذ ب
5 الَّذِينَ kimseler de
6 مِنْ
7 قَبْلِهِمْ bunlardan önceki ق ب ل
8 جَاءَتْهُمْ onlara getirmişlerdi ج ي ا
9 رُسُلُهُمْ elçileri ر س ل
10 بِالْبَيِّنَاتِ açık kanıtlar ب ي ن
11 وَبِالزُّبُرِ ve sahifeler ز ب ر
12 وَبِالْكِتَابِ ve Kitap ك ت ب
13 الْمُنِيرِ aydınlatıcı ن و ر

  Ceye'e جيأ :

  جاء fiilinin mastarı olan مَجِيء sözcüğü الإتيان gibi gelmek anlamındadır ancak farkı ondan daha genel olmasıdır. Çünkü الإتيان rahat bir şekilde gelmeyi anlatır, bazen elde edilmemiş olsa da kasıt itibarıyla getirilmek istenen şey için de söylenebilir. مَجِيء  ise sadece meydana gelen şeyler için geçerlidir.

  Yine جاء fiili hem soyut hem somut şeyler için de kullanılabilir. (Müfredat) 

  Kuran’ı Kerim’de sadece sülasi fiil olarak 278 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)

  Türkçede kullanılan bir türevi bulunmamakla birlikte Kuran-ı Kerim'de 10'dan fazla geçmesi sebebiyle kitabın Arapça kelimeler sözlüğü bölümüne alınmıştır.(Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

وَاِنْ يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كَذَّبَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۚ 

 

وَ  atıf harfidir.  اِنْ  iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يُكَذِّبُوكَ  şart fiili  ن ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir  كَ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder. 

كَذَّبَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ , fail olarak mahallen merfûdur.    

مِنْ قَبْلِهِمْ  car mecruru  mahzuf sılaya mütealliktir. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

يُكَذِّبُوكَ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi  كذب ’dir.

Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.


جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ وَبِالزُّبُرِ وَبِالْكِتَابِ الْمُن۪يرِ

 

Cümle, ism-i mevsûlun halidir.

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde  iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 

1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 

2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 

3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).

Burada hal mazi fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) mazi fiil cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına  وَقَدْ  gelir. Bazen sadece  و  gelir. Nadiren و ‘sız gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

جَٓاءَتْهُمْ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  تۡ  te’nis alametidir. Muttasıl zamir  هُمُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  رُسُلُهُمْ  fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamiri  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

بِالْبَيِّنَاتِ  car mecruru  جَٓاءَتْهُمْ  fiiline mütealliktir.  اَلْبَيِّنَاتِ  kelimesi cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır.

وَبِالْكِتَابِ  cümlesi atıf harfi  وَ ‘la makabline matuftur. الْمُن۪يرِ  kelimesi  الْكِتَابِ ‘nin sıfatı olup kesra ile mecrurdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat

Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar  2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَاِنْ يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كَذَّبَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۚ 

 

Ayet, önceki ayetteki …اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ  cümlesine  وَ ’la atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Mütekellim Allah Teâlâ, muhatap Hz.Peygamber’dir. İlk cümle, şart üslubunda gelmiştir. Müspet muzari fiil sıygasındaki şart cümlesi  يُكَذِّبُوكَ , faide-i haber ibtidaî kelamdır.

اِنْ , vuku bulması nadir olan durumlarda kullanılan şart harfidir. 

فَ  karinesiyle gelen cevap cümlesi  فَقَدْ كَذَّبَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.  قَدْ  tahkik harfiyle tekid edilmiştir.

Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber talebî kelamdır. Haberî isnad yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.

Fail konumundaki has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’nin sılası mahzuftur.  مِنْ قَبْلِهِمْ  bu mahzuf sılaya mütealliktir. Sılanın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. 

Allah Teâlâ, önceki kavimlerin de peygamberleri yalanladıkları haberini verdiği bu cümlenin maksatları arasında Rasulullah’a sav destek olmak manası vardır. Bu idmâc sanatıdır. 

Bu ayette Peygamber (sav) teselli edilmektedir. (Âşûr)

يُكَذِّبُوكَ - كَذَّبَ  kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve  reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır. 


جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ وَبِالزُّبُرِ وَبِالْكِتَابِ الْمُن۪يرِ

 

Fasılla gelen  جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ  cümlesi ism-i mevsulden hal-i müekkide olarak ıtnâbdır. و ’la gelmeyen bu hal cümlesi bu durumun, sürekli bir özellik olduğuna işaret eder. Hal sahibinin durumunu tekid ifade ettiği için fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Tekid edici halin başına  وَ  gelmez.

Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.  بِالزُّبُرِ وَبِالْكِتَابِ  car mecrurları بِالْبَيِّنَاتِ ‘e matuftur. Cihet-i câmia temâsüldür. Car mecrurlar,  رُسُلُهُمْ ’un mahzuf haline mütealliktir.

الْمُن۪يرِ  kelimesi  الْكِتَابِ  için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

الْمُن۪يرِ , mübalağalı ism-i fail kalıbında gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder. 

الْكِتَابِ الْمُن۪يرِ  ifadesinde istiare vardır. الْمُن۪يرِ  kelimesi mecazi manada kullanılmıştır. ‘Yol gösteren’ manasında müstear lafızdır. Câmi’ her ikisinde de bulunan hedefe ulaştırma  özelliğidir.

Beyyinât; peygamberliğin doğruluğuna tanıklık eden deliller yani mucizelerdir. الزُّبُرِ  ise sahifeler anlamındadır. Aydınlatıcı bir kitap ile Tevrat, İncil ve Zebur gibi kitaplar kastedilmiştir. Her ne kadar bir kısmı -yani açık deliller- tüm peygamberlerde, bir kısmı -yani kitap ve sahifeler- bazılarında bulunuyorsa da, bu zikredilenler peygamber cinsine ait olduğundan, peygamberlerin tümüne mutlak olarak isnat edilmişlerdir. (Keşşâf, Ebüssuûd, Âşûr)

 

Fâtır Sûresi 26. Ayet

ثُمَّ اَخَذْتُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَكَيْفَ كَانَ نَك۪يرِ۟  ...


Sonra ben inkâr edenleri yakaladım. Beni inkâr etmenin sonucu nasıl oldu!

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 ثُمَّ sonra
2 أَخَذْتُ ben de yakaladım ا خ ذ
3 الَّذِينَ kimseleri
4 كَفَرُوا inkar eden(leri) ك ف ر
5 فَكَيْفَ nasıl? ك ي ف
6 كَانَ oldu ك و ن
7 نَكِيرِ benim inkarım ن ك ر

ثُمَّ اَخَذْتُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا

 

Cümle, terahi ifade eden  ثُمَّ  harfi ile makabline atfedilmiştir. Ayetin ilk cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107) 

Mef’ûl konumundaki has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ‘nin sılası olan  كَفَرُوا  cümlesi, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.

Bahsi geçenlerin ism-i mevsûlle ifade edilmeleri tahkir ve sonraki haber dikkat çekmek içindir.

Burada, zamir (onları) kullanılmayıp  الَّذ۪ينَ كَفَرُوا  denilmesi, onları küfürle zemmetmek ve azaba uğratılmalarinin sebebinin de bu olduğunu bildirmek içindir. (Ebüssuûd)


 فَكَيْفَ كَانَ نَك۪يرِ۟

  

Ayetin son cümlesi atıf harfi  فَ  ile makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. İki cümle arasında lafzen ve manen mutabakat mevcuttur.

İstifham üslubunda talebî inşâî isnad olan cümlede takdim-tehir sanatı vardır. 

كَيْفَ  istifham ismi,  كَانَ ’nin mukaddem haberidir. 

Buradaki istifham tacîb (hayret uyandırma) ifade eder. (Âşûr) 

Muzâfun ileyhi mahzuf, izafet terkibindeki  نَك۪يرِ , nakıs fiil  كَانَ ’nin muahhar ismidir.

نَك۪يرِ , inkârın şiddetini ifade eden bir isimdir. Burada ikabın (cezanın) şiddeti için kinaye olarak kullanılmıştır.(Âşûr)

Muzâfun ileyh olan mütekellim zamiri hafifletmek ve fasılaya riayet için hazf edilmiştir. (Âşûr)

Sübut ve istimrar ifade eden bu isim cümlesi, istifham üslubunda geldiği halde soru kastı taşımayıp inkâr ve tehdit manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.

Ayetteki, ["Bak ki benim inkârım nasıl imiş!"] ifadesi, daha önce bilineni iyice anlatmak için sorulmuş bir sorudur: Onlar Allah'ın, kendilerini alabildiğine inkâr ettiğini, yani yadırgadığını ve hoşlanılmayacak bir işi, yani köklerini kazıyacak bir azabı başlarına getireceğini biliyorlardı. (Fahreddin er-Râzî)

فَكَيْفَ كَانَ نَك۪يرِ۟ , onların uğratılacakları ilâhî azabın pek korkunç ve şiddetli olacağını bildirmektedir. (Ebüssuûd)

ثُمَّ اَخَذْتُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا 

 

Cümle, terahi ifade eden  ثُمَّ  harfi ile makabline atfedilmiştir. Ayetin ilk cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107) 

Mef’ûl konumundaki has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ‘nin sılası olan  كَفَرُوا  cümlesi, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.

Bahsi geçenlerin ism-i mevsûlle ifade edilmeleri tahkir ve sonraki haber dikkat çekmek içindir.

Burada, zamir (onları) kullanılmayıp  الَّذ۪ينَ كَفَرُوا  denilmesi, onları küfürle zemmetmek ve azaba uğratılmalarinin sebebinin de bu olduğunu bildirmek içindir. (Ebüssuûd)


 فَكَيْفَ كَانَ نَك۪يرِ۟

 

 

Ayetin son cümlesi atıf harfi  فَ  ile makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. İki cümle arasında lafzen ve manen mutabakat mevcuttur.

İstifham üslubunda talebî inşâî isnad olan cümlede takdim-tehir sanatı vardır. 

كَيْفَ  istifham ismi,  كَانَ ’nin mukaddem haberidir. 

Buradaki istifham tacîb (hayret uyandırma) ifade eder. (Âşûr) 

Muzâfun ileyhi mahzuf, izafet terkibindeki  نَك۪يرِ , nakıs fiil  كَانَ ’nin muahhar ismidir.

نَك۪يرِ , inkârın şiddetini ifade eden bir isimdir. Burada ikabın (cezanın) şiddeti için kinaye olarak kullanılmıştır.(Âşûr)

Muzâfun ileyh olan mütekellim zamiri hafifletmek ve fasılaya riayet için hazf edilmiştir. (Âşûr)

Sübut ve istimrar ifade eden bu isim cümlesi, istifham üslubunda geldiği halde soru kastı taşımayıp inkâr ve tehdit manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.

Ayetteki, ["Bak ki benim inkârım nasıl imiş!"] ifadesi, daha önce bilineni iyice anlatmak için sorulmuş bir sorudur: Onlar Allah'ın, kendilerini alabildiğine inkâr ettiğini, yani yadırgadığını ve hoşlanılmayacak bir işi, yani köklerini kazıyacak bir azabı başlarına getireceğini biliyorlardı. (Fahreddin er-Râzî)

فَكَيْفَ كَانَ نَك۪يرِ۟ , onların uğratılacakları ilâhî azabın pek korkunç ve şiddetli olacağını bildirmektedir. (Ebüssuûd)

 
Fâtır Sûresi 27. Ayet

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ ثَمَرَاتٍ مُخْتَلِفاً اَلْوَانُهَاۜ وَمِنَ الْجِبَالِ جُدَدٌ ب۪يضٌ وَحُمْرٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهَا وَغَرَاب۪يبُ سُودٌ  ...


Görmüyor musun ki, Allah gökten su indirdi. Biz onunla türlü türlü ürünler çıkardık. Dağlardan da beyaz, kırmızı (birbirinden farklı) çeşitli renklerde yollar (katmanlar) var, simsiyah taşlar da var.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَلَمْ
2 تَرَ görmedin mi ر ا ي
3 أَنَّ elbette
4 اللَّهَ Allah
5 أَنْزَلَ indirdi ن ز ل
6 مِنَ -ten
7 السَّمَاءِ gök- س م و
8 مَاءً su م و ه
9 فَأَخْرَجْنَا böylece çıkardık خ ر ج
10 بِهِ onunla
11 ثَمَرَاتٍ meyvalar ث م ر
12 مُخْتَلِفًا çeşit çeşit خ ل ف
13 أَلْوَانُهَا renkleri ل و ن
14 وَمِنَ ve
15 الْجِبَالِ dağlardan ج ب ل
16 جُدَدٌ yollar ج د د
17 بِيضٌ beyaz ب ي ض
18 وَحُمْرٌ ve kırmızı ح م ر
19 مُخْتَلِفٌ değişik خ ل ف
20 أَلْوَانُهَا renklerde ل و ن
21 وَغَرَابِيبُ ve simsiyah غ ر ب
22 سُودٌ kara س و د

Dikkatlerimizi bir yandan tabiatın ihtişamına diğer yandan da bu muhteşem görünümü meydana getiren farklılıkların tek kaynaktan neşet ettiğine ve bunu sağlayan yüce kudrete çeken bu âyetlerde renk ve tür faktörüne ağırlık verildiği görülmektedir. 27. âyetin (dağlar hakkındaki) “farklı renklerde” şeklinde çevrilen kısmıyla her bir rengin farklı tonlarına işaret edildiği ve siyahın en koyu tonunu belirtmek üzere “simsiyah” anlamına gelen nitelemenin cümlenin sonuna bırakıldığı da düşünülebilir (Râzî, XXVI, 21). Çıplak gözle gözlemleyebildiğimiz âlemde ilk bakışta farklılıkları ayırt etme hususunda renklerin etkisi son derece açık olduğundan bu özellik ön plana çıkarılmıştır. Fakat bunlar üzerinde inceleme yapmaya ve düşünmeye başlayanlar hemen göreceklerdir ki, bu türleri ayırt ettiren yegâne ayıraç renkler değildir. İnsanlar, dağlar, bitkiler, hayvanlar renk renk olduğu gibi daha pek çok özellik ve yetenek farklarıyla da birbirlerinden ayırt edilirler. İster ilk nazarda göze çarpan ister daha dikkatli bir incelemeyle tesbit edilen bu farklılıkların hepsi son tahlilde biçimseldir; özü itibariyle bunların tamamı tek bir şeye işaret etmektedir ki o da böylesine bir âhenk içerisinde bu çeşitliliği sağlayan irade ve güçtür. Bunu anlamamızı kolaylaştırmak üzere türlü renkler taşıyan bitkisel ürünlerin varlığını bir kaynağa yani suya borçlu bulunduğu, onu da indirenin yüce Allah olduğu belirtilmiştir. 

28. âyette haşyet kökünden gelen ve “büyüklüğü karşısında heyecan duyarlar” diye çevirdiğimiz kelime burada, “büyüklük karşısında duyulan heyecan ve korku, zarar görmekten değil, hakkını verememekten kaynaklanan endişe” mânasına gelmektedir. Muhataplarını doğadaki muhteşem görünümlerden hareketle akıllara durgunluk verecek incelikleri keşfetmeye yönlendiren Kur’an’ın, bu bağlamda bilmenin değerine vurgu yapması oldukça ilginçtir. Fakat burada kullanılan ve “bilenler”şeklinde çevrilen ulemâ kelimesinin kök anlamları arasında, bir şeyi derinlemesine tanıyıp mahiyetini idrak etme, bir konuda kesin bilgiye ulaşma, bir işin hakikatine nüfuz etme mânalarının bulunduğu göz önüne alınırsa, kendilerine gönderme yapılan ve Allah’a saygı duyma hususunda ön plana çıkarılan kişilerin, meslek olarak bilimsel faaliyet icra edenler veya birtakım bilgileri öğrenip belleklerine yerleştirmiş olanlar değil, zihnî çabalarını Allah’ın evrendeki kudret delillerinden sonuçlar çıkarabilme düzeyine yükseltebilmiş kişiler olduğu anlaşılır. Zaten sahâbe ve tâbiîn büyüklerinin birçoğundan yapılan rivayetlerde ne kadar bilgili olurlarsa olsunlar Allah’a saygı yolunda mesafe alamamış kimselerin âlim olarak nitelenemeyecekleri belirtilmiştir (meselâ bk. Zemahşerî, III, 274; Şevkânî, IV, 398). Gerek insanı ve toplumları gerekse evrendeki diğer varlıkları inceleyen değişik bilim dallarına mensup bilim adamlarından pek çoğunun –başlangıçta ateist veya Allah inancı konusunda mütereddit olsalar bile– bu araştırmalar sonucunda kâinattaki şaşmaz dengeyi, akılları zorlayan ince hesapları ve hayranlık uyandıran âhengi müşahede ederek ya doğrudan ilâhî kudret ve azamete atıf yapan veya bu güç karşısındaki aczin itirafı anlamına gelen ifadeler kullanmaları, bu âyetlerde ilme yapılan göndermenin anlaşılmasını daha kolaylaştırmaktadır. Yine, sosyal çevrenin etkisiyle dine karşı kayıtsız kalmış ve metafizik konularıyla ilgilenme fırsatı bulamamış birçok insanın az önce sözü edilen araştırmaların sonuçlarını izleyince düşünce dünyalarında önemli değişikliklerin hatta sarsılmaların meydana gelmesi, varlıklar âlemindeki bu düzenin bir tesadüfün eseri olamayacağı üzerinde düşünmeye başlamaları, bu sayede kendilerini sorgulama ve hayatı anlamlandırma çabası içine girmeleri de, Kur’an’a gönül vermiş kişilere önemli bir görevi yani ilim yolunda öncülük etmenin de Müslümanlığın gereklerinden olduğunu hatırlatmış olmaktadır. 

Râzî’nin açıklaması esas alınarak, 28. âyette geçen ve “hayvanlar” anlamına gelen devvâb ve en‘âm kelimelerinden birincisine meâlde “binek hayvanları” ikincisine “eti yenen hayvanlar” mânası verilmiştir (bk. XXVI, 21).

 


Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 465-466

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ ثَمَرَاتٍ مُخْتَلِفاً اَلْوَانُهَاۜ 

 

Hemze istifham harfidir. Fiil cümlesidir.  لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  

تَرَ  illet harfinin hazfiyle meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ’dir.  اَنَّ  ve masdar-ı müevvel mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

اَنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.  اللّٰه  lafza-i celâli  اَنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur.  اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ  cümlesi  اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen mansubdur. 

اَنْزَلَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. مَٓاءً mef'ûlun bih olup lafzen mansubdur.  مِنَ السَّمَٓاءِ  car mecruru  اَنْزَلَ  fiiline mütealliktir.

فَ  atıf harfidir.  اَخْرَجْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.  بِه۪  car mecruru  اَخْرَجْنَا  fiiline mütealliktir.  ثَمَرَاتٍ  mef’ûlun bih olup cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.

مُخْتَلِفاً  kelimesi  ثَمَرَاتٍ ‘in sıfatı olup fetha ile mansubdur.  اَلْوَانُهَا  cümlesi ism-i fail olan  مُخْتَلِفاً ‘in failidir.  

اَخْرَجْنَا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’âl babındadır. Sülâsîsi  خرج ’dır.

İf’âl babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.

مُخْتَلِفٌ  sülâsi mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftiâl babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


 وَمِنَ الْجِبَالِ جُدَدٌ ب۪يضٌ وَحُمْرٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهَا وَغَرَاب۪يبُ سُودٌ

 

وَ  atıf harfidir.  مِنَ الْجِبَالِ  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir.  جُدَدٌ  mübteda muahhar olup lafzen merfûdur.

ب۪يضٌ وَحُمْرٌ مُخْتَلِفٌ  kelimeleri  جُدَدٌ ‘un sıfatı olup lafzen merfûdur. 

اَلْوَانُهَا  kelimesi ism-i fail olan  مُخْتَلِفٌ ‘un faili olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

İsm-i failin fiil gibi amel şartları şunlardır: 

1. Harf-i tarifli (ال) olmalıdır.  2. Haber olmalıdır.  3. Sıfat olmalıdır.  4. Hal olmalıdır.  5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır.  6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır.

Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir. Bu amel şartlarından birini taşıyan ismi fail kendisinden sonra fail ve meful alabilir. Bu fail veya mef’ûl bazen ism-i failin muzâfun ileyhi konumunda da gelebilir. İsm-i fail tercüme edilirken umumiyetle muzari manası verir. Nadiren mazi manası da olabilir. Burada harf-i tarifli olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

غَرَاب۪يبُ  kelimesi atıf harfi  وَ ‘la  ب۪يضٌ ‘e matuftur.  سُودٌ  kelimesi  غَرَاب۪يبُ ‘den bedel veya atf-ı beyandır.

Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i ba’z, 3. Bedel-i iştimâl. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ ثَمَرَاتٍ مُخْتَلِفاً اَلْوَانُهَاۜ 

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Hemze takriri veya inkâri istifham harfidir. 

Tekid ve masdar harfi  اَنَّ ‘nin dahil olduğu  اَنَّ اللّٰهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ  cümlesi, masdar teviliyle,  تَرَ  fiilinin iki mef’ûlü yerindedir. Masdar-ı müevvel sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

اَنَّ ’nin haberi olan  اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin mazi fiil sıygasında cümle olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.

Mazi fiil sebat, temekkün ve istikrar ifade eder. (Hâlidî, Vakafat, s. 107)

Cümle istifham üslubunda olmasına rağmen, taaccüp ve takrir manasına gelmesi sebebiyle mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.

Muzari sıygada gelerek teceddüt ve istimrar ifade eden  تَرَ  fiili iki mef’ûle müteaddi fiillerdendir.

فَاَخْرَجْنَا بِه۪ ثَمَرَاتٍ مُخْتَلِفاً اَلْوَانُهَاۜ  cümlesi hükümde ortaklık nedeniyle  اَنَّ ’nin haberi olan …اَنْزَلَ  cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)

Fiil, azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir. 

اَنْزَلَ  fiiliyle, اَخْرَجْنَا  fiili arasında, gaib zamirden azamet zamirine iltifat sanatı vardır. (Âşûr)

Allah Teâlâ, önce  اَنْزَلَ (indirdi), sonra  اَخْرَجْنَا  (çıkardık) buyurmuştur. Bunu duyan kimse eğer cahil birisiyse, "Yağmurun yağışı, ağır olduğu için tabiîdir" diyebilir. İşte ona, "Senin, bu su ile çeşitli meyveler çıkarmamız hakkında, "Bu da tabiidir" demen imkânsız. Binaenaleyh bu, Allah'ın iradesiyledir" denir. Bunun Allah'tan oluşu daha açık olunca, Cenab-ı Hak bu işi bizzat kendisine nispet ederek anlatmıştır. (Fahreddin er-Râzî)

ثَمَرَاتٍ ’deki tenvin nev ve kesret ifade eder.

ثَمَرَاتٍ  için sıfat olan  مُخْتَلِفاً , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.

اَلْوَانُهَاۜ , ism-i fail vezninde gelen  مُخْتَلِفاً ’in failidir.

السَّمَٓاءِ - مَٓاءًۘ  kelimeleri arasında cinâs-ı nakıs ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.

اَلَمْ تَرَ  ifadesi zahiren istifham ise de muhatabı taaccübe sevk eden bir ifadedir. (Fahreddin er-Râzî)

Bu görme  اَلَمْ تَرَ , yani ‘bilmek’ anlamındaki kalp görmesidir. (Ebüssuûd)

Bu ifade Kur’an’ın en azim cümlelerinden biridir. Pek çok kez tekrarlanmıştır. Bundan sonra da acayip, garip, akla-mantığa aykırı şeyler zikredilmiştir. (Muhammed Ebû Mûsâ, Hâ-Mîm Sûreleri Belâği Tefsîri, C. 1, S. 343)

أولم تر  tabirinin hayatta misali çok görülen konularda kullanıldığı da söylenmiştir.

ألم تر  tabirinin de çok rastlanmayan konularda kullanıldığı söylenmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, C. 2, s. 329)

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً  [Görmedin mi ki, Allah gökten su indir­di.] ayetindeki soru, takrir ifade eder. Bunda ‘hayret’ manası vardır. (Safvetü’t Tefâsir) 

اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ فَاَخْرَجْنَا بِه۪  [Gökten su indirdi ve onunla çıkardık] cümlesinde III. şahıs kipinden I. şahıs kipine dönüş vardır.  فَاَخْرَج (ve çıkar­dı) yerine  فَاَخْرَجْنَا  (biz çıkardık) denilmiştir. Zira bu, azamet ifade eder ve fiile son derece önem verildiğini açıklar. Çünkü bu işte, Yüce Allah'ın son­suz kudretini ve hikmetini bildiren güzel sanat vardır. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir) 

Bu kelam, bitkiler, cansız ve canlı mahluklar gibi bütün yaratılmışlarda değişiklik ve farklılık hep mevcut olduğunu beyan ederek makablinde geçen insanların hallerinin değişik olmasını izah etmektedir. (Ebüssuûd)

 

 وَمِنَ الْجِبَالِ جُدَدٌ ب۪يضٌ وَحُمْرٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهَا وَغَرَاب۪يبُ سُودٌ

 

 

 İstînâfa matuf cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Sübut ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.  مِنَ الْجِبَالِ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir.  جُدَدٌ , muahhar mübtedadır. 

جُدَدٌ  için sıfat olan  ب۪يضٌ - حُمْرٌ- مُخْتَلِفٌ  kelimeleri, mevsûfun sahip olduğu özelliklere işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.

جُدَدٌ : Cim harfinin ötresiyle "cüdde"nin çoğuludur. Cüdde bir rengi diğer renkten ayıran yol gibi ayırıcı çizgidir. Nitekim "cim" harfinin üstün okunması ile "cedde" de cadde demektir. Ve kapkara, yani koyu kuzgûnî siyah renkte demektir. (Elmalılı, Âşûr)

Zemahşerî, buradaki "cüded'in, "zû cüded" (yollu) manasına olduğunu söylemiştir. (Fahreddin er-Râzî)

اَلْوَانُهَاۜ , ism-i fail vezninde gelen  مُخْتَلِفاً ’in failidir.

غَرَاب۪يبُ , müsnedün ileyh olan  جُدَدٌ ‘a matuftur. Cihet-i câmia, temâsüldür.

غَرَاب۪يبُ: "Ğayn" harfinin kesresiyle (girbîb)in çoğuludur. Gırbîb, siyahın şiddetlisi demektir, ki pekiştirme olsun diye abartma için kulanılır. (Elmalılı, Âşûr)

غَرَاب۪يبُ ‘den bedel olan  سُودٌ , ifadeyi kuvvetlendirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

Dağlardaki renkler beyaz kırmızı ve siyah olmak üzere sayılmıştır. Bu taksim sanatıdır.

اَلْوَانُهَا - ب۪يضٌ - حُمْرٌ - سُودٌ  ve  غَرَاب۪يبُ - الْجِبَالِ - جُدَدٌ  gruplarındaki kelimeler arasında mürâât-ı nazîr,  مُخْتَلِفٌ - اَلْوَانُهَا  kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Ayetteki, مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهَا /renkleri çeşitli ifadesinden anlaşılan, bu çeşitliliğin her bir renkle ilgili olmasıdır, yani, "beyazın farklı tonlarından, kırmızının farklı tonlarından..." demektir. Çünkü beyaz, bazan kireç, bazan daha az beyaz olan toprak renginde olur. Kırmızı da böyledir. Binaenaleyh ayetten kastedilen çeşitler, sadece beyaz ve kırmızı olsaydı, bu ifade sırf te'kid olurdu. Binâenaleyh önceki mana daha evladır. Bu izaha göre diyoruz ki: Cenab-ı Hak beyaz, kırmızı ve siyahtan sonra o yolların renklerinin çeşitli oluşundan bahsetmemiş, aksine beyaz ve kırmızıdan sonra "renklerin çeşitliliğinden bahsetmiş, kuzgûnî siyahı bundan sonra zikretmiştir. Çünkü siyah, kendini tekid eden "garâbib (kuzgûnî)" kelimesiyle birlikte zikredilince, bu simsiyah yollar manasına olur ve artık bu siyahın çeşitleri olmaz. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)

Allah Teâlâ’nın [görmedin mi] uyarısıyla, kevnî ayetleri sıralamasındaki asıl amaç yüce kudretini muhataba göstermektir. Ayette idmâc sanatı vardır.

Bu ayette de açıklık-kapalılık, düzlük-sarplık bakımından dağ yollarının tasvirinde kinaye anlamlarında kullanılan renkler zahir anlamlarıyla aralarında zıtlık bulunduğu görüntüsü vermektedir. İşlek yoldan kinaye edilen beyaz yol ile çok az bilinen yoldan kinaye edilen siyah yol arasında renkler bakımından zıtlık söz konusudur. Bu vb. ayetlerde genelde mecaz, kinaye veya uzak anlamlarıyla kullanılan renk sıfatlarında, ṭıbâḳ îhâmına çokça rastlamak mümkündür. Burada olduğu gibi, övmek veya başka bir amaçla bir manayı ifade etmek için kinâye veya tevriye yoluyla renkleri kullanarak cümleyi süslemeye tedbîc / التدبيج  denir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)

Bu ayette karışık ve açık yollardan kinâye yapılmaktadır. Beyaz yol, sıkça gidip gelinen en açık olan yoldur. Siyah yol, en karışık yoldur. Kırmızı yol, diğer ikisinin ortası durumda bir yoldur. (İbn Ebi’l-İsba‘, Tahrîru’t-Tahbîr, s. 532)

Ayette dağlardaki yollar vasfedilirken kullanılan beyaz kelimesi bir renk ismi olması ile birlikte yolcusu çok olan yol olarak açıklanmakta, böylece uzak anlamın kullanılmasıyla tevriye meydana gelmektedir. Aynı bağlamda kullanılan kırmızı renk ise diğer muhtelif renklere atıfta bulunularak konu edilmekte sonrasında ise siyah renkten bahsedilmektedir. Gerek tevriyeli manasından gerekse tevriyesizi bakımından  beyaz ve siyah, iki karşıt durumu meydana getirmekte ve tıbâkın oluşumunu sağlamaktadır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)

Zuhaylî’nin ifadesiyle ayet-i kerimede  اَلَمْ تَرَ  ifadesindeki istifham takriri olup kendisinde taaccüp manası vardır. Yani Ey İnsan! Allah Teâlâ’nın bir şeyden çeşitli şeyleri yarattığını, gökten yağmur indirip bununla farklı cins, tür, tat ve kokularda; sarı, kırmızı, yeşil, beyaz, siyah gibi değişik renklerde meyveler yarattığına şahit olmuyor musun? Bu ifadelerle Allah Teâlâ tek bir şeyden bir çok şeyi yaratması hususunda kemâl-i kudretine dikkat çekmektedir. (Sinan Yıldız, Vehbe Ez-Zuhaylî’nin Et-Tefsîru’l-Münîr adlı Tefsirinde Belâgat İlmi Uygulamaları)

Zemahşerî şöyle der: "Garâbîb kelimesi, mukadder (görünmeyen mahzûf olan) "renkli bir şeyi" tekid etmiştir. Buna göre Cenab-ı Hak sanki, "sevâdün garâbibu" (simsiyah, kuzguni siyah) demiş, daha sonra yeniden "sûd" (siyah) kelimesini getirmiştir. Bunun hikmeti, o siyahlığı iyice tekid etmektir. Çünkü Allah Teâlâ, aynı şeyi hem mukadder olarak hem de açıktan getirerek zikretmiştir." Bazıları da bu ifadede bir takdim-tehir olduğunu söylemişlerdir. (Fahreddin er-Râzî)

Ayetteki  اَلْوَانُهَا 'dan (renklerden) murad, cinsleri yahut sınıflarıdır. Zira her ürünün birçok sınıfları vardır. Yahut ondan murad, biçimleri ve şekillerdir. Yahut da sarı, yeşil ve kırmızı gibi renklerdir. Bundan sonra gelen cümleye en uygun olan mana da budur. (Ebüssuûd)

 
Fâtır Sûresi 28. Ayet

وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَٓابِّ وَالْاَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ كَذٰلِكَۜ اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ غَفُورٌ  ...


İnsanlardan, (yeryüzünde) hareket eden (diğer) canlılardan ve hayvanlardan yine böyle çeşitli renklerde olanlar vardır. Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمِنَ -dan vardır
2 النَّاسِ insanlar- ن و س
3 وَالدَّوَابِّ ve hayvanlardan د ب ب
4 وَالْأَنْعَامِ ve davarlardan ن ع م
5 مُخْتَلِفٌ türlü خ ل ف
6 أَلْوَانُهُ renkte olanlar ل و ن
7 كَذَٰلِكَ böyle
8 إِنَّمَا ancak
9 يَخْشَى (gereğince) korkar خ ش ي
10 اللَّهَ Allah’tan
11 مِنْ içinden
12 عِبَادِهِ kulları ع ب د
13 الْعُلَمَاءُ bilginler ع ل م
14 إِنَّ şüphesiz
15 اللَّهَ Allah
16 عَزِيزٌ daima üstündür ع ز ز
17 غَفُورٌ çok bağışlayandır غ ف ر

وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَٓابِّ وَالْاَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ كَذٰلِكَۜ 

 

وَ  atıf harfidir.  مِنَ النَّاسِ  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir.

وَالدَّوَٓابِّ وَالْاَنْعَامِ  cümleleri atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur. 

مُخْتَلِفٌ  mübteda muahhar olup lafzen merfûdur.

اَلْوَانُهَا  kelimesi ism-i fail olan  مُخْتَلِفٌ ‘un faili olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i failin fiil gibi amel şartları şunlardır: 

1. Harfi tarifli (ال) olmalıdır.  2. Haber olmalıdır.  3. Sıfat olmalıdır.  4. Hal olmalıdır.  5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır.  6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır.

Not: Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir. Bu amel şartlarından birini taşıyan ism-i fail kendisinden sonra fail ve mef’ûl alabilir. Bu fail veya mef’ûl bazen ism-i failin muzâfun ileyhi konumunda da gelebilir. İsm-i fail tercüme edilirken umumiyetle muzari manası verir. Nadiren mazi manası da olabilir. Burada ism-i failin amel etme şartı sıfat olmasıdır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

كَ  harf-i cerdir.  مثل (gibi) demektir.  كَذٰلِكَ  car mecruru amili  مُخْتَلِفٌ  olan fiilin mahzuf mef’ûlu mutlaka mütealliktir. 

ذا  işaret ismi, sükun üzere mebni mahallen mecrur, ism-i mecrurdur.  ل  harfi buud yani uzaklık belirten harf,  ك  ise muhatap zamiridir.

مُخْتَلِفٌ  sülâsi mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftiâl babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ 

 

اِنَّمَا , kâffe ve mekfufedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki ma-i kâffeden kasıt ise  اِنَّ  harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan  مَا  demektir.

يَخْشَى   elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.  اللّٰهَ  lafza-i celâli, mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  

مِنْ عِبَادِهِ  car mecruru  يَخْشَى   fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  هِ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  الْعُلَمٰٓؤُ۬ا  muahhar fail olup lafzen merfûdur.

  

  اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ غَفُورٌ

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  اللّٰهَ  lafza-i celâli  اِنّ ‘nin ismi olup lafzen mansubdur. 

عَز۪يزٌ kelimesi  اِنَّ ‘nin haberi olup lafzen merfûdur.  حَك۪يمٌ  ikinci haberi olup lafzen  merfûdur.

عَز۪يزٌ -  غَفُورٌ  kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَٓابِّ وَالْاَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ كَذٰلِكَۜ

 

İstînâfa matuf cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Sübut ifade eden isim cümlesi faide-i haber talebî kelamdır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. مِنَ النَّاسِ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir.  مُخْتَلِفٌ , muahhar mübtedadır. 

وَالدَّوَٓابِّ  ve  الْاَنْعَامِ  kelimeleriمِنَ النَّاسِ ‘ya matuftur. Cihet-i câmia, temâsüldür.

اَلْوَانُهَاۜ , ism-i fail vezninde gelen  مُخْتَلِفاً ’in failidir.

مُخْتَلِفٌ ’un takdiri  صنف  (Sınıf) olan mevsûfu mahzuftur.

Car mecrur  كَذٰلِكَۜ , amili  مُخْتَلِفٌ  olan mahzuf mef’ûlü mutlaka mütealliktir. 

النَّاسِ - الدَّوَٓابِّ - الْاَنْعَامِ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı,  النَّاسِ - الْاَنْعَامِ  kelimeleri arasında ise tıbâk-ı hafî sanatı vardır.

Bu ayet, Allah Tealâ'nın kudret ve iradesine getirilen bir başka delildir. Binaenaleyh Cenab-ı Hak sanki, içinde bulunduğumuz bu alemdeki, yani terkibler (bileşikler) alemindeki mahlukatta bulunan delilleri ikiye ayırmıştır: Canlılarda olan, cansızlarda olan... Cansızlar da, ya bitkiler, ya madenlerdir. Bitkiler, cansızların (hareketsizlerin) en kıymetlisi olup, Hak Teâlâ buna, "O (yağmurla) çeşit çeşit meyveler çıkardı" buyurarak işaret etmiştir. Daha sonra madenlerden de, "Dağlardan da..." ifadesiyle bahsetmiş, bunun peşi sıra da canlılardan bahsederek, işe onların en şereflisi olan insanla başlayıp, "insanlardan..." demiş, sonra hayvanları zikretmiştir. Çünkü hayvanların insana faydası, bu hayvanların canlı olmaları haline bağlıdır. Davarların faydası ise, onlardan yeme ile ilgilidir. Yahut şöyle de diyebiliriz: "dâbbe" denilince örfen at akla gelir. At ise, insanlardan sonra canlıların en kıymetlisidir. (Fahreddin er-Râzî)

 

 اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ 

 

İstînâf cümlesi olarak fasılla gelmiştir. Kasr edatıyla tekid edilmiş müspet muzari fiil cümlesidir. Faide-i haber inkârî kelamdır. Muzari fiil sıygada gelerek hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.

İki tekid hükmündeki kasr, fiille fail arasındadır.  يَخْشَى  maksûr/sıfat,  الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ  maksûrun aleyh/mevsûf olmak üzere kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur. Allah’tan korkmak sıfatı, alimlere tahsis edilmiştir.

اِنَّمَا  kasr edatı, muhatabın cahili olmadığı konularda tekid için gelir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  مِنْ عِبَادِهِ , ihtimam için fail olan  الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ ’ya takdim edilmiştir.

Veciz anlatım kastıyla gelen  عِبَادِهِ  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan  عِبَادِ ,  şan ve şeref kazanmıştır.

Allah’tan başkaları da korkar; hatta belki de onlar arasında Allah’tan alimlerden daha fazla korkan da vardır ama, onların korkusu alimlerinkine benzemez. Bu ayet; mübalağa maksadıyla, Allah’tan alimlerden başkasının korkmadığını zımnen ifade etmiştir. Ayetin siyakında alimlerin şanının önemi ve yüce menzilleri vardır ve bu da insanları düşünmeye ve tefekküre teşvik eder. Ayet-i kerîme başkalarının korkusunun alimlerin korkusu gibi olmadığını ifade etmiştir. Bu kasr, hakiki iddiâî kasrdır. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Meânî İlmi, Zuhaylî, C. XI, s. 598, Zemahşerî, C. V, s. 154, Muhammed Ebû Mûsâ, Delâlâtü’t-terâkîb, S. 47-48)

İbn Âşûr ise bu kasrın izafî olduğu görüşündedir. Yani ‘cahiller ondan korkmaz’ demektir ki onlar da şirk ehlidir. Onların en hususi vasıfları kendilerinin cahiliye halkı olmasıdır. Zira o gün müminler Allah’ı bilenlerin (الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ) ta kendileridir. Müşrikler ise cahiller olup Allah’tan korkmak onlardan nefyedilmiştir. Sonra alimler de Allah’tan korkma konusunda çok farklı derecelere ayrılırlar. يخشى  fiilinin mef’ûlü, failine takdim edilmiştir. Zira kendilerine Allah korkusu/saygısı hasr edilenler alimlerdir. Dolayısıyla mahsurun fîh üzerine tehir edilmesi adeti üzere gerekmiştir. Alimlerden maksat da Allah’ı ve şeriatını bilenlerdir. İlimlerinin miktarına göre bunların haşyetleri de kuvvetlenir. (Âşûr)

Bu ayette lafza-i celâlin öne alınması, Allah’tan kimlerin korktuğunu haber vermek ve bunların sadece âlimler olduğunu bildirmek içindir. Şayet burada  اللّٰهَ  lafzı ile  الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ  lafzı takdim-tehir yoluyla yer değiştirmiş olsa ve  اِنَّمَا يَخْشَى الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ اللّٰهَ (Alimler sadece Allah’tan korkarlar.) denilse anlam tersine döner ve korkulanın kim olduğuna vurgu yapılmış olur. Dolayısıyla vurgu âlimlerde değil lafza-i celâlde olurdu. (Sinan Yıldız, Vehbe Ez-Zuhaylî’nin Et-Tefsîru’l-Münîr adlı Tefsirinde Belâgat İlmi Uygulamaları)

Çekinme ve saygı, saygı duyulan varlığın tanınmasına - bilinmesine göredir. Âlim olan, Allah'ı bilir ve O'ndan hem korkar, hem de O'na ümit bağlar. Bu, alimin derece bakımından, âbid'den daha üstün oluşunun delilidir. Çünkü Hak Teâlâ, ["Sizin Allah katında en şerefliniz, en müttakî olanınız, (Allah'tan en çok korkanınızdır)"] (Hucurat, 13) buyurarak şerefin ve kıymetin, takvaya göre; takvanın da İlme göre olacağını beyan etmiştir. O halde, Allah katında şeref ve kıymet amele göre değil ilme göredir. Evet alim, ameli bıraktığında (ilmiyle amel etmediğinde) bu onun ilmini zedeler. Çünkü onu gören kimse, "Eğer bilseydi gereğini yapardı" der. (Fahreddin er-Râzî)

 

اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ غَفُورٌ

 

Ayetin fasılla gelen son cümlesi ta’liliyyedir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.  اِنَّ  ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması tazim, teberrük ve telezzüz içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde cümlede lafza-i celâlin zikri tecrîd sanatıdır. Kalplerde haşyet duygularını artırmak ve hükmün illetini bildirmek için yapılan tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

عَز۪يزٌ  kelimesi  اِنَّ ’nin birinci,  غَفُورٌ  ikinci haberidir.

Allah’ın  غَفُورٌ  ve  عَز۪يزٌ  sıfatlarının tenvinli gelişi, bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder. Haber olan iki vasfın aralarında و  olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

غَفُورٌ - عَز۪يزٌ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.

Ayetin fasılası, mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

Bu son cümle Kur'an’da ufak değişikliklerle tekrarlanmıştır. Böyle birlikte ifadeler, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Fussilet  Suresi 44, s. 189) Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitlensin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.

غَفُورٌ - عَز۪يزٌ  kelimeleri ziyadelik ifade eder.  فعول  ve  فعيل  vezinleri ziyadelik ifade eden kalıplardandır. Bunların hepsi bu sıfatların ziyadeliğini ifade eder. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefasir)

Bu kelam, Allah'tan korkmanın neden zorunlu olduğunu beyan etmektedir. Zira bu kelam, Allah'ın, azgınlıkta ısrar edenler için cezalandırıcı olduğunu ve günahlarından tövbe edenler için ise çok bağışlayıcı olduğunu bildirmektedir. (Ebüssuûd)

 
Fâtır Sûresi 29. Ayet

اِنَّ الَّذ۪ينَ يَتْلُونَ كِتَابَ اللّٰهِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِراًّ وَعَلَانِيَةً يَرْجُونَ تِجَارَةً لَنْ تَبُورَۙ  ...


Şüphesiz, Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden, gizlice ve açıktan Allah yolunda harcayanlar, asla zarar etmeyecek bir ticaret umabilirler.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّ şüphesiz
2 الَّذِينَ kimseler
3 يَتْلُونَ okuyan(lar) ت ل و
4 كِتَابَ Kitabını ك ت ب
5 اللَّهِ Allah’ın
6 وَأَقَامُوا ve kılanlar ق و م
7 الصَّلَاةَ namazı ص ل و
8 وَأَنْفَقُوا ve infak edenler ن ف ق
9 مِمَّا
10 رَزَقْنَاهُمْ verdiğimiz rızıktan ر ز ق
11 سِرًّا gizli س ر ر
12 وَعَلَانِيَةً ve açık ع ل ن
13 يَرْجُونَ umarlar ر ج و
14 تِجَارَةً bir ticaret ت ج ر
15 لَنْ asla
16 تَبُورَ batmayacak ب و ر

Önceki âyette kalple ilgili bir durum olan Allah korkusu yani Allah’a saygı duygusundan söz edilmiş; burada da dil ve beden ile ortaya konan ve bu duyguyu pekiştiren davranışların önemine değinilmiştir (Râzî, XXVI, 22; bu bağlamda “başkaları için harcama” anlamını verdiğimiz infak hakkında bilgi için bk. Bakara 2/245, 254, 261).

 


 Kur'an Yolu Tefsiri Yolu Cilt: 4 Sayfa: 467

اِنَّ الَّذ۪ينَ يَتْلُونَ كِتَابَ اللّٰهِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِراًّ وَعَلَانِيَةً يَرْجُونَ تِجَارَةً لَنْ تَبُورَۙ

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  الَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûl,  اِنَّ ‘nin ismi olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası  يَتْلُونَ كِتَابَ اللّٰهِ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.

يَتْلُونَ  fiili  نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.

كِتَابَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Cümle atıf harfi  وَ ‘la sılaya matuftur. 

اَقَامُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

 الصَّلٰوةَ  mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur.

وَ  atıf harfidir.  اَنْفَقُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

مَا  müşterek ism-i mevsûlü,  مِنْ  harf-i ceriyle birlikte  اَنْفَقُوا  fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlün sılası  رَزَقْنَاهُمْ سِراًّ وَعَلَانِيَةً ’dur. Îrabdan mahalli yoktur. 

رَزَقْنَاهُمْ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur.

سِراًّ  hal olup fetha ile mansubdur.  عَلَانِيَةً  kelimesi atıf harfi  وَ ‘la  سِراًّ ‘e matuftur.  

يَرْجُونَ تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ  cümlesi  اِنَّ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.

يَرْجُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  تِجَارَةً  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. لَنْ تَبُورَ  cümlesi  تِجَارَةً ‘in sıfatı olarak mahallen mansubdur.

لَنْ  muzariyi nasb ederek manasını olumsuz istikbale çeviren harftir. Tekid ifade eder.

تَبُورَ  mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هى ‘dir.

اَقَامُوا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  قوم ’dir.

اَنْفَقُوا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  نفق ’dir.

İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.

اِنَّ الَّذ۪ينَ يَتْلُونَ كِتَابَ اللّٰهِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِراًّ وَعَلَانِيَةً يَرْجُونَ تِجَارَةً لَنْ تَبُورَۙ

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir.  اِنَّ  ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.  اِنَّ ’nin isminin ism-i mevsûlle gelmesi, habere dikkat çekmek ve bahsi geçenleri tazim amacına matuftur. Has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan  يَتْلُونَ كِتَابَ اللّٰهِ , müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve subût ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler,  اِنَّ , isim cümlesi ve isnadın tekrarı sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı Kadr/1.)

Az sözle çok anlam ifade eden  كِتَابَ اللّٰهِ  izafetinde, lafza-i celâle muzâf olan  كِتَابَ , şan ve şeref kazanmıştır. (Âşûr)

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi  tecrîd sanatıdır.

Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ  cümlesi, hükümde ortaklık nedeniyle sıla cümlesine atfedilmiştir. 

يَتْلُونَ  ve  اَقَامُوا  fiilleri arasında, maziden muzariye geçişte iltifat sanatı vardır. (Âşûr)

يَتْلُونَ  fiilinin önce zikredilmesi, Kur’an’ı tilavet etmenin ne kadar önemli olduğunu ve sevabının çokluğunu ifade etmek içindir. (Âşûr)

Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelam olan  وَاَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِراًّ وَعَلَانِيَةً cümlesi de sıla cümlesine matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. 

Harf-i cerle birlikte  اَنْفَقُوا  fiiline müteallik müşterek ism-i mevsûl  مَّا ‘nın sılası  رَزَقْنَاهُمْ , müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. Fiilin azamet zamirine isnadı tazim ifade eder.

سِراًّ , mahzuf mef’ûlü mutlaktan naibdir.  عَلَانِيَةً , tezat nedeniyle  سِراًّ ‘e atfedilmiştir. 

سِراًّ - عَلَانِيَةً  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

اَنْفَقُوا ’da cem’ edilenler,  سِراًّ وَعَلَانِيَةً  şeklinde taksim edilmişlerdir. cem' ma’at-taksim sanatıdır.

اِنَّ ’nin haberi olan  يَرْجُونَ تِجَارَةً لَنْ تَبُورَۙ  cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi teceddüt, istimrar ve tecessümle birlikte hükmü takviye de ifade etmiştir. 

تِجَارَةً ’deki tenvin tazim ifade eder.

تِجَارَةً  için sıfat olarak gelen  لَنْ تَبُورَۙ  cümlesi menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.

لَنْ تَبُورَۙ  cümlesine dahil olan  لَنْ  harfi, muzariyi nasb ederek manayı olumsuz müstakbele çevirir. ‘Asla’ manası vererek cümleyi tekid eder.

Asla zarar etmeyecek bir ticaret umacakların özelliklerinin sayılması taksim sanatıdır.

يَتْلُونَ - كِتَابَ  ve  الصَّلٰوةَ - اَنْفَقُوا  gruplarındaki kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Bir soruya cevap verilirken çoğunlukla cümlenin başında  إِنَّ  bulunur. Yani, lafzî ve mukadder soruların cevaplarının başında bulunur. Ya da soru soran kişinin, verilecek cevabın aksi bir düşünceye sahip olduğunun bilindiği durumlarda (yani inkâr makamında) cevabın başına  إِنَّ  gelir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

يَرْجُونَ  (umabilirler) ifadesi  اِنَّ ’nin haberidir. Ticaretle, yapılan itaatin sevabını talep etmek kastedilmiştir. Sonraki ayetteki  لِيُوَفِّيَهُمْ  ifadesi, لَنْ تَبُورَۙ  fiiline mütealliktir; yani bu kimseler, hiç kesata uğramayacak ve Allah katında makbul olacak bir ticareti umabilirler; çünkü Allah o ticareti kabul ettiğinden, onlara karşılığını tam olarak verecektir. Onların ücretleri, hak ettikleri sevaptır. Ayrıca Allah onlara lütfundan, hak ettiklerinden fazlasını ikram edecektir. Dilersen  يَرْجُونَ  ifadesini hal de kabul edebilirsin; yani onlar tüm bu tilavet, namaz ve Allah yolundaki infak amellerini Allah’ın kendilerine mükafatlarını tam olarak vereceğini umarak yaparlar. Bu durumda إِنَّ ’nin haberi اِنَّهُ غَفُورٌ شَكُورٌ  cümlesi; yani Allah’ın onları bağışlayıp amellerine minnettar kalacağıdır. Minnettar kalma (şükür) mükâfat vermenin mecazî bir ifadesidir. (Keşşâf) 

Müfessirimizin açıklamasına göre ayet-i kerîmedeki  يَرْجُونَ تِجَارَةً لَنْ تَبُورَۙ  ifadesinde istiare vardır. Ticaret tabiri sevaba nail olmak için Allah ile kul arasındaki muameleler için istiare yoluyla kullanılmış ve bu muameleler dünyevi ticarete benzetilmiştir. Bu durumu لَنْ تَبُورَ  ifadesi de teyit etmektedir ki bu terşîh diye isimlendirilir. 

Yani şüphesiz Kur’an-ı Kerîm’i okumaya devam edenler ve farz namazları vaktinde, tüm rükun ve şartlarına riayet ederek huşû ile kılmak, Allah’ın kendilerine lütfundan verdiklerinden gece gündüz, gizli açık infak etmek gibi farzlarıyla amel eden kimseler varya işte bunlar taatlerine karşılık Allah’tan sevap umabilirler. O sevap/mükafat mutlaka hasıl olacaktır. (Sinan Yıldız, Vehbe Ez-Zuhaylî’nin Et-Tefsîru’l-Münîr adlı Tefsirinde Belâğat İlmi Uygulamaları, Âşûr)

Cenab-ı Hak, kendisini tanıyan alimleri, onların duydukları saygıyı, bu saygıları sebebiyle elde ettikleri şereflerini beyan edince, Allah'ın kitabını tanıyıp, ondakilerle amel edenlerden bahsetmiştir. O halde ayetteki, "Allah'ın kitabını okuyanlar" sıfatı, Allah'ı zikre; "namazı dosdoğru kılanlar" sıfatı, bedenî ibadetlere; "kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden ... infak ederler.." sıfatı da, mal ile yapılan ibadetlere bir işarettir. Bu iki ayette üstün bir hikmet vardır. Çünkü Hak teâlâ'nın "Allah'tan ancak âlim kulları korkar" ifadesi, kalbin ibadetlerine; "kitabı okuyanlar" ifadesi, dilin ibadetlerine; "namazı dosdoğru kılanlar, kendilerine rızıklandırdığımız şeylerden ... infâk edenler" ifadesi de, uzuvların ibadetlerine bir işarettir. (Fahreddin er-Râzî)

Ayetteki,  وَاَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِراًّ وَعَلَانِيَةً  "Gizli ve aşikâr" ifadesi, her nasıl müsait olursa, infâk etmeye bir teşviktir. Binaenaleyh eğer müsaitse gizli yapılır ve bu daha güzeldir. Aksi halde açıktan yapılır, insanın bunun bir riya olacağı zannı, onu böyle açıktan vermekten men etmesin. Çünkü "riyakârlık yapıyor" denilmesi korkusuyla, hayrı yapmamak riyanın bizzat kendisidir. Ayetteki, "gizli" kelimesi ile sadaka, "aşikâr" kelimesiyle zekât kastedilmiş olabilir. Çünkü zekâtı âşikâr-açıktan vermek, bir farzı alenî yapmaktır ve bu müstehaptır. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)

Önemine binaen, riya şüphesini gidermek ive daha efdal olduğunu ifade etmek için “gizli vermek” takdim edilmiştir. (Âşûr)

Kazancın tükenmez olduğunun belirtilmiş olması, bu ticaretin bazen kazanç bazen de zararla sonuçlanan diğer ticaretler gibi olmadığını bildirmek içindir. Zira bu ticaret, fani olan bir şey karşılığında baki olan bir saadeti satın almaktır. (Ebüssuûd)

 يَرْجُونَ تِجَارَةً لَنْ تَبُورَۙ  Bu ticareti gerçekleştirenlerin, bu kârlı sonucu Allah'tan umabileceklerini haber vermek, onların umduklarının kesin olarak hasıl olacağını vadetmek anlamındadır. (Ebüssuûd)

 
Fâtır Sûresi 30. Ayet

لِيُوَفِّيَهُمْ اُجُورَهُمْ وَيَز۪يدَهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۜ اِنَّهُ غَفُورٌ شَكُورٌ  ...


Allah, kendilerine mükâfatlarını tam olarak versin ve kendi lütfundan daha da artırsın diye (böyle yaparlar). Şüphesiz O, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 لِيُوَفِّيَهُمْ onlara tam ödesin diye و ف ي
2 أُجُورَهُمْ ücretlerini ا ج ر
3 وَيَزِيدَهُمْ ve fazlasını vermesi için ز ي د
4 مِنْ -ndan
5 فَضْلِهِ lutfu- ف ض ل
6 إِنَّهُ çünkü O
7 غَفُورٌ çok bağışlayandır غ ف ر
8 شَكُورٌ çok karşılık verendir ش ك ر

لِيُوَفِّيَهُمْ اُجُورَهُمْ وَيَز۪يدَهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۜ 

 

لِ  harfi,  يُوَفِّيَهُمْ  fiilini gizli  اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. 

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  لِ  harf-i ceriyle birlikte önceki ayetteki  لَنْ تَبُورَۙ  fiiline mütealliktir.

اَنْ  harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’ den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يُوَفِّيَهُمْ  mansub muzari fiildir.  Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

اُجُورَهُمْ  ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَيَز۪يدَهُمْ مِنْ فَضْلِه  cümlesi atıf harfi  وَ ‘la makabline matuftur. 

يَز۪يدَهُمْ  mansub muzari fiildir.  Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  

مِنْ فَضْلِه  car mecruru  يَز۪يدَهُمْ  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  ه  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  

     

 اِنَّهُ غَفُورٌ شَكُورٌ

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  هُ  muttasıl zamiri  إِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. 

غَفُورٌ  kelimesi  اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.  شَكُورٌ  ise  اِنَّ ’nin ikinci haberi olup lafzen merfûdur.

غَفُورٌ -  شَكُورٌ  kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لِيُوَفِّيَهُمْ اُجُورَهُمْ وَيَز۪يدَهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۜ 

 

Sebep bildiren harf-i cer  لِ ‘nin gizli  أنْ ‘le masdar yaptığı  لِيُوَفِّيَهُمْ اُجُورَهُمْ  cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Masdar-ı müevvel, mecrur mahalde, önceki ayetteki  لَنْ تَبُورَۙ  fiiline mütealliktir. Mahzuf  bir fiile müteallik olması da caizdir. 

اُجُورَهُمْ  kelimesinde istiare vardır. Allah’ın emirlerini yerine getirenlere verilecek mükafat, işçiye ödenen ücrete benzetilmiştir.

وَيَز۪يدَهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۜ  cümlesi aynı üslupta gelerek makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.

Fiillerin muzari sıygada gelmesi hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

فَضْلِه۪ۜ  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olması,  فَضْلِ  için tazim ve teşrif ifade eder.

اُجُورَهُمْ - فَضْلِه۪ۜ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.


اِنَّهُ غَفُورٌ شَكُورٌ

 

Ayetin son cümlesi, ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.  اِنَّ  ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Allah’ın  غَفُورٌ  ve  شَكُورٌ  sıfatlarının tenvinli gelişi, bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder. Haber olan iki vasfın aralarında و  olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

غَفُورٌ - شَكُورٌ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatı vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.

Ayetin fasılası, tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

Bu son cümle Kur'an’da ufak değişikliklerle tekrarlanmıştır. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitlensin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.

Böyle birlikte ifadeler, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Fussilet  Suresi 44, C. 2, s. 189) 

غَفُورٌ - شَكُورٌ kelimeleri  فعول  vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
Günün Mesajı
Tesbih, Allah'ın her türlü noksanlıktan, eksiklikten, yaratılmışlara ait doğma, üreme, ölme, ihtiyaç hissetme gibi özelliklerden ve ortakları bulunmaktan mutlak münezzeh olduğunu kabul ve ikrar etmektir. Kısaca, Allah ne değildir, ne olamaz, bunu bilmek ve ilan etmektir.
Tahmid, Allah'ın bütün kemal sıfatlarına sahip Allah olduğu için hamde, senâya, ibadete lâyık olduğunu ve O'na hamd, senâ ve ibadet edilmesi gerektiğini kabul ve ikrardır. Bir başka ifadeyle, Allah'ı müsbet (sübuti) sıfatlarıyla tanımak, O'nu bu sıfatlarla anmak, yani O'nun nasıl bir İlâh ve Rab olduğunu bilip, O'nu öyle tanıyıp öyle anmaktır.
Tekbir, Allah'ın bizim idrakimizin ötesinde ve sonsuz büyüklüğünü, O'nun karşısında başka hiçbir büyüğün olamayacağını, bizim hayal ve tasavvurumuzda O'nun hakkında ne canlanırsa, O'nun bütün bu tasavvur ve tahayyüllerin sonsuzca ötesinde olduğunu kabul ve ilan etmektir. Tehlil ise, O'nun mutlak birliğini, O'ndan başka hiçbir ilâh ve ma'bud olamayacağını kabul ve ilandır. Namazdan sonra tesbihatta Subhânellah, Elhamdü lillâh, Allahü ekber, Lâ ilâhe illallah derken, işte bunları ilan ederiz.
Sayfadan Gönüle Düşenler
Sevgili Nefs’im;

Olur ya dünyanın yalanlarına kanarsan, şeytanın vesvese tohumlarıyla meşgul olursan ve başkalarının mutluluklarına üzülecek hale düşüp de kendi hayatında şükür edecek sebeplerin yokluğu yanılgısına düşersen: böyle bir şeyin mümkün olmadığını hatırla. Kimsenin hayatı ne mükemmel derecede kötüdür, ne de mükemmel derecede iyidir. 

Kalbini, dünyanın kavurucu sıcağından, hakikatin gölgesine; vesveselerin boğucu karanlıklarından, Allah’a teslim olmanın aydınlığına çek. Kalbinin gözlerini ve kulaklarını aç. Üzerinde yaşadığın aleme dön ve bak: Yediklerine, içtiklerine, bastığın topraklara, yüzünü çevirdiğin gökyüzüne, yollara, dağlara, denizlere ve seninle beraber yaşayan diğer canlılara. Gördüğün her şeyin rengine ve şekline. İşittiğin seslerdeki tonlamalara ve ritimlere. Ellediğin yüzeylerdeki dokuya ve kıvama. 

Ey Allahım! Bizi; dünya hayatına nefsinin penceresinden bakanlardan değil de, kalbiyle görenlerden eyle. Vesveselere kulak verenlerden değil de, hakikati dinleyenlerden eyle. Nankörlüğün karanlıklarında daralanlardan değil de, şükür ile meşgul olup aydınlananlardan eyle. Batıl yollarda yürüyerek kalbi ölü gibi yaşayanlardan değil de, Senin yolunda yaşayan dirilerden ve yine Senin yolunda, Senin rızan üzerine ölenlerden eyle. 

Amin.
Zeynep Poyraz  @zeynokoloji