Fâtır Sûresi 28. Ayet

وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَٓابِّ وَالْاَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ كَذٰلِكَۜ اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ غَفُورٌ  ...

İnsanlardan, (yeryüzünde) hareket eden (diğer) canlılardan ve hayvanlardan yine böyle çeşitli renklerde olanlar vardır. Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمِنَ -dan vardır
2 النَّاسِ insanlar- ن و س
3 وَالدَّوَابِّ ve hayvanlardan د ب ب
4 وَالْأَنْعَامِ ve davarlardan ن ع م
5 مُخْتَلِفٌ türlü خ ل ف
6 أَلْوَانُهُ renkte olanlar ل و ن
7 كَذَٰلِكَ böyle
8 إِنَّمَا ancak
9 يَخْشَى (gereğince) korkar خ ش ي
10 اللَّهَ Allah’tan
11 مِنْ içinden
12 عِبَادِهِ kulları ع ب د
13 الْعُلَمَاءُ bilginler ع ل م
14 إِنَّ şüphesiz
15 اللَّهَ Allah
16 عَزِيزٌ daima üstündür ع ز ز
17 غَفُورٌ çok bağışlayandır غ ف ر
 

Dikkatlerimizi bir yandan tabiatın ihtişamına diğer yandan da bu muhteşem görünümü meydana getiren farklılıkların tek kaynaktan neşet ettiğine ve bunu sağlayan yüce kudrete çeken bu âyetlerde renk ve tür faktörüne ağırlık verildiği görülmektedir. 27. âyetin (dağlar hakkındaki) “farklı renklerde” şeklinde çevrilen kısmıyla her bir rengin farklı tonlarına işaret edildiği ve siyahın en koyu tonunu belirtmek üzere “simsiyah” anlamına gelen nitelemenin cümlenin sonuna bırakıldığı da düşünülebilir (Râzî, XXVI, 21). Çıplak gözle gözlemleyebildiğimiz âlemde ilk bakışta farklılıkları ayırt etme hususunda renklerin etkisi son derece açık olduğundan bu özellik ön plana çıkarılmıştır. Fakat bunlar üzerinde inceleme yapmaya ve düşünmeye başlayanlar hemen göreceklerdir ki, bu türleri ayırt ettiren yegâne ayıraç renkler değildir. İnsanlar, dağlar, bitkiler, hayvanlar renk renk olduğu gibi daha pek çok özellik ve yetenek farklarıyla da birbirlerinden ayırt edilirler. İster ilk nazarda göze çarpan ister daha dikkatli bir incelemeyle tesbit edilen bu farklılıkların hepsi son tahlilde biçimseldir; özü itibariyle bunların tamamı tek bir şeye işaret etmektedir ki o da böylesine bir âhenk içerisinde bu çeşitliliği sağlayan irade ve güçtür. Bunu anlamamızı kolaylaştırmak üzere türlü renkler taşıyan bitkisel ürünlerin varlığını bir kaynağa yani suya borçlu bulunduğu, onu da indirenin yüce Allah olduğu belirtilmiştir. 

28. âyette haşyet kökünden gelen ve “büyüklüğü karşısında heyecan duyarlar” diye çevirdiğimiz kelime burada, “büyüklük karşısında duyulan heyecan ve korku, zarar görmekten değil, hakkını verememekten kaynaklanan endişe” mânasına gelmektedir. Muhataplarını doğadaki muhteşem görünümlerden hareketle akıllara durgunluk verecek incelikleri keşfetmeye yönlendiren Kur’an’ın, bu bağlamda bilmenin değerine vurgu yapması oldukça ilginçtir. Fakat burada kullanılan ve “bilenler”şeklinde çevrilen ulemâ kelimesinin kök anlamları arasında, bir şeyi derinlemesine tanıyıp mahiyetini idrak etme, bir konuda kesin bilgiye ulaşma, bir işin hakikatine nüfuz etme mânalarının bulunduğu göz önüne alınırsa, kendilerine gönderme yapılan ve Allah’a saygı duyma hususunda ön plana çıkarılan kişilerin, meslek olarak bilimsel faaliyet icra edenler veya birtakım bilgileri öğrenip belleklerine yerleştirmiş olanlar değil, zihnî çabalarını Allah’ın evrendeki kudret delillerinden sonuçlar çıkarabilme düzeyine yükseltebilmiş kişiler olduğu anlaşılır. Zaten sahâbe ve tâbiîn büyüklerinin birçoğundan yapılan rivayetlerde ne kadar bilgili olurlarsa olsunlar Allah’a saygı yolunda mesafe alamamış kimselerin âlim olarak nitelenemeyecekleri belirtilmiştir (meselâ bk. Zemahşerî, III, 274; Şevkânî, IV, 398). Gerek insanı ve toplumları gerekse evrendeki diğer varlıkları inceleyen değişik bilim dallarına mensup bilim adamlarından pek çoğunun –başlangıçta ateist veya Allah inancı konusunda mütereddit olsalar bile– bu araştırmalar sonucunda kâinattaki şaşmaz dengeyi, akılları zorlayan ince hesapları ve hayranlık uyandıran âhengi müşahede ederek ya doğrudan ilâhî kudret ve azamete atıf yapan veya bu güç karşısındaki aczin itirafı anlamına gelen ifadeler kullanmaları, bu âyetlerde ilme yapılan göndermenin anlaşılmasını daha kolaylaştırmaktadır. Yine, sosyal çevrenin etkisiyle dine karşı kayıtsız kalmış ve metafizik konularıyla ilgilenme fırsatı bulamamış birçok insanın az önce sözü edilen araştırmaların sonuçlarını izleyince düşünce dünyalarında önemli değişikliklerin hatta sarsılmaların meydana gelmesi, varlıklar âlemindeki bu düzenin bir tesadüfün eseri olamayacağı üzerinde düşünmeye başlamaları, bu sayede kendilerini sorgulama ve hayatı anlamlandırma çabası içine girmeleri de, Kur’an’a gönül vermiş kişilere önemli bir görevi yani ilim yolunda öncülük etmenin de Müslümanlığın gereklerinden olduğunu hatırlatmış olmaktadır. 

Râzî’nin açıklaması esas alınarak, 28. âyette geçen ve “hayvanlar” anlamına gelen devvâb ve en‘âm kelimelerinden birincisine meâlde “binek hayvanları” ikincisine “eti yenen hayvanlar” mânası verilmiştir (bk. XXVI, 21).

 


Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 465-466
 

وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَٓابِّ وَالْاَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ كَذٰلِكَۜ 

 

وَ  atıf harfidir.  مِنَ النَّاسِ  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir.

وَالدَّوَٓابِّ وَالْاَنْعَامِ  cümleleri atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur. 

مُخْتَلِفٌ  mübteda muahhar olup lafzen merfûdur.

اَلْوَانُهَا  kelimesi ism-i fail olan  مُخْتَلِفٌ ‘un faili olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i failin fiil gibi amel şartları şunlardır: 

1. Harfi tarifli (ال) olmalıdır.  2. Haber olmalıdır.  3. Sıfat olmalıdır.  4. Hal olmalıdır.  5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır.  6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır.

Not: Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir. Bu amel şartlarından birini taşıyan ism-i fail kendisinden sonra fail ve mef’ûl alabilir. Bu fail veya mef’ûl bazen ism-i failin muzâfun ileyhi konumunda da gelebilir. İsm-i fail tercüme edilirken umumiyetle muzari manası verir. Nadiren mazi manası da olabilir. Burada ism-i failin amel etme şartı sıfat olmasıdır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

كَ  harf-i cerdir.  مثل (gibi) demektir.  كَذٰلِكَ  car mecruru amili  مُخْتَلِفٌ  olan fiilin mahzuf mef’ûlu mutlaka mütealliktir. 

ذا  işaret ismi, sükun üzere mebni mahallen mecrur, ism-i mecrurdur.  ل  harfi buud yani uzaklık belirten harf,  ك  ise muhatap zamiridir.

مُخْتَلِفٌ  sülâsi mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftiâl babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ 

 

اِنَّمَا , kâffe ve mekfufedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki ma-i kâffeden kasıt ise  اِنَّ  harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan  مَا  demektir.

يَخْشَى   elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.  اللّٰهَ  lafza-i celâli, mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  

مِنْ عِبَادِهِ  car mecruru  يَخْشَى   fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  هِ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  الْعُلَمٰٓؤُ۬ا  muahhar fail olup lafzen merfûdur.

  

  اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ غَفُورٌ

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  اللّٰهَ  lafza-i celâli  اِنّ ‘nin ismi olup lafzen mansubdur. 

عَز۪يزٌ kelimesi  اِنَّ ‘nin haberi olup lafzen merfûdur.  حَك۪يمٌ  ikinci haberi olup lafzen  merfûdur.

عَز۪يزٌ -  غَفُورٌ  kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَٓابِّ وَالْاَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ كَذٰلِكَۜ

 

İstînâfa matuf cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Sübut ifade eden isim cümlesi faide-i haber talebî kelamdır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. مِنَ النَّاسِ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir.  مُخْتَلِفٌ , muahhar mübtedadır. 

وَالدَّوَٓابِّ  ve  الْاَنْعَامِ  kelimeleriمِنَ النَّاسِ ‘ya matuftur. Cihet-i câmia, temâsüldür.

اَلْوَانُهَاۜ , ism-i fail vezninde gelen  مُخْتَلِفاً ’in failidir.

مُخْتَلِفٌ ’un takdiri  صنف  (Sınıf) olan mevsûfu mahzuftur.

Car mecrur  كَذٰلِكَۜ , amili  مُخْتَلِفٌ  olan mahzuf mef’ûlü mutlaka mütealliktir. 

النَّاسِ - الدَّوَٓابِّ - الْاَنْعَامِ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı,  النَّاسِ - الْاَنْعَامِ  kelimeleri arasında ise tıbâk-ı hafî sanatı vardır.

Bu ayet, Allah Tealâ'nın kudret ve iradesine getirilen bir başka delildir. Binaenaleyh Cenab-ı Hak sanki, içinde bulunduğumuz bu alemdeki, yani terkibler (bileşikler) alemindeki mahlukatta bulunan delilleri ikiye ayırmıştır: Canlılarda olan, cansızlarda olan... Cansızlar da, ya bitkiler, ya madenlerdir. Bitkiler, cansızların (hareketsizlerin) en kıymetlisi olup, Hak Teâlâ buna, "O (yağmurla) çeşit çeşit meyveler çıkardı" buyurarak işaret etmiştir. Daha sonra madenlerden de, "Dağlardan da..." ifadesiyle bahsetmiş, bunun peşi sıra da canlılardan bahsederek, işe onların en şereflisi olan insanla başlayıp, "insanlardan..." demiş, sonra hayvanları zikretmiştir. Çünkü hayvanların insana faydası, bu hayvanların canlı olmaları haline bağlıdır. Davarların faydası ise, onlardan yeme ile ilgilidir. Yahut şöyle de diyebiliriz: "dâbbe" denilince örfen at akla gelir. At ise, insanlardan sonra canlıların en kıymetlisidir. (Fahreddin er-Râzî)

 

 اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ 

 

İstînâf cümlesi olarak fasılla gelmiştir. Kasr edatıyla tekid edilmiş müspet muzari fiil cümlesidir. Faide-i haber inkârî kelamdır. Muzari fiil sıygada gelerek hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.

İki tekid hükmündeki kasr, fiille fail arasındadır.  يَخْشَى  maksûr/sıfat,  الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ  maksûrun aleyh/mevsûf olmak üzere kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur. Allah’tan korkmak sıfatı, alimlere tahsis edilmiştir.

اِنَّمَا  kasr edatı, muhatabın cahili olmadığı konularda tekid için gelir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  مِنْ عِبَادِهِ , ihtimam için fail olan  الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ ’ya takdim edilmiştir.

Veciz anlatım kastıyla gelen  عِبَادِهِ  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan  عِبَادِ ,  şan ve şeref kazanmıştır.

Allah’tan başkaları da korkar; hatta belki de onlar arasında Allah’tan alimlerden daha fazla korkan da vardır ama, onların korkusu alimlerinkine benzemez. Bu ayet; mübalağa maksadıyla, Allah’tan alimlerden başkasının korkmadığını zımnen ifade etmiştir. Ayetin siyakında alimlerin şanının önemi ve yüce menzilleri vardır ve bu da insanları düşünmeye ve tefekküre teşvik eder. Ayet-i kerîme başkalarının korkusunun alimlerin korkusu gibi olmadığını ifade etmiştir. Bu kasr, hakiki iddiâî kasrdır. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Meânî İlmi, Zuhaylî, C. XI, s. 598, Zemahşerî, C. V, s. 154, Muhammed Ebû Mûsâ, Delâlâtü’t-terâkîb, S. 47-48)

İbn Âşûr ise bu kasrın izafî olduğu görüşündedir. Yani ‘cahiller ondan korkmaz’ demektir ki onlar da şirk ehlidir. Onların en hususi vasıfları kendilerinin cahiliye halkı olmasıdır. Zira o gün müminler Allah’ı bilenlerin (الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ) ta kendileridir. Müşrikler ise cahiller olup Allah’tan korkmak onlardan nefyedilmiştir. Sonra alimler de Allah’tan korkma konusunda çok farklı derecelere ayrılırlar. يخشى  fiilinin mef’ûlü, failine takdim edilmiştir. Zira kendilerine Allah korkusu/saygısı hasr edilenler alimlerdir. Dolayısıyla mahsurun fîh üzerine tehir edilmesi adeti üzere gerekmiştir. Alimlerden maksat da Allah’ı ve şeriatını bilenlerdir. İlimlerinin miktarına göre bunların haşyetleri de kuvvetlenir. (Âşûr)

Bu ayette lafza-i celâlin öne alınması, Allah’tan kimlerin korktuğunu haber vermek ve bunların sadece âlimler olduğunu bildirmek içindir. Şayet burada  اللّٰهَ  lafzı ile  الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ  lafzı takdim-tehir yoluyla yer değiştirmiş olsa ve  اِنَّمَا يَخْشَى الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ اللّٰهَ (Alimler sadece Allah’tan korkarlar.) denilse anlam tersine döner ve korkulanın kim olduğuna vurgu yapılmış olur. Dolayısıyla vurgu âlimlerde değil lafza-i celâlde olurdu. (Sinan Yıldız, Vehbe Ez-Zuhaylî’nin Et-Tefsîru’l-Münîr adlı Tefsirinde Belâgat İlmi Uygulamaları)

Çekinme ve saygı, saygı duyulan varlığın tanınmasına - bilinmesine göredir. Âlim olan, Allah'ı bilir ve O'ndan hem korkar, hem de O'na ümit bağlar. Bu, alimin derece bakımından, âbid'den daha üstün oluşunun delilidir. Çünkü Hak Teâlâ, ["Sizin Allah katında en şerefliniz, en müttakî olanınız, (Allah'tan en çok korkanınızdır)"] (Hucurat, 13) buyurarak şerefin ve kıymetin, takvaya göre; takvanın da İlme göre olacağını beyan etmiştir. O halde, Allah katında şeref ve kıymet amele göre değil ilme göredir. Evet alim, ameli bıraktığında (ilmiyle amel etmediğinde) bu onun ilmini zedeler. Çünkü onu gören kimse, "Eğer bilseydi gereğini yapardı" der. (Fahreddin er-Râzî)

 

اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ غَفُورٌ

 

Ayetin fasılla gelen son cümlesi ta’liliyyedir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.  اِنَّ  ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması tazim, teberrük ve telezzüz içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde cümlede lafza-i celâlin zikri tecrîd sanatıdır. Kalplerde haşyet duygularını artırmak ve hükmün illetini bildirmek için yapılan tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

عَز۪يزٌ  kelimesi  اِنَّ ’nin birinci,  غَفُورٌ  ikinci haberidir.

Allah’ın  غَفُورٌ  ve  عَز۪يزٌ  sıfatlarının tenvinli gelişi, bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder. Haber olan iki vasfın aralarında و  olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

غَفُورٌ - عَز۪يزٌ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.

Ayetin fasılası, mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

Bu son cümle Kur'an’da ufak değişikliklerle tekrarlanmıştır. Böyle birlikte ifadeler, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Fussilet  Suresi 44, s. 189) Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitlensin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.

غَفُورٌ - عَز۪يزٌ  kelimeleri ziyadelik ifade eder.  فعول  ve  فعيل  vezinleri ziyadelik ifade eden kalıplardandır. Bunların hepsi bu sıfatların ziyadeliğini ifade eder. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefasir)

Bu kelam, Allah'tan korkmanın neden zorunlu olduğunu beyan etmektedir. Zira bu kelam, Allah'ın, azgınlıkta ısrar edenler için cezalandırıcı olduğunu ve günahlarından tövbe edenler için ise çok bağışlayıcı olduğunu bildirmektedir. (Ebüssuûd)