وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللّٰهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلٰى ظَهْرِهَا مِنْ دَٓابَّةٍ وَلٰكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۚ فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِعِبَادِه۪ بَص۪يراً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَوْ | ve eğer |
|
2 | يُؤَاخِذُ | cezalandıracak olsaydı |
|
3 | اللَّهُ | Allah |
|
4 | النَّاسَ | insanları |
|
5 | بِمَا | yüzünden |
|
6 | كَسَبُوا | yaptıkları işler |
|
7 | مَا |
|
|
8 | تَرَكَ | bırakmazdı |
|
9 | عَلَىٰ | üzerinde (yeryüzünde) |
|
10 | ظَهْرِهَا | onun sırtı |
|
11 | مِنْ | hiçbir |
|
12 | دَابَّةٍ | canlı |
|
13 | وَلَٰكِنْ | fakat |
|
14 | يُؤَخِّرُهُمْ | onları erteliyor |
|
15 | إِلَىٰ | kadar |
|
16 | أَجَلٍ | bir süreye |
|
17 | مُسَمًّى | belirtilmiş |
|
18 | فَإِذَا | zaman |
|
19 | جَاءَ | geldiği |
|
20 | أَجَلُهُمْ | süreleri |
|
21 | فَإِنَّ | kuşkusuz |
|
22 | اللَّهَ | Allah |
|
23 | كَانَ |
|
|
24 | بِعِبَادِهِ | kullarını |
|
25 | بَصِيرًا | görmektedir |
|
Kur’an’ın ilk muhatapları olan Mekke müşrikleri, peygamberleri yalanlamadıklarını söyleyip şayet kendilerine gerçek bir peygamber gönderilmiş olsa, eski ümmetlerin yaptığını yapmayacaklarına, yani peygamberi asla inkâr etmeyeceklerine ve onun getireceği mesaja, geçmiş ümmetlere nazaran çok daha fazla sahip çıkacaklarına yemin ediyorlardı. Ama Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiğini açıklayınca ondan sür’atle uzaklaştılar (Taberî, XXII, 145; Râzî, onların yahudileri ve hıristiyanları kınayarak bu tarzda yemin ettikleri görüşünü tarihî verilere uygun bulmaz, bk. XXVI, 33-34). Resûlullah’a ve müslümanlara karşı cephe almalarının sebebi ise –bazı âyetlerde ifade edildiği ve siyer kaynaklarındaki olaylardan anlaşıldığı üzere– açıktı: Resûl-i Ekrem onların beklentilerine göre bir peygamber değildi ve getirdiği mesaj çıkarlarına alet edebilecekleri bir içerik taşımıyordu. Âyetin “herhangi bir ümmetten daha fazla doğru yolu tutacaklarına dair” şeklinde çevrilen kısmı “bulundukları durumdan çok daha iyi bir yol tutacaklarına dair” ve “geçmiş ümmetlerin hepsinden daha iyi olacaklarına dair” şeklinde de anlaşılmıştır (Zemahşerî, III, 278; Râzî, XXVI, 34. “Allah’ın yasaları” diye çevirdiğimiz sünnetullah kavramının Kur’an’daki kullanımları hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/137).
45. âyetin son cümlesi daha çok “Vadeleri dolduğunda ise Allah kime nasıl muamele edeceğini takdir eder veya gereken cezayı verir, çünkü O kullarını hakkıyla görmektedir” tarzında açıklanmıştır (Allah’ın insanları hemen cezalandırmayışının hikmeti ve “canlı” diye tercüme edilen dâbbe kelimesi hakkında bilgi için bk. Nahl 16/61).
وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللّٰهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلٰى ظَهْرِهَا مِنْ دَٓابَّةٍ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَوْ gayr-ı cazim şart harfidir. يُؤَاخِذُ damme ile merfû muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. النَّاسَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. بِ harf-i ceri sebebiyyedir.
مَا ve masdar-ı müevvel, بِ harf-i ceriyle birlikte يُؤَاخِذُ fiiline mütealliktir.
كَسَبُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
فَ karinesi olmadan gelen مَا تَرَكَ عَلَيْهَا cümlesi şartın cevabıdır. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَرَكَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. عَلٰى ظَهْرِهَا car mecruru تَرَكَ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مِنْ harf-i ceri zaiddir. دَٓابَّةٍ lafzen mecrur, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
وَلٰكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۚ
وَ atıf harfidir. لٰكِنْ istidrak harfidir.
İstidrak; düzeltmek, telafi etmek, hatayı tamir etmek, kusuru örtmek gibi anlamlara gelir. Önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesine “istidrak” adı verilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُؤَخِّرُهُمْ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اِلٰٓى اَجَلٍ car mecruru يُؤَخِّرُهُمْ fiiline mütealliktir.
مُسَمًّى kelimesi اَجَلٍ ‘nin sıfatı olup mukadder kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُسَمًّى sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i mef’ûludür.
Maksur isimdir.Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi…
فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِعِبَادِه۪ بَص۪يراً
فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
إِذَا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
إِذَا ‘dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir:
a) إِذَا fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) إِذَا ‘nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına ف ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır.
c) Sükun üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
جَٓاءَ اَجَلُهُمْ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
جَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اَجَلُهُمْ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, جازاهم بما هم له أهل (Onları sahip oldukları aile ile ödüllendirdi.) şeklindedir.
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ lafza-i celâli اِنّ ‘nin ismi olup lafzen mansubdur.
بِعِبَادِه۪ car mecruru بَص۪يرٌ ‘a mütealliktir. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. بَص۪يرٌ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.
بَص۪يرٌ kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللّٰهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلٰى ظَهْرِهَا مِنْ دَٓابَّةٍ
وَ istînâfiyyedir. لَوْ cezmetmeyen şart harfidir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan لَوْ يُؤَاخِذُ اللّٰهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا şart cümlesidir.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Mecrur mahaldeki masdar harfi مَا ve akabindeki كَسَبُوا cümlesi, يُؤَاخِذُ fiiline mütealliktir.
يُؤَاخِذُ fiiline müteallik olan بِمَا كَسَبُوا ’deki بِ harfi, sebebiyyet içindir.
النَّاسَ ’ın marifeliği tüm insanları kapsadığından cins içindir. (Âşûr)
فَ karinesi olmadan gelen cevap cümlesi مَا تَرَكَ عَلٰى ظَهْرِهَا مِنْ دَٓابَّةٍ şeklinde menfi mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil hudûs, sebat, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda, faide-i haber talebî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
Mef’ûl olan دَٓابَّةٍ ’deki tenvin kesret ve nev ifade eder. مِنْ ise tekid ifade eden zaid harftir. Olumsuz cümlede zaid مِنْ harfi, cümleyi “hiçbir” manası vererek tekid eder. Nefy siyakında nekre umum ve şümûle işarettir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur عَلٰى ظَهْرِهَا , ihtimam için mef’ûl olan دَٓابَّةٍ ’e takdim edilmiştir.
يُؤَاخِذُ - تَرَكَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı, دَٓابَّةٍ - النَّاسَ kelimeleri arasında ise îhâm-ı tezat sanatı vardır.
Farklı konumdaki مَا ’lar arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
عَلٰى ظَهْرِهَا (sırtında) ifadesi “yeryüzünde” demektir. (Keşşâf)
Bu ayettte الأرض (yer) lafzının zikri geçmediği halde دَٓابَّةٍ (canlı) lafzı ona delalet ettiğinden ve malum olduğundan zikrine gerek duyulmamıştır. (Beyzâvî, V, 253)
مَا تَرَكَ عَلٰى ظَهْرِهَا مِنْ دَٓابَّةٍ [Onun sırtında emekleyen herhangi bir canlı bırakmazdı.] cümlesinde istiâre-i mekniyye vardır. Burada yeryüzü, sırtında çeşitli mahlukat türlerini taşıyan bir hayvana benzetilmiş, sonra müşebbehün bih hazf edilmiş ve onun levazımından olan ظَهْرِ kelimesiyle istiâre-i mekniyye yoluyla ona işaret edilmiştir. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)
Bu ayette olduğu gibi muzari fiile şart manasındaki لَوْ dahil olduğunda muzari fiil geçmiş zaman ifade etmektedir. (Süyûtî, Hem’u’l-hevâmi’, 1: 35)
بِمَا كَسَبُوا [işledikleri yüzünden] ifadesi, kesbetmiş oldukları günahlar sebebiyle anlamında; عَلٰى ظَهْرِهَا [sırtında] ifadesi yeryüzünde demektir. Tek bir canlı ile kastedilen yeryüzünde hareket eden tüm varlıklardır. Burada ademoğlunu kastetmiştir; ancak (Günahlarının uğursuzluğu yüzünden hem âdemoğlunu hem de diğer canlıları bırakmazdı) anlamında olduğu da söylenmiştir. (Keşşâf)
الظَّهْرُ kelimesi aslında bir canlının görünen sağlam yeridir. Bedende bel kemiği üstünde yükselen yerdir. Batnın zıddıdır. Görünmese de insanın sırtı için de kullanılır. İnsanın görünen yeri karnı ve göğsüdür. ‘’Arzın zahrı’’ tabirinde ise mahlukatın üzerinde bulunduğu yüzey için kullanılır. Bu kullanımda arz, meknî istiare yoluyla üzerine binilen bir canlıya benzetilmiştir. Sonra bu kullanım yaygınlaşmış ve hakikate dönüşmüştür. (Âşûr)
وَلٰكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۚ
Cümle atıfla gelmiştir. İstînâfa matuf olan cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. لٰكِنْ istidrak harfidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
اَجَلٍ için sıfat olan مُسَمًّىۚ , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ
فَ atıf harfidir. Makabline matuf olan cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümlenin haber manalı olması haber üslubundaki cümleye atfını mümkün kılmıştır.
جَٓاءَ اَجَلُهُمْ cümlesi, şart manalı müstakbel zaman zarfı إِذَا ’nın muzâfun ileyhi konumundadır. Aynı zamanda şart cümlesidir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Zaman zarfı اِذَا edatı cevap fiiline mütealliktir.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Takdiri يجازيهم بما كسبوا [...kazandıklarınız sebebiyle cezalanırsınız.] olan cevap cümlesinin hazfî îcâz-ı hazif sanatıdır.
Bu takdire göre mahzuf cevap ve mezkûr şart cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِعِبَادِه۪ بَص۪يراً
فَ rabıtadır. Cümle, şartın mukadder cevabı için ta’liliyyedir. اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkâri kelamdır. Lafza-i celâl اِنَّ ‘nin ismi, كَانَ بِعِبَادِه۪ بَص۪يراً cümlesi haberidir.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
اِنّ ’nin haberinin, كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi olarak gelmesi sübut ve istimrar ifade eder.
Müsned olan بَص۪يراًۚ sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur بِعِبَادِه۪ , ihtimam için amili olan بَص۪يراً ’e takdim edilmiştir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, kalplerde haşyet duygularını artırmak için yapılan tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Cümle [Allah Teâlâ kullarını hakkıyla görür] anlamının yanında “görmekle kalmaz, gereken karşılığı verir” manası da taşımaktadır. Lâzım zikredilmiş, melzûm kastedilmiştir. Mecaz-ı mürsel mürekkebdir
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Diğer surelerde olduğu gibi, bu surenin ayetlerindeki fasılaların, mükemmel uyumunun ahengi, sözün güzelliğini, parlaklığını ve ruha etkisini artırmıştır. Bu fasılalarda lüzum ma la yelzem sanatı vardır.
Kur’an’daki bütün surelerde olduğu gibi bu surenin de son ayeti, hüsn-i intihâ sanatının güzel bir örneğidir.
Hüsn-i intihâ, mütekellimin sözünü makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlamasıdır. (Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Surenin bütün ayetlerinin fasılalarının meydana getirdiği lüzum ma la yelzem, okuyanın dikkatinden kaçmayacak son derece latif, bedî’ sanattır.
عِبَادِه۪ "onun kulları” nitelemesi ile, kulluğunu bilen kullara bir teselliyi bildirmekle birlikte, herkes için ağır bir azarlamayı hatırlatan korkunç bir uyarıdır. (Elmalılı)
Bu ayet, azabın şiddetini ve genel oluşunu ortaya koyan bir ifadedir. Çünkü insanın bekasının eşya ile olması gibi, eşyanın bekası da insan sayesindedir. Çünkü insan, eşyayı idare ve ıslah eder. Böylece eşya, uzun sûre ayakta kalır. Sonra insan, bu eşyadan istifade ederek, bunlar sayesinde ayakta kalır.
“Basîr” (görür) ifadesi, teselli etme bakımından, alîm (bilir) gibi kelimelerden daha ileri ve kuvvetlidir. Çünkü kendisine bakanı gören kimse, onu görmeden durumunu bilenden daha iyi kurtarıcısıdır. (Fahreddin er-Râzî)