بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللّٰهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلٰى ظَهْرِهَا مِنْ دَٓابَّةٍ وَلٰكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۚ فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِعِبَادِه۪ بَص۪يراً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَوْ | ve eğer |
|
2 | يُؤَاخِذُ | cezalandıracak olsaydı |
|
3 | اللَّهُ | Allah |
|
4 | النَّاسَ | insanları |
|
5 | بِمَا | yüzünden |
|
6 | كَسَبُوا | yaptıkları işler |
|
7 | مَا |
|
|
8 | تَرَكَ | bırakmazdı |
|
9 | عَلَىٰ | üzerinde (yeryüzünde) |
|
10 | ظَهْرِهَا | onun sırtı |
|
11 | مِنْ | hiçbir |
|
12 | دَابَّةٍ | canlı |
|
13 | وَلَٰكِنْ | fakat |
|
14 | يُؤَخِّرُهُمْ | onları erteliyor |
|
15 | إِلَىٰ | kadar |
|
16 | أَجَلٍ | bir süreye |
|
17 | مُسَمًّى | belirtilmiş |
|
18 | فَإِذَا | zaman |
|
19 | جَاءَ | geldiği |
|
20 | أَجَلُهُمْ | süreleri |
|
21 | فَإِنَّ | kuşkusuz |
|
22 | اللَّهَ | Allah |
|
23 | كَانَ |
|
|
24 | بِعِبَادِهِ | kullarını |
|
25 | بَصِيرًا | görmektedir |
|
وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللّٰهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلٰى ظَهْرِهَا مِنْ دَٓابَّةٍ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَوْ gayr-ı cazim şart harfidir. يُؤَاخِذُ damme ile merfû muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. النَّاسَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. بِ harf-i ceri sebebiyyedir.
مَا ve masdar-ı müevvel, بِ harf-i ceriyle birlikte يُؤَاخِذُ fiiline mütealliktir.
كَسَبُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
فَ karinesi olmadan gelen مَا تَرَكَ عَلَيْهَا cümlesi şartın cevabıdır. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَرَكَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. عَلٰى ظَهْرِهَا car mecruru تَرَكَ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مِنْ harf-i ceri zaiddir. دَٓابَّةٍ lafzen mecrur, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
وَلٰكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۚ
وَ atıf harfidir. لٰكِنْ istidrak harfidir.
İstidrak; düzeltmek, telafi etmek, hatayı tamir etmek, kusuru örtmek gibi anlamlara gelir. Önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesine “istidrak” adı verilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُؤَخِّرُهُمْ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اِلٰٓى اَجَلٍ car mecruru يُؤَخِّرُهُمْ fiiline mütealliktir.
مُسَمًّى kelimesi اَجَلٍ ‘nin sıfatı olup mukadder kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُسَمًّى sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i mef’ûludür.
Maksur isimdir.Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi…
فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِعِبَادِه۪ بَص۪يراً
فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
إِذَا : Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
إِذَا ‘dan sonraki şart cümlesinin fiili, mazi veya muzari manalı olur. Cevabı ise umumiyetle muzari olur, mazi de olsa muzari manası verilir:
a) إِذَا fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) إِذَا ‘nın cevap cümlesi, iki muzari fiili cezm edenlerin cevap cümleleri gibi mazi, muzari, emir, istikbal, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına ف ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzari fiili cezm edenlerle aynıdır.
c) Sükun üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
جَٓاءَ اَجَلُهُمْ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
جَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اَجَلُهُمْ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, جازاهم بما هم له أهل (Onları sahip oldukları aile ile ödüllendirdi.) şeklindedir.
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ lafza-i celâli اِنّ ‘nin ismi olup lafzen mansubdur.
بِعِبَادِه۪ car mecruru بَص۪يرٌ ‘a mütealliktir. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. بَص۪يرٌ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.
بَص۪يرٌ kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللّٰهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلٰى ظَهْرِهَا مِنْ دَٓابَّةٍ
وَ istînâfiyyedir. لَوْ cezmetmeyen şart harfidir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan لَوْ يُؤَاخِذُ اللّٰهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا şart cümlesidir.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Mecrur mahaldeki masdar harfi مَا ve akabindeki كَسَبُوا cümlesi, يُؤَاخِذُ fiiline mütealliktir.
يُؤَاخِذُ fiiline müteallik olan بِمَا كَسَبُوا ’deki بِ harfi, sebebiyyet içindir.
النَّاسَ ’ın marifeliği tüm insanları kapsadığından cins içindir. (Âşûr)
فَ karinesi olmadan gelen cevap cümlesi مَا تَرَكَ عَلٰى ظَهْرِهَا مِنْ دَٓابَّةٍ şeklinde menfi mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil hudûs, sebat, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda, faide-i haber talebî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
Mef’ûl olan دَٓابَّةٍ ’deki tenvin kesret ve nev ifade eder. مِنْ ise tekid ifade eden zaid harftir. Olumsuz cümlede zaid مِنْ harfi, cümleyi “hiçbir” manası vererek tekid eder. Nefy siyakında nekre umum ve şümûle işarettir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur عَلٰى ظَهْرِهَا , ihtimam için mef’ûl olan دَٓابَّةٍ ’e takdim edilmiştir.
يُؤَاخِذُ - تَرَكَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı, دَٓابَّةٍ - النَّاسَ kelimeleri arasında ise îhâm-ı tezat sanatı vardır.
Farklı konumdaki مَا ’lar arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
عَلٰى ظَهْرِهَا (sırtında) ifadesi “yeryüzünde” demektir. (Keşşâf)
Bu ayettte الأرض (yer) lafzının zikri geçmediği halde دَٓابَّةٍ (canlı) lafzı ona delalet ettiğinden ve malum olduğundan zikrine gerek duyulmamıştır. (Beyzâvî, V, 253)
مَا تَرَكَ عَلٰى ظَهْرِهَا مِنْ دَٓابَّةٍ [Onun sırtında emekleyen herhangi bir canlı bırakmazdı.] cümlesinde istiâre-i mekniyye vardır. Burada yeryüzü, sırtında çeşitli mahlukat türlerini taşıyan bir hayvana benzetilmiş, sonra müşebbehün bih hazf edilmiş ve onun levazımından olan ظَهْرِ kelimesiyle istiâre-i mekniyye yoluyla ona işaret edilmiştir. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)
Bu ayette olduğu gibi muzari fiile şart manasındaki لَوْ dahil olduğunda muzari fiil geçmiş zaman ifade etmektedir. (Süyûtî, Hem’u’l-hevâmi’, 1: 35)
بِمَا كَسَبُوا [işledikleri yüzünden] ifadesi, kesbetmiş oldukları günahlar sebebiyle anlamında; عَلٰى ظَهْرِهَا [sırtında] ifadesi yeryüzünde demektir. Tek bir canlı ile kastedilen yeryüzünde hareket eden tüm varlıklardır. Burada ademoğlunu kastetmiştir; ancak (Günahlarının uğursuzluğu yüzünden hem âdemoğlunu hem de diğer canlıları bırakmazdı) anlamında olduğu da söylenmiştir. (Keşşâf)
الظَّهْرُ kelimesi aslında bir canlının görünen sağlam yeridir. Bedende bel kemiği üstünde yükselen yerdir. Batnın zıddıdır. Görünmese de insanın sırtı için de kullanılır. İnsanın görünen yeri karnı ve göğsüdür. ‘’Arzın zahrı’’ tabirinde ise mahlukatın üzerinde bulunduğu yüzey için kullanılır. Bu kullanımda arz, meknî istiare yoluyla üzerine binilen bir canlıya benzetilmiştir. Sonra bu kullanım yaygınlaşmış ve hakikate dönüşmüştür. (Âşûr)
وَلٰكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۚ
Cümle atıfla gelmiştir. İstînâfa matuf olan cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. لٰكِنْ istidrak harfidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
اَجَلٍ için sıfat olan مُسَمًّىۚ , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ
فَ atıf harfidir. Makabline matuf olan cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümlenin haber manalı olması haber üslubundaki cümleye atfını mümkün kılmıştır.
جَٓاءَ اَجَلُهُمْ cümlesi, şart manalı müstakbel zaman zarfı إِذَا ’nın muzâfun ileyhi konumundadır. Aynı zamanda şart cümlesidir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Zaman zarfı اِذَا edatı cevap fiiline mütealliktir.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Takdiri يجازيهم بما كسبوا [...kazandıklarınız sebebiyle cezalanırsınız.] olan cevap cümlesinin hazfî îcâz-ı hazif sanatıdır.
Bu takdire göre mahzuf cevap ve mezkûr şart cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِعِبَادِه۪ بَص۪يراً
فَ rabıtadır. Cümle, şartın mukadder cevabı için ta’liliyyedir. اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkâri kelamdır. Lafza-i celâl اِنَّ ‘nin ismi, كَانَ بِعِبَادِه۪ بَص۪يراً cümlesi haberidir.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
اِنّ ’nin haberinin, كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi olarak gelmesi sübut ve istimrar ifade eder.
Müsned olan بَص۪يراًۚ sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur بِعِبَادِه۪ , ihtimam için amili olan بَص۪يراً ’e takdim edilmiştir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, kalplerde haşyet duygularını artırmak için yapılan tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Cümle [Allah Teâlâ kullarını hakkıyla görür] anlamının yanında “görmekle kalmaz, gereken karşılığı verir” manası da taşımaktadır. Lâzım zikredilmiş, melzûm kastedilmiştir. Mecaz-ı mürsel mürekkebdir
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Diğer surelerde olduğu gibi, bu surenin ayetlerindeki fasılaların, mükemmel uyumunun ahengi, sözün güzelliğini, parlaklığını ve ruha etkisini artırmıştır. Bu fasılalarda lüzum ma la yelzem sanatı vardır.
Kur’an’daki bütün surelerde olduğu gibi bu surenin de son ayeti, hüsn-i intihâ sanatının güzel bir örneğidir.
Hüsn-i intihâ, mütekellimin sözünü makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlamasıdır. (Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Surenin bütün ayetlerinin fasılalarının meydana getirdiği lüzum ma la yelzem, okuyanın dikkatinden kaçmayacak son derece latif, bedî’ sanattır.
عِبَادِه۪ "onun kulları” nitelemesi ile, kulluğunu bilen kullara bir teselliyi bildirmekle birlikte, herkes için ağır bir azarlamayı hatırlatan korkunç bir uyarıdır. (Elmalılı)
Bu ayet, azabın şiddetini ve genel oluşunu ortaya koyan bir ifadedir. Çünkü insanın bekasının eşya ile olması gibi, eşyanın bekası da insan sayesindedir. Çünkü insan, eşyayı idare ve ıslah eder. Böylece eşya, uzun sûre ayakta kalır. Sonra insan, bu eşyadan istifade ederek, bunlar sayesinde ayakta kalır.
“Basîr” (görür) ifadesi, teselli etme bakımından, alîm (bilir) gibi kelimelerden daha ileri ve kuvvetlidir. Çünkü kendisine bakanı gören kimse, onu görmeden durumunu bilenden daha iyi kurtarıcısıdır. (Fahreddin er-Râzî)
Mekke döneminde inmiştir. 83 âyettir. Sûre, adını ilk âyeti oluşturan “Yâ-Sîn” harflerinden almıştır. Sûrede başlıca insanın ahlâkî sorumlulukları, vahiy, Hz. Peygamber’i yalanlayan Kureyş kabilesi, Antakya halkına gönderilen peygamberler, Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren deliller, öldükten sonra dirilme,hesap ve ceza konu edilmektedir.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
يٰسٓۜ
يٰسٓۜ
يٰسٓۜ hurûf-u mukattaâ harfi’dir.
يٰسٓۜ
Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. Hurûf-u mukattaâ ile başlayan bütün sureler buna örnektir. Çünkü muhatabın dikkatini celbeder ve dinlemeye teşvik eder. (Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Tefsir alimleri surelerin başındaki bu harfler hakkında farklı görüşlere sahiptir. Âmir eş-Şâbi, Süfyan es-Sevri ve bir grup muhaddis şöyle demiştir: Bunlar Allah'ın Kur'an-ı Kerim’de sakladığı bir sırdır. Yüce Allah'ın, her bir kitabında böyle bir sırrı vardır. Bunlar, yüce Allah'ın bilgisini yalnızca kendisine sakladığı müteşabih ayetler arasında yer alırlar. Bunlar hakkında birşey söylemek gerekmez. Biz bunlara iman eder ve Allah'tan geldikleri gibi okuruz. (Kurtubî)
Aynı mukattaa harfleriyle başlayan surelerin aralarında mana veya konu açısından bir yakınlık vardır.
وَالْقُرْاٰنِ الْحَك۪يمِۙ
Araplar’da yalan yere yemin etmenin dünyanın harabına yol açacak kadar ağır bir kötülük olduğuna inanılırdı. Resûl-i Ekrem de bir hadisinde bu anlayışı teyit etmiştir. İşte bu âyetlerde Hz. Muhammed’in gerçek bir peygamber olduğu bir yemine bağlı olarak ifade edilmektedir; üzerine yemin edilen ise muhataplarınca kendileri tarafından bir benzerinin ortaya konamayacağı anlaşılmış bulunan eşsiz mûcize Kur’an-ı Kerîm’dir (Râzî, XXVI, 41).
“Hikmet dolu” diye çevrilen 2. âyetteki hakîm kelimesi, “muhkem, sağlam; öğütleri, buyruk ve yasakları yerli yerince olan” şeklinde de anlaşılmıştır (İbn Atıyye, IV, 446).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 476وَالْقُرْاٰنِ الْحَك۪يمِۙ
وَ kasem vavıdır. الْقُرْاٰنِ kelimesi kasem و ‘ı ile mecrur olup mahzuf fiile mütealliktir. Takdiri; أقسم ( yemin ederim.) şeklindedir. الْحَك۪يمِ kelimesi الْقُرْاٰنِ ‘nin sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَالْقُرْاٰنِ الْحَك۪يمِۙ
وَ kasem harfidir. Ayette îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrur وَالْقُرْاٰنِ , takdiri اقسم (Yemin ederim) olan mahzuf fiile mütealliktir.
الْقُرْاٰنِ için sıfat olan الْحَك۪يمِۙ , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
الْحَك۪يمِۙ , mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
الْحَك۪يمِ kelimesi ذو الحكم (hikmetli) anlamındadır. Ya da (Kur’an’a hakîm denmesi) canlı biri gibi hikmetle konuşan bir delil olduğu içindir. Veya el-Hakîm’in kelamı olduğundandır. Bu durumda (Kur’an) kendisiyle konuşanın sıfatıyla nitelenmiş olur. (Keşşâf)
Dolayısıyla aklî mecaz veya istiare vardır.
Rabbimiz Kur'an-ı Kerîm'e yemin etmektedir. Kur'an Hz. Muhammed'e (sav) indirilen kitabın özel ismidir. القراءة kelimesinden türemiş bir isimdir. Kur'an aslında قرأ (Okudu) fiilinin masdarıdır. القرآءة de aynı fiilin diğer masdarıdır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 9)
Nasıl olup da Allah'ın Kur'an'a yemin ettiği sorulabilir. Çünkü yeminde olması gereken, yemin edilen şeyin muhatap tarafından yüceliğinin kabul edilmesidir. Halbuki muhatap Kur'an'ın Allah kelamı olduğunu kabul etmiyordu. O halde bu yemine de aldırmaz. O zaman bu yeminin kıymeti nedir? Buna şöyle cevap verebiliriz: Allah Teâlâ Kur'an'ı Resulünün mucizesi, risaletinin en büyük delili ve burhanı yapmıştır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, C. 2, s. 11)
Tefsîrü’l Kebîr'de şöyle yazılıdır: Bu sadece bir yemin değildir. Bu; yemin suretinde gelmiş bir delildir. Çünkü Kur'an bir mucizedir ve onun gönderilmiş oluşunun delili de bu mucize oluşudur. İşte Kur'an böyledir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu,C.2, s. 12)
Kur’an’a yemin edilmesi Allah katındaki kadrinden ve şerefinden kinayedir ve bu surenin ilk ayetlerinden kastedilen de budur. Bu yeminin maksadı, bu önemle birlikte haberi tekid etmektir. (Âşûr)
اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنَّكَ | kuşkusuz sen |
|
2 | لَمِنَ |
|
|
3 | الْمُرْسَلِينَ | gönderilmiş elçilerdensin |
|
اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَۙ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. كً muttasıl zamiri اِنَّ ‘nin ismi olarak mahallen mansubdur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır. مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ car mecruru اِنَّ ‘nin mahzuf haberine mütealliktir.
الْمُرْسَل۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i mef’ûlüdür.اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَۙ
Ayet fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi, şibh-i kemâl-i ittisâldir. Bu cümle kasemin cevabıdır, Allah Teâlâ, Rasulullah’ın (sav) gönderilenlerden olduğuna yemin etmiştir.
اِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Bu cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ car mecruru, اِنَّ ’nin mahzuf haberine mütealliktir. مِنَ ba'diyet içindir.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ isim cümlesi ve lam-ı muzahlaka sebebiyle üç katlı tekid ifade eden çok muhkem cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Bir soruya cevap verilirken çoğunlukla cümlenin başında إِنَّ bulunur. Yani, lafzî ve mukadder soruların cevaplarının başında bulunur. Ya da soru soran kişinin, verilecek cevabın aksi bir düşünceye sahip olduğunun bilindiği durumlarda (yani inkâr makamında) cevabın başına إِنَّ gelir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Bu ayetteki cevap اِنَّ ve لَ ile tekid edilmiştir. Bunun sebebi kavminin onun risaletini inkar etmesindeki şiddettir. Bu yüzden arkadaki ayetler de aynı şekilde gelmiştir. Onların gafil olduğu ve inanmadıkları için çoğunun başına o sözün hak olduğu zikredilmiştir. Onların hem önlerinden hem arkalarından setler çekilmiştir ve her taraftan sarılmışlardır. Onlar artık görmezler. Onlar uyarılsalar da, uyarılmasalar da fark etmez, artık hiç bir şekilde iman etmezler. İşte bu manalar da tekidin arttırılmasını gerektirmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, C. 2, s. 12)
عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍۜ
عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍۜ
عَلٰى صِرَاطٍ car mecruru اِنَّ ‘nin mahzuf ikinci haberine mütealliktır. مُسْتَق۪يمٍ kelimesi صِرَاطٍ ‘ ın sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍۜ
Car mecrur, önceki ayetteki اِنَّ ’nin mahzuf ikinci haberine veya اِنَّ ’nin ismindeki ya da haberindeki müstetir zamirin mahzuf haline veya الْمُرْسَل۪ينَۙ ’ye mütealliktir.
صِرَاطٍ için sıfat olan مُسْتَق۪يمٍۜ , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
مُسْتَق۪يمٍۜ , mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
صِرَاطٍ ‘deki tenvin nev ve tazim içindir.
صِرَاطٍ - مُسْتَق۪يمٍۜ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍۜ ibaresinde istiare vardır. Müsteâr صِرَاطٍ kelimesidir, hissîdir. Müsteârun leh İslam’dır, aklîdir. صِرَاطٍ kelimesi yol demektir. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müsteârun leh) hazf edilmiş müsteârun minh kalmıştır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
Muhtemelen bu car mecrur haberden sonra gelmiş bir haberdir. Yani ‘’muhakkak ki sen dosdoğru bir yol üzerindesin’’ demektir. إنه من أهل بغداد من أصحاب الثراء .. (Muhakkak ki o zengin Bağdat ehlindendir) sözümüz gibidir. Bu cümlede o kişinin hem Bağdat ehlinden olduğu hem de zengin olduğu haber verilmiştir. Aynı zamanda المرسلين (Gönderilenler) kelimesinin mütealliki da olabilir. Yani ‘’muhakkak ki sen dosdoğru yol üzerinde gönderilenlerdensin’’ manasındadır. Bu iki takdir arasındaki farkın ne olduğu sorulabilir. Buna şöyle cevap verebiliriz: Eğer bu car mecrurun ikinci haber olduğu düşünülürse, bu haberlerden birine gerek yoktur, sadece bir tanesi ile kelam tamamlanır.
Amaç, onu sıratı müstakimde olan diğer gönderilenlerden temyiz etmek değildir. Amaç, hem onu, hem de getirdiği şeriatı vasıflamaktır. Böylece bu nazımla iki vasıf birarada ifade edilmiştir. Adeta sen sabit bir yol üzerinde gönderilenlerdensin denilmiştir.
Aynı zamanda sırat kelimesindeki nekrelik, onun dosdoğru yollar arasında, bu vasfı gizlemeyen bir yol üzerinde gönderildiğine delalet eder. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.13)
مُسْتَق۪يمٍۜ , maksada (gayeye, hedefe) ulaştıran en kısa yol demektir. (Fahreddin er-Râzî)
تَنْز۪يلَ الْعَز۪يزِ الرَّح۪يمِۙ
تَنْز۪يلَ الْعَز۪يزِ الرَّح۪يمِۙ
تَنْز۪يلَ mahzuf fiilin mef’ûlu mutlakıdır. Takdiri; نزّل (İndirdi) şeklindedir. الْعَز۪يزِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. الرَّح۪يمِ kelimesi الْعَز۪يزِ ‘in sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
الْعَز۪يزِ - الرَّح۪يمِ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَنْز۪يلَ الْعَز۪يزِ الرَّح۪يمِۙ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayette îcâz-ı hazif sanatı vardır. تَنْز۪يلَ , takdiri نزّل (İndirdi) olan mahzuf fiilin mef’ûlü mutlakıdır. Bu takdire göre cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
الْعَز۪يزِ- الرَّح۪يمِۙ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır.
الْعَز۪يزِ için sıfat olan الرَّح۪يمِۙ , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
الْعَز۪يزِ ve الرَّح۪يمِۙ , mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Veciz anlatım kastıyla gelen تَنْز۪يلَ الْعَز۪يزِ الرَّح۪يمِۙ izafetinde, Allah’ın Aziz ve Rahim isimlerine muzâf olan تَنْز۪يلَ tazim edilmiştir.
Yemin edilerek hikmetle vasıflanan Kur'an tazim edildikten sonra yüce zatına izafe edilerek bir kere daha tazim edilmiştir. Kitap iki açıdan tazim edilir:
İçinde bulunan şey sebebiyle ki bu zatının tazimidir. Gönderilmiş olması sebebiyle.
Sahibi iki açıdan tazim edilir: Kendisinden korkulduğu için veya kendisinden hayır ve nimet beklendiği için. Allah Teâlâ bu ikisini تنزيل العزيز الرحيم sözünde bir arada zikretmiştir.
Bu ibarede terhîb ve terğîb vardır. Her ikisi de zatı tazim etmek için kullanılan masdardır. Azîz ismi; emri, işi yürürlükte olan, sözü geçerli olan demektir. Rahîm ismi onun merhamet sahibi olduğunu, diktatör veya zorba olmadığını ifade eder.
Rûhu'l Meânî'de şöyle yazılıdır: Ayetin başındaki kelime mahzuf bir fiil için medih veya masdariyye olarak mansubdur. نزل تنزيلَ şeklinde takdir edilir. Hangisi olursa olsun bu ayette hakîm vasfıyla açıklandıktan sonra Kur'ân'a izafe edilmesi dolayısıyla tazim manası vardır. Kâmil üstünlük ve erdemli bir merhamet ifade eden iki kerîm ismin tahsis edilmesinde hem korkarak hem arzu ederek iman etmeye teşvik vardır.
Kur'an'ı tazim etmeye işaret eden noktaları şöyle sıralayabiliriz:
●Kur'an'a yemin edilmesi.
●Hakîm olmakla vasıflanması.
●Yüce bir makamda olup Azîz ve Rahîm'in emriyle nazil olması.
●Allah'ın terhîb ve terğîb vasıflarını kendine izafe etmesi. Böylece işaret etmediği ve zikretmediği herhangi bir tazim yönü kalmamıştır.
Bu ayette tercih edilen Azîz ve Rahîm isimlerinin surede pek çok delaleti vardır.
Azîz, galip demektir, bu ismin zikri kulda korku uyandırır. Rahîm ismi devamlı olarak rahmetle andığını ifade eder ve bu ismin zikri kulda arzu ve ümit uyandırır. Böylece terğîb ve terhîb bir arada gelmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.17,18)
Kur’an'ın, bu şekilde vasıflandırılması, hikmet dolu olmakla vasıflandırılmasıyla zâti azameti beyan edildikten sonra Allah tarafından indirilmiş olduğu, vasfının son derece köklü olduğunu beyan etmek içindir. Yani sanki Kur’an, indirilmenin kendisi olmuştur.
Burada Allah'ın, tam galibiyet ve umumî şefkat ifade eden iki isminin (Azîz ile Rahîm) zikre tahsis edilmesi, rağbet ettirerek ve korkutarak Allah'a imanı teşvik, etmek içindir; bir de, Kur’an’ın indirilmesinin sırf ilâhi rahmetten kaynaklandığını bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
لِتُنْذِرَ قَوْماً مَٓا اُنْذِرَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ
Genellikle müfessirler, “ataları uyarılmamış” ifadesiyle, Hz. Muhammed’in ilk muhatap kitlesi olan Kureyş ve çevresindekilere yakın zamanlarda bir peygamber gönderilmemiş olduğuna işaret edildiği kanaatindedirler (bu konuda ayrıca bk. Secde 32/3; Sebe’ 34/44; Fâtır 35/24). Meâlde esas alınan bu mâna burada geçen“mâ” kelimesinin olumsuzluk edatı sayılmasına göredir. Bu kelimenin mahiyeti ve cümledeki rolü konusundaki farklı kanaatlere göre âyetin aynı kısmına “ataları uyarılmış” veya “atalarının uyarıldığı şeyle” anlamı da verilebilir. Bu takdirde geçmiş devirlerdeki bütün insanlar kastedilmiş olur (Taberî, XXII, 150; İbn Atıyye, IV, 446). Yine bu yaklaşıma göre cümlenin devamı ile uyumu açısından meâlin “Ataları uyarılmış ama kendileri gaflet içinde bulunan bir toplumu uyarasın diye” şeklinde olması gerekir (Zemahşerî, III, 280).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 476لِتُنْذِرَ قَوْماً مَٓا اُنْذِرَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ
لِ harfi, تُنْذِرَ fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte تَنْز۪يلَ ‘e mütealliktir.
تُنْذِرَ mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir. قَوْماً mef’ûlun bih olup lafzen mansubdur.
مَٓا اُنْذِرَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ cümlesi قَوْماً ‘in sıfatı olarak mahallen mansubdur.
مَٓا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. اُنْذِرَ fetha ile mebni meçhul mazi fiildir. اٰبَٓاؤُ۬هُمْ naib-i fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ atıf harfidir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. غَافِلُونَ mübtedanın haberi olup ref alameti و ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
غَافِلُونَ kelimesi sülâsî mücerredi olan غفل fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)لِتُنْذِرَ قَوْماً مَٓا اُنْذِرَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ
Sebep bildiren lam-ı ta’lilin gizli أنْ ‘le masdar yaptığı لِتُنْذِرَ قَوْماً مَٓا اُنْذِرَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Masdar-ı müevvel, mecrur mahalde olup önceki ayetteki تَنْز۪يلَ ‘ye mütealliktir.
مَٓا اُنْذِرَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ cümlesi قَوْماً için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Menfi mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafat, S.107)
قَوْماً ’deki tenvin muayyen olmayan cinse işaret etmiştir.
اُنْذِرَ fiili, meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Ayrıca bu bina naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i İbrahim, s. 127)
فَهُمْ غَافِلُونَ cümlesi, makabline matuftur. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsim cümlesinde müsned غَافِلُونَ şeklinde ism-i fail kalıbında gelerek sübut ve devam ifade etmiştir.
İsim cümlesinde yer alan ism-i fail, çoğunlukla sübut ve süreklilik anlamı ifade eder. Fiil cümlesinde yer alan ism-i fail ise hudûs ve yenilenme anlamı ifade eder. İsm-i fail, isim cümlesi bağlamında kullanılıp başında tekid lâmı (lâm-ı muzahlaka) bulunursa, bu durum sübut manasını artırır. (Muhammed Rızk, Dr. Öğr. Üyesi, Hitit Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Arap Dili ve Belagati Anabilim Dalı, Kur’an-ı Kerim’de İsm-i Fail’in İfade Göstergesi (Manaya delaleti), Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (Haziran/June 2020, 19/1: 405-426)
فَهُمْ غَافِلُونَ [Kendileri gaflet içinde kalmış olan] sözünün, aynı mananın tekrarı olduğu söylenebilir. Ama aslı böyle değildir. Çünkü eski ataları uyarılmış olsa da, aradan geçen zaman nedeniyle onlar gaflete düşmüşlerdir.
Rûhu'l Meânî'de şöyle yazılıdır: فهم غافلون [Onlar gaflet içinde kalmıştır] sözü, ilk görüşe göre uyarılmamış olmanın teferruatı ve sonucudur. Çoğul zamiri iki gruba aittir. Yani gaflette oldukları için uyarılmamış ataların hepsine aittir.
Diğer görüşlere göre لتنذر (Uyarman için) ibaresiyle veya bu ibarenin ifade ettiği إنك لمن المرسلين [Sen (Habibim) hiç şüphesiz (Hak canibinden) gönderilen peygamberlerdensin] cümlesiyle ilişkili olup, Resulullah'ın (sav) uyarmasının veya kendisine ihtiyaç duyan kavmin gafleti sebebiyle gönderilmesinin sebebidir. Tıpkı susamış bir kavmin sulanması gibidir. Zamir, özel bir kavme aittir. Mana onların gafil olduğu, yani babalarının uyarılmamış olduğudur.
Hafâcî şöyle demiştir: İlk görüşe göre فهم غافلون [Onlar gaflet içinde kalmıştır] sözüyle alakalı olması caizdir. Aynı zamanda çeşitli açılardan لتنذر [Uyarman için] ibaresiyle de alakalıdır. فَ harfi talîl içindir. Zamir ya onlara, ya da babalarına aittir. Zihne gelen şey ilk olarak belirlenen manadır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, C. 2, s. 25 )
لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلٰٓى اَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
Tefsirlerde genellikle, gerçekleşeceği belirtilen “söz”den maksadın Hûd sûresinin 119. âyeti ile Secde sûresinin 13. âyetinde geçen Allah Teâlâ’nın “Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım!” şeklindeki yemin ifadesi olduğu belirtilir (meselâ Zemahşerî, III, 280; başka yorumlar için bk. Râzî, XXVI, 43-44).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 477لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلٰٓى اَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
حَقَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. الْقَوْلُ fail olup lafzen merfûdur. عَلٰٓى اَكْثَرِهِمْ car mecruru حَقَّ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ atıf harfidir. İsim cümlesidir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. لَا يُؤْمِنُونَ mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُؤْمِنُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
يُؤْمِنُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلٰٓى اَكْثَرِهِمْ
لَ mahzuf kasemin cevabının başına gelen harftir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzufla birlikte cümle kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır.
قَدْ ve mahzuf yemin ile tekid edilmiş cevap cümlesi olan لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلٰٓى اَكْثَرِهِمْ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ [o söz hakk/vâcib oldu] sözünün Kur’ân-ı Kerîm'deki manası, “azabın onlar hakkında sabit olduğu”dur. الْقَوْلُ ile kastedilen, “Allah'ın sözü”dür. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 26)
Bu ayette, onların çoğu olarak ifade edilen kimselere bu hükmün sabit olması, ebedî olarak İblisin peşinden gitmekte ısrar edenlerden oldukları içindir. (Ebüssuûd)
فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
Ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlenin müsnedi olan لَا يُؤْمِنُونَ , menfi muzari fiil sıygasında gelmiştir. Bu durum hükmü takviye, teceddüt ve istimrar ifade eder. Ayrıca muzari fiil muhatabın dikkatini tecessüm özelliğiyle uyararak konuyu anlamasında yardımcı olur.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip; hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karineler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اِنَّا جَعَلْنَا ف۪ٓي اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالاً فَهِيَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ
İlk âyette inkârda direnenlerin durumuna ait temsilî bir anlatıma yer verilmiştir. Bunun inkârcıların âhiretteki halleriyle ilgili bir ifade olduğu da ileri sürülmüştür. Fakat müteakip âyette gözlerine perde indirildiğinin ve artık görmediklerinin belirtilmesi bu yorumu zayıflatmaktadır, zira kıyamet günü inkârcılar kendi durumlarının ne kadar kötü olduğunu çok iyi göreceklerdir (İbn Atıyye, IV, 446-447; inkârcıların âhirette kör olmalarının ne anlama geldiği konusunda bk. İsrâ 17/72, 97; Tâhâ 20/124-125).
8 ve 9. âyetlerdeki tasvir için yapılan izahları şöyle özetlemek mümkündür: Pek çok açık kanıta rağmen inatla inkârcılıklarını sürdürenler öyle iç ve dış etkenler, öyle psikolojik ve sosyolojik şartlar ve alışkanlıklarla kuşatılmışlardır ki, boyunlarına çenelerine kadar dayanan boyunduruklar geçirilmiş gibidirler; kafaları yukarı kalkık, gözleri aşağıya kaymıştır; hangi yöne dönseler hidayet ışığına uzaktırlar; böbürlendikleri ve nefislerine tutsak oldukları için Fussılet sûresinin 53. âyetinde sözü edilen delilleri, gerek kendilerini çevreleyen dış âlemdeki gerekse ruhî ve biyolojik yapılarındaki kanıtları artık göremezler. Boyunlarına halkalar geçirildiğinin belirtilmesi, insanın fıtratına yerleştirilen cebrî bir durumdan değil, onların kendi işledikleri suçtan ötürü gördükleri bir karşılıktan söz edildiğini gösterir; zira bunlar birer cezalandırma aracıdır, ceza ise suçun karşılığıdır (başka açıklamalarla birlikte bk. Râzî, XXVI, 44-46; Elmalılı, VI, 4010). Bazı müfessirlere göre 8. âyette, inkârcıların bu tutumlarının onları sahip oldukları imkânlardan başkalarını yararlandırmaktan ve Allah yolunda harcama yapmaktan da alıkoyduğuna işaret edilmektedir (Taberî, XXII, 151; Şevkânî, IV, 413).
Halkaların çenelere kadar dayandığı belirtilirken kullanılan “onlar” zamiri bazı müfessirlere göre daha sonra gelen “eller” anlamındaki kelimenin yerini tutmakta ve burada ellerin boyuna bağlanmış halinden söz edilmektedir (Taberî’nin farklı bir kıraatle desteklediği bu yorumun ayrıntısı için bk. XXII, 150-151; Zemahşerî’nin bu yoruma yönelttiği eleştiri için bk. III, 280-281).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 477-478اِنَّا جَعَلْنَا ف۪ٓي اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالاً فَهِيَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. نَا mütekellim zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. جَعَلْنَا cümlesi, اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
جَعَلْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur.
ف۪ٓي اَعْنَاقِهِمْ car mecruru mahzuf ikinci mef’ûle mütealliktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَغْلَالاً birinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
Değiştirme manasına gelen جَعَلَ kelimesi 3 şekilde gelir:
1. Bir şeyden başka bir şey meydana getirmek
2. Bir halden başka bir hale geçmek
3. Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek.
Bu ayette “bir halden başka bir hale geçmek” manasında kullanılmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَ zaiddir. Munfasıl zamir هِيَ mübteda olarak mahallen merfûdur. اِلَى الْاَذْقَانِ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir.
فَ atıf harfidir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. مُقْمَحُونَ haber olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
مُقْمَحُونَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i mef’ûlüdür.اِنَّا جَعَلْنَا ف۪ٓي اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالاً
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
اِنَّ ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Aciz bırakma ve yergi kastıyla gelen bu itiraz cümlesi ıtnâb babındandır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden, اِنَّ , isim cümlesi ve isnadın tekrarı sebebiyle bu tip cümleler üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı Kadr/1.)
Cümlede müsnedin جَعَلْنَا ف۪ٓي اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالاً şeklinde mazi fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, temekkün ve istikrar anlamları katmıştır.
جَعَلْنَا fiili, azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
Allah Teâlâ, Kur'an'da ne zaman kendisinden azamet zamiriyle bahsetse hemen öncesinde veya sonrasında vahdaniyetinin bilinmesi için kendisine ait tekil bir zamir gelir. (Fâdıl Sâlih Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 467)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur ف۪ٓي اَعْنَاقِهِمْ , konudaki önemine binaen, mef’ûl olan اَغْلَالاً ’ye takdim edilmiştir.
اَغْلَالاً ’deki tenvin nev ve tazim ifade eder.
Ayette, temsîlî istiâre vardır. Hidayetten kaçınan kafirler, boyunları zincirlerle sarılmış insanlara benzetilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
اِنَّا جَعَلْنَا ف۪ٓي اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالاً [Onların boyunlarına tasmalar geçirdik] ayetinde istiâre-i temsiliyye vardır. Yüce Allah, hidayet ve imandan kaçman kâfirlerin durumunu, zincir ve tasmalarla eli boynuna bağlanan ve başı yukarı kalkık olup onu eğemeyen ve sağa sola döndüremeyen kimsenin haline benzetti. Aynı zamanda, yolları yüzüne kapatılan ve maksadına eremeyen kimsenin durumuna benzetti. Bu, istiâre-i temsîliyye yoluyla olmuştur. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)
Boyunda bukağılar bulunması, o kişinin boyun eğmemesi ve itaat etmemesi anlamındadır. Çünkü itaat eden kişinin başını eğdiği ve emre boyun büküp uyduğu söylenir. Boynunda çenesine kadar dayanan tasmalar bulunan kimse ise başını eğmez ve tasdik edip hakka boyun eğen kimse gibi başını hareket ettiremez.
Bu fiilin Allah Teâlâ’ya isnad edilmesi ve اِنَّ ile tekid edilmesi, ne kadar sağlam olduğuna delalet eder. Bu prangaları çözüp kişiyi serbest bırakmaya kimsenin gücü yetmez. Bu aynı zamanda لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلَىٰ أَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ [Andolsun ki bunların çoğunun üzerine o söz hak olmuştur. Artık bunlar îman etmezler] şeklindeki önceki ayeti de tekid eder. Boyunlarında prangalar olan kişi üzerine Allah'ın sözü, yani azabı hak olmuştur. Çünkü Allah onun hidayete ermeyeceğini bilmektedir. Eğer لقد جُعلت في أعناقهم أغلال (Onların boyunlarına bukağılar vuruldu) buyurulsaydı, bu bukağıların çözüleceği ümit edilirdi, ama hiç kimsenin Allah'ın takdirini ve hükmünü değiştirmeye gücü yetmez. Allah'ın kapattığını kimse açamaz, açtığını da kimse kapatamaz.
Bu ayette أعناق (boyunlar), أغلال (prangalar) kelimesine takdim edilmiş, إنا جعلنا أغلالً في أعناقهم buyurulmamıştır. Çünkü kelam onlar hakkındadır, dolayısıyla onların önce zikredilmesi gerekir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, C.2, s. 35 - 36 )
İlk bakışta çağdaş medeniyetin boyun bağlarını hatırlatır gibi görünen bu أغلالً hem ferdin yaratılış kabiliyetini yanlış hedeflere sevk eden toplum baskısının kötü sıkıntılarını, hem de batıl itikatlar, çirkin alışkanlıklar, kötü huylar, taklit, taassub, nefsin arzuları gibi küfür ve günahlardan hoşlandırıp, imandan kaçındıran fena huylara ve durumlara nefislerin alıştırıla alıştırıla değişmez hale getirilmiş olmasını temsildir. (Elmalılı Hamdi Yazır)
فَهِيَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Ayete dahil olan فَ , mutlak rabıta için gelmiş zait harftir.
فَهِيَ اِلَى الْاَذْقَانِ ; mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Mübteda olan هِيَ ’nIn haberi mahzuftur. اِلَى الْاَذْقَانِ bu mahzuf habere mütealliktir.
İsim cümlesinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
فَهُمْ مُقْمَحُونَ cümlesi hükümde ortaklık nedeniyle makabline atffedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ سَداًّ وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَداًّ فَاَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَجَعَلْنَا | ve kıldık (çektik) |
|
2 | مِنْ |
|
|
3 | بَيْنِ | önlerinden |
|
4 | أَيْدِيهِمْ | önlerinden |
|
5 | سَدًّا | bir sed |
|
6 | وَمِنْ | ve |
|
7 | خَلْفِهِمْ | arkalarından |
|
8 | سَدًّا | bir sed |
|
9 | فَأَغْشَيْنَاهُمْ | ve onları kapattık |
|
10 | فَهُمْ | artık onlar |
|
11 | لَا |
|
|
12 | يُبْصِرُونَ | görmezler |
|
وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ سَداًّ وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَداًّ فَاَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. جَعَلْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
مِنْ بَيْنِ car mecruru amili جَعَلْنَا olan fiilin mahzuf ikinci mef’ûlun bihine mütealliktir.
اَيْد۪يهِمْ muzâfun ileyh olup ي üzere mukadder kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
سَداًّ birinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
Değiştirme manasına gelen جَعَلَ kelimesi 3 şekilde gelir:
1. Bir şeyden başka bir şey meydana getirmek
2. Bir halden başka bir hale geçmek
3. Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek.
Bu ayette “bir halden başka bir hale geçmek” manasında kullanılmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَداًّ cümlesi atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.
فَ atıf harfidir. اَغْشَيْنَاهُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
فَ atıf harfidir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُبْصِرُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
اَغْشَيْنَاهُمْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi غشو ’dir.
يُبْصِرُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi بصر ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ سَداًّ وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَداًّ فَاَغْشَيْنَاهُمْ
وَ , atıf harfidir. Ayet hükümde ortaklık nedeniyle önceki ayetteki …جَعَلْنَا cümlesine atfedilmiştir. İlk cümle müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
Car-mecrur مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ mahzuf ikinci mef’ûle mütealliktir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ , konudaki önemine binaen, mef’ûl olan سَداًّ ’e takdim edilmiştir.
وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَداًّ ibaresi, tezat nedeniyle مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ سَداًّ ‘e atfedilmiştir.
فَاَغْشَيْنَاهُمْ cümlesi, hükümde ortaklık nedeniyle … جَعَلْنَا cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Fiiller, azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
مِنْ ve سَداًّ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. سَداًّ ’deki tenvin nev ve tazim ifade eder. İki cümle de faide-i haber ibtidaî kelamdır.
مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ (önlerinden) - وَمِنْ خَلْفِهِمْ (arkalarından) ifadeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)
Burada من بين أيديهم ve من خلفهم buyurulmuş, ayet وجعلنا بين أيديهم سداًّ و خلفهم سداًّ şeklinde مِنْ harfi olmaksızın gelmemiştir. مِنْ , ibtidâi gaye harfidir. Bunun manası çekilen seddin hemen önlerinden başladığı, sedle aralarında boşluk olmadığıdır. Arkalarındaki sed de böyledir. Hemen arkalarından başlar. Yani bu sed onlara hem önlerinden, hem arkalarından yapışıktır. Onlar bir adım bile atamaz veya herhangi bir hareket yapamazlar. Eğer bu مِنْ harfi olmasaydı, ayet kendileriyle sedler arasında uzak ya da yakın bir mesafe olma ihtimalini taşırdı.
جعل ve إغشاء fiillerinin Allah Teâlâ’ya isnad edilmesi, bu setleri ve örtüyü kaldırmaya kimsenin gücünün yetmeyeceğini beyan eder.
Tefsîrü'l Kebîr'de bu ayetle ilgili olarak şöyle yazılıdır: Bu ayet Cenab-ı Hakk'ın onları bukağılı kılmasını tamamlayan bir ifadedir. Çünkü hem önlerinden hem arkalarından bir set çekmesi, onların doğru yola giremeyeceklerine işarettir. Adeta sed bulunduğu için onlar gerçeği görüp ona boyun eğemezler. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, C.2, s. 37 - 38)
Engel, ya bizzat kişinin içinde bulunur, yahut da onun dışında bulunur. Halbuki onlar için, iman etmelerine dair iki engelin ikisi de mevcuttur. Çünkü, nefislerinde yani içlerinde bukağı vardır. Kendileri dışında da set vardır. Binaenaleyh bunlar, kendilerini göremezler ki, böylece de kendilerindeki o ayet ve delilleri görebilsinler! Çünkü Cenab-ı Hak, [“Onlara gerek dış dünyada, gerek kendi varlıklarında, onlara ayetlerimizi göstereceğiz”] (Fussilet, 53) buyurmuştur. Zira, “مُقْمَحُ” yani “başını yukarıya diken”, kendisini de ellerini de göremez. Bunlar dış dünyayı (âfâkı) da göremezler. Çünkü, iki set arasında kalan kimse, ufukları göremez; dolayısıyla onlar için, âfâkdaki deliller de görülemez. Yaptığımız bu izaha göre Cenab-ı Hakk’ın [“Biz onların boyunlarına öyle bukağılar geçirdik ki”] (Yasin, 8) ifadesiyle, [“Biz, hem önlerinden bir set çektik”] (Yasin,9) ifadeleri, onların, hem kendilerindeki, hem de âfâktaki ayet ve delilleri görüp anlayamadıklarına bir işarettir. (Fahreddin er-Râzî)
فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ
Ayetin son cümlesi فَ ile فَاَغْشَيْنَاهُمْ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Munfasıl zamir هُمْ mübteda, menfi muzari fiil sıygasındaki لَا يُبْصِرُونَ cümlesi haberdir.
Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip; hükmü takviye ifade eder. Hükmü takviye demek; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir. Ancak bazı karineler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
وَسَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
وَسَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
وَ atıf harfidir. سَوَٓاءٌ mukaddem haber olup lafzen merfûdur. عَلَيْهِمْ car mecruru سَوَٓاءٌ ’e mütealliktır. Muttasıl zamir هِم muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Hemze tesviye manasında masdardır. Çünkü hemze-i tesviye, kendisinden sonra gelen cümleyi masdar (müfred) hükmüne koyar.
ءَاَنْذَرْتَهُمْ ve masdar-ı müevvel, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.
اَمْ atıf harfi hemzenin muadilidir. (Tesviye hemzesi mütekellimde iki işin eşitlenmesi olup hemzenin yardımıyla yapılabilen bir terkiptir.Tesviyede hemzenin ve أم edatının kullanılması sözü anlamaktan çok istifhâm anlamını vermek içindir.)
لَمْ تُنْذِرْهُمْ cümlesi ءَاَنْذَرْتَهُمْ cümlesine matuftur.
لَمْ harfi تُنْذِرْ fiilini cezm ederek manasını olumsuz maziye çevirmiştir. تُنْذِرْهُمْ meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُؤْمِنُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَنْذَرْتَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi نذر ’dir.
يُؤْمِنُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَسَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ
وَ atıf harfidir. Ayet, hükümde ortaklık nedeniyle 8. ayetteki …اِنَّا جَعَلْنَا cümlesine atfedilmiştir. Ayetin ilk cümlesi sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Ayette takdim-tehir sanatı vardır. سَوَٓاءٌ , mukaddem haberdir.
Konudaki önemine binaen müsnedün ileyhe takdim edilen عَلَيْهِمْ car mecruru, سَوَٓاءٌ ‘a mütealliktir.
ءَاَنْذَرْتَهُمْ cümlesine dahil olan hemze, tesviye için masdariyyedir. Hemze ve arkasından gelen fiil masdar tevili ile muahhar mübtedadır. Masdar-ı müevvel müspet mazi fiil sıygasında gelerek temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ cümlesine dahil olan اَمْ , atıf harfidir. Tezat nedeniyle makabline atfedilen cümle menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. لَمْ edatı, تُنْذِرْهُمْ fiilini cezm ederek manasını menfi maziye çevirmiştir.
اَنْذَرْتَهُمْ cümlesiyle, لَمْ تُنْذِرْهُمْ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
اَنْذَرْتَهُمْ - تُنْذِرْهُمْ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb, iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Bu ayet istifham üslubu ile dile getirilmiştir. Buna göre burada istifham hakiki anlamından ayrılıp mecazî, belagî bir mana olan tesviye manasını vermektedir.
Bu mananın nerede mevcud olup nerede olmadığının kuralı şudur: Yerini masdarın alabileceği cümlenin başına gelen her hemze tesviye hemzesidir. (Sahip Aktaş, Kur’an’da İstifhâm Üslûbu)
عَلى harfi mecazî istila manasındadır, burada mülabese manasında gelmiştir. Tesviye hemzesi aslında soru harfidir ama sonraları mecaz-ı mürsel yoluyla eşitlik için kullanılmıştır. O kadar yaygınlaşmıştır ki adeta bu mana سَواءٍ kelimesiyle birlikte olduğunda hemzenin asıl manası olmuştur. Burada masdariyye manasındadır. Bu durumda cümledeki أمْ de vav manasında olur. (Âşûr)
لَا يُؤْمِنُونَ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari fiil, hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)اِنَّمَا تُنْذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمٰنَ بِالْغَيْبِۚ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَاَجْرٍ كَر۪يمٍ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنَّمَا | ancak |
|
2 | تُنْذِرُ | sen uyarabilirsin |
|
3 | مَنِ | kimseyi |
|
4 | اتَّبَعَ | uyan |
|
5 | الذِّكْرَ | Zikre |
|
6 | وَخَشِيَ | ve korkan |
|
7 | الرَّحْمَٰنَ | Rahman’dan |
|
8 | بِالْغَيْبِ | görmeden |
|
9 | فَبَشِّرْهُ | işte öylesini müjdele |
|
10 | بِمَغْفِرَةٍ | bir mağfiretle |
|
11 | وَأَجْرٍ | ve bir mükafatla |
|
12 | كَرِيمٍ | güzel |
|
Buradaki “ancak” kaydı, belirtilenler dışındakilerin uyarı kapsamında olmadıkları anlamında değil, uyarının sadece onlara yarar sağlayacağını belirtmek içindir (İbn Atıyye, IV, 448). Müfessirler arasında, bu âyette geçen “zikir” kelimesiyle Kur’an-ı Kerîm’in kastedildiği kanaati hâkimdir. Bunu Kur’an’daki âyetler veya insanın fıtratını tamamlayan açık kanıtlar şeklinde yorumlayanlar da olmuştur (Râzî, XXVI, 47).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 478
اِنَّمَا تُنْذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمٰنَ بِالْغَيْبِۚ
اِنَّمَا kâffe ve mekfufedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki ma-i kâffeden kasıt ise اِنَّ harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan مَا demektir.
تُنْذِرُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir. Müşterek ism-i mevsûl مَن , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası اتَّبَعَ الذِّكْرَ ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur.
اتَّبَعَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. الذِّكْرَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَخَشِيَ الرَّحْمٰنَ بِالْغَيْبِ cümlesi atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur. خَشِيَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. الرَّحْمٰنَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. بِالْغَيْبِ car mecruru خَشِيَ fiiline mütealliktir.
فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَاَجْرٍ كَر۪يمٍ
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri; من اتّبع الذكر (Kim zikre tabi olursa) şeklindedir.
بَشِّرْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. بِمَغْفِرَةٍ car mecruru بَشِّرْ fiiline mütealliktir.
اَجْرٍ atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur. كَر۪يمٍ kelimesi اَجْرٍ ‘in sıfatı olup lafzen mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بَشِّرْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi بشر ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
اِنَّمَا تُنْذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمٰنَ بِالْغَيْبِۚ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Kasr edatıyla tekid edilmiş müspet muzari fiil cümlesidir. Faide-i haber inkârî kelamdır. Muzari sıygada gelerek hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَنِ ‘in sılası olan اتَّبَعَ الذِّكْرَ cümlesi, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
Kasr, fiille mef’ûlü arasındadır. تُنْذِرُ maksur/sıfat, مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ maksûrun aleyh/mevsûf olmak üzere, kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.
وَخَشِيَ الرَّحْمٰنَ بِالْغَيْبِ cümlesi sılaya matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafat, s. 107)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde الرَّحْمٰنِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Uyarılan kimselerin, zikre uyan ve görmediği halde Rahman’dan korkan şeklinde iki grupta açıklanması taksim sanatıdır.
Sâmerrâî bu ayeti açıklarken mazi kullanım ihtiva eden اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمٰنَ ifadesine değinmektedir. O şöyle demektedir. Mazi fiil ihtiva etmesinden dolayı söz konusu uyarının, sadece müminleri kapsadığını ve henüz kalbine iman girmemiş kimselerin bunun dışında kaldığını söyleyenlere cevabımız; mâzi fiilin, gelecek zaman anlamı ifade edebileceğidir. Mazi fiil ihtiva etmesinden dolayı söz konusu uyarının, sadece müminleri kapsadığını ve henüz kalbine iman girmemiş kimselerin bunun dışında kaldığını söyleyenlere cevabımız; mazi fiilin, gelecek zaman anlamı ifade edebileceğidir. (İzzet Marangozoğlu, Fâdıl Sâlih Es-Sâmerrâî’nin Beyânî Tefsir Anlayışı)
فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَاَجْرٍ كَر۪يمٍ
فَ , mahzuf şartın cevabına dahil olan rabıta harfidir. Takdiri من اتّبع الذكر (kim zikre tabi olursa…) olan şart cümlesinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Cevap cümlesi olan فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Mukadder şart ve mezkûr cevabından müteşekkil terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
مَغْفِرَةٍ ve اَجْرٍ kelimelerindeki tenvin kesret ve tazim ifade eder. كَر۪يمٍ kelimesi اَجْرٍ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
كَر۪يمٍ , mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Bilinen ve tahmini kolay olan hususları zikrederek ibareyi uzatmamak, dikkati asıl önemli yere yönlendirmek, karineye dayanarak terk edilen şeyleri muhatabın düşünce ve hayal gücüne bırakarak anlam zenginliği kazanmak gibi sebeplerle hazfe başvurulur. (TDV İslam Ansiklopedisi Îcâz Bah.)
تُنْذِرُ وبَشِّرْ arasında güzel bir tıbâk vardır. İlk emir olan uyarmanın akıbetinin müjde olduğunu açıklar. (Âşûr)
اِنَّا نَحْنُ نُحْـيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓي اِمَامٍ مُب۪ينٍ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنَّا | şüphe yokki biz |
|
2 | نَحْنُ | biz |
|
3 | نُحْيِي | diriltiriz |
|
4 | الْمَوْتَىٰ | ölüleri |
|
5 | وَنَكْتُبُ | ve yazarız |
|
6 | مَا | şeyleri (işleri) |
|
7 | قَدَّمُوا | öne sürdükleri |
|
8 | وَاثَارَهُمْ | ve eserlerini |
|
9 | وَكُلَّ | ve her |
|
10 | شَيْءٍ | şeyi |
|
11 | أَحْصَيْنَاهُ | ayrıntılı kaydettik |
|
12 | فِي |
|
|
13 | إِمَامٍ | bir sicile |
|
14 | مُبِينٍ | apaçık |
|
Müşriklerin ağır baskıları altında büyük sıkıntılar çeken Hz. Peygamber ve müminler için teselli ve moral kaynağı özelliği taşıyan bu âyet kümesi, yüce Allah’ın eşsiz kudret ve ilmine, ölüleri diriltmeye kadir olanın da, herkesin yapıp ettiklerini bilenin de yalnız O olduğuna özel bir vurgu yapılarak bitirilmektedir. Bazı ilk dönem müfessirleri bu âyetteki “ölüleri diriltme” ifadesinden maksadın şirkten çıkarıp imana eriştirmek olduğunu belirtmişlerdir (Zemahşerî, III, 281).
Bir taraftan kişinin bütün yapıp ettiklerinin kayda geçirildiğinin, diğer taraftan da olup bitecek her şeyin zaten Allah Teâlâ’nın ezelî ilminde mâlûm olduğunun belirtilmesinden şöyle bir anlam çıkarılabilir: İnsanın bütün eylemlerinin kayda geçirilmesine yüce Allah’ın ihtiyacı yoktur; bu, insanın bu bilgiyi her zaman göz önünde bulundurup dünya hayatındaki varlığını anlamlandırabilmesi ve her adımını varlık sebebine uygun bir bilinç içinde atması içindir. Bu sayede insan soyut bir ahlâkî görev telakkisiyle baş başa kalmamış olur; yaşanan hayat gibi canlı, her anını kuşatan ve her davranışına yön veren somut bir tasavvurdan güç alır. Yine bu inanç kişiye, insanın metafizik âlemle ilişkisinin sırf Tanrı’ya yalvarılan ve belirli dinî vecîbelerin ifa edildiği zaman dilimlerine hapsedilemeyeceği şuurunu kazandırır, fizik âlemde olup bitenlerle fizik ötesi gerçekler arasındaki sıkı bağı kavramasını kolaylaştırır.
Tefsirlerde âyetin “gelecek için yaptıkları her şey ve bıraktıkları her iz” şeklinde tercüme edilen kısmı açıklanırken, bir yandan iyi olsun kötü olsun insanların bütün işlediklerinin tesbit edildiği belirtilir; diğer yandan da kişinin öbür dünyada karşısına çıkacak amel defterinin ölümle kapanmadığı, yararlı bir bilgiyi öğretme veya kaleme alma, bir imkânını vakfedip kalıcı hayır yapma, insanların faydalanacakları hizmet binası, cami, misafirhane, köprü vb. iyi eserler bırakmanın yahut bazı zalim yöneticilerin yaptığı gibi insanların eziyet çekmesine, zarara girmesine veya Allah yolundan sapmasına sebep olacak usuller ihdas etmek suretiyle geride kötü izler bırakmanın –bu iz ve eserler varlığını koruduğu sürece– insanın sorumluluk hanesine olumlu veya olumsuz puanlar halinde kaydedildiği üzerinde durulur (Zemahşerî, III, 281; Şevkânî, IV, 414). Bu bakımdan âyeti “ölmeden yapıp tükettikleri, bitirdikleri ile izi ve eseri devam eden bütün işlerini (amellerini) ...” şeklinde çevirmek de mümkündür. Hz. Peygamber’in şu meâldeki hadisi insanların yararı devam ettiği sürece sevabı da yenilenen hayır faaliyetlerine yoğun biçimde yönelmelerinde ve özellikle vakıf kurumunun gelişmesinde çok etkili olmuştur: “İnsan öldükten sonra amel (defteri) kapanır; yalnız şu üç şeyin sevabı devam eder: Sadaka-i câriye, yararı sürekli olan ilim ve ölenin ardından dua eden hayırlı evlât” (Müslim, “Vasiyet”, 14; Tirmizî, “Ahkâm”, 36). Fakat bu hadiste amel defterinin kapanması sevapların yazılması açısındandır. Birçok müfessirin konumuz olan âyetin yorumu sırasında belirttiği üzere, başkalarının kötülük işlemesine sebebiyet verecek kötü bir yol açanlar da bu âyetin kapsamındadırlar ve etkileri öldükten sonra devam eden bu kötülüklerden ötürü veballeri de artmaktadır. Nitekim Peygamber efendimiz şu hadisinde başkalarını etkileyecek çığır açmanın iki şeklini de ayrı ayrı ifade etmiştir: “Kim iyi bir uygulamaya öncülük ederse, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin sevabı verilir. Yine kim kötü bir uygulamaya öncülük ederse, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir” (Müslim, “İlim”, 15, “Zekât”, 44, 69; Müsned, IV, 362).
“Ana kitap” diye çevrilen imâm kelimesi, “delil niteliği taşıyan, kendisine uyulan kitap”, “levh-i mahfûz” ve “amel defterleri” gibi mânalarla açıklanmıştır (İbn Atıyye, IV, 448). Yüce Allah’ın kendi ilmini sözlükte “öncü, kendisine uyulan” anlamlarına gelen bu kelimeyle nitelemesi, rabbânî irade ve kudretin ilişkili olduğu her şeyin ona uygun biçimde cereyan ettiğini belirtmek içindir (İbn Âşûr, XXII, 357; bu hususun insanın mesuliyeti ile ilişkisi hakkında bk. Fâtır 35/11; irade ve kader konusunda bilgi için bk. Bakara 2/7; Enfâl 8/17-23).
Ensardan Selemeoğulları’nın yerlerini yurtlarını terkedip Mescid-i Nebevî çevresine yerleşmek istemeleri üzerine Resûlullah bunu uygun görmemiş ve onlara “Kendi bulunduğunuz yerde de yaptıklarınızın izleri kayda geçirilir” buyurmuştu. Bazıları bu olayı delil göstererek bu âyetin Medine’de indiğini ileri sürmüşlerdir. Halbuki Hz. Peygamber’in bu âyetteki ifadeyi Medine’de geçen olayda kullanmış olması onun Medine’de indiğini göstermez (İbn Atıyye, IV, 445, 448).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 478-480Hasaye حصي :
إحْصاءٌ sayarak bir sonuç ortaya çıkarmaktır. Fiil olarak şunu saydım anlamında أحْصَى şeklinde kullanılır.
Bu maddedeki asli anlam, ilmen zabıt altına alıp kavramaktır. Bu kelimenin söylendiği muhtelif kullanım yerlerinin hepsi de işte bu temel manaya işaret eder.
الحَصاة kelimesi; bir mahalde yığılıp, zapt edilen şeyler için, miskteki sert bir parça için, yine zeka ve akıl için de kullanılır. Bu da hayırlı ve doğru şeyleri muhafaza altına alıp zapt etmesi itibarıyladır. İlim ve saymanın (إحْصاءٌ) zapt etme ile olan münasebetine gelince; saymak, zapt etmenin mukaddimesi (başlangıcı), ilim ise zaptın neticelerini kavrayıp kuşatmaktır. (Müfredat - Tahqiq)
Kuran’ı Kerim’de bir fiil ve bir isim formunda olmak üzere 11 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan bir türevi bulunmamakla birlikte Kuran-ı Kerim'de 10'dan fazla geçmesi sebebiyle kitabın Arapça kelimeler sözlüğü bölümüne alınmıştır.(Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
اِنَّا نَحْنُ نُحْـيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. نَا mütekellim zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
نَحْنُ نُحْـيِ الْمَوْتٰى cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. Munfasıl zamir نَحْنُ mübteda olarak mahallen merfûdur. نُحْـيِ الْمَوْتٰى mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
نُحْـيِ fiili ى üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ‘ dur. الْمَوْتٰى mefulün bih olup elif üzere mukader fetha ile mansubdur.
وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْ cümlesi atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur. نَكْتُبُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ‘dur. Müşterek ism-i mevsûl مَا , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası قَدَّمُوا ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
قَدَّمُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
وَاٰثَارَهُمْ kelimesi atıf harfi وَ ‘la müşterek ism-i mevsûle matuftur.
قَدَّمُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi قدم ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓي اِمَامٍ مُب۪ينٍ۟
وَ atıf harfidir. كُلَّ mahzuf fiilin mef’ûlun bihi olup fetha ile mansubdur. Takdiri; أحصينا (Saydık) şeklindedir. شَيْءٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اَحْصَيْنَاهُ sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. ف۪ٓي اِمَامٍ car mecruru اَحْصَيْنَاهُ fiiline mütealliktir.
مُب۪ينٍ kelimesi اِمَامٍ ‘in sıfatı olup kesra ile mecrurdur. مُب۪ينٍ۟ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَحْصَيْنَاهُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi حصي ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
اِنَّا نَحْنُ نُحْـيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkâri kelamdır.
اِنَّ ’nin haberi olan نَحْنُ نُحْـيِ الْمَوْتٰى , isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اِنَّ ’nin haberi olan cümlede نَحْنُ mübteda veya اِنَّ ’nin ismi için tekid, نُحْـيِ الْمَوْتٰى cümlesi haberdir. Müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Bir soruya cevap verilirken çoğunlukla cümlenin başında إِنَّ bulunur. Yani, lafzî ve mukadder soruların cevaplarının başında إِنَّ bulunur. Ya da soru soran kişinin, verilecek cevabın aksi bir düşünceye sahip olduğunun bilindiği durumlarda (yani inkâr makamında) cevabın başına إِنَّ gelir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden, اِنَّ ve isim cümlesi olmak üzere iki tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ cümlesi, hükümde ortaklık nedeniyle نُحْـيِ الْمَوْتٰ cümlesine atfedilmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَا ‘nın sılası olan قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ cümlesi, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
نُحْـيِ ve نَكْتُبُ fiilleri azamet zamirine isnatla tazim edilmiştir.
نَحْنُ - نُحْـيِ kelimeleri arasında, bazı harflerin değişmesinden dolayı cinâs-ı nâkıs sanatı vardır.
اِنَّا نَحْنُ نُحْـيِ الْمَوْتٰى [Ölülere hayat vereceğiz.] ifadesinde istiare vardır.
اِنَّا نَحْنُ نُحْـيِ الْمَوْتٰى [Ölülere hayat vereceğiz.] ifadesi, onları ölümlerinden sonra tekrar dirilteceğiz anlamındadır. Hasan-ı Basrî’nin [v. 110/728]; “Allah’ın onlara hayat vermesi, şirkten imana çıkartmasıdır.” dediği nakledilmiştir. (Keşşâf)
Rûhu'l Meânî'de ise şöyle yazılıdır: Bu cümle küfürde direnen ve inzardan korkan iki grup için terhîb ve terğîb, vaat ve vaîd ifade eden umumi bir tezyîldir.
Kasır ve takviye manasını ifade etmek için zamirin önünde tekid harfi اِنَّ vardır, sonra da fasıl zamiri نَحْنُ gelmiştir. Yani diriltmek ve öldürmek sadece Allah'a (cc) mahsustur. Bu konuda onun hiçbir ortağı yoktur. İşte اِنَّ ‘ye bitişik olan zamir bu manayı ifade etmek için takdim edilmiştir. Bu cümlenin aslı نحن نحيي الموتى şeklindedir. Ancak zamir اِنَّ ile tekid edilip arkadan da fasıl zamiri ile tekid ve takviye edilince, kafirlerin haşrı kabul etmedikleri ve ölümden sonraki hayata inanmadıkları anlaşılmış olur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, C.2, s. 57)
Yâ-Sîn sûresindeki ayette diriltmek, yazmaya takdim edilmiştir ve bunun birçok sebebi vardır:
●Bu takdim daha önce bahsedilen inzar ve müjdelemeye münasiptir. Bu inzar ve müjde ölümden sonraki dirilişte zuhur eder.
●Ayette bahsedilen yaptıkları amellerin yazılma işi ölümden sonra yapılır. Ölmeden önce yazılmasının bir kıymeti yoktur. Dolayısıyla önemli olan konu takdim edilmiştir.
●Ayette zikredilenler önem sırasına göredir. En önemli olan şey ölümden sonra dirilmektir, sonra ikinci hayatında sahibine sunulacak amellerin yazılması zikredilmiştir ki bu da yaptığı amellere bağlıdır. Yaptığı ameller, eserlerinin yazılmasının esasıdır.
●Başka bir açıdan daha önemli olanın takdim edildiğini görürüz. Önce Allah'tan başka kimsenin yapamayacağı ölümden sonra diriltmek fiili zikredilmiştir. Bu cümle bu fiili Allah'tan başka kimsenin yapamayacağını ifade eden kasr ve tekid üslubu ile gelmiştir. Aynı derecede dikkatli ve kuşatıcı bir şekilde olmasa da, yazma fiilini mahlukat da yapabilir. Bunun için cümle وإنا نحن نكتب ما قدموا şeklinde değil, و نكتب ما قدموا şeklinde gelmiştir.
●Başka bir açıdan düşünüldüğünde ise Allah'ın fiili, başkalarının fiillerinden önce zikredilmiştir. Öldükten sonra diriltmek Allah'ın fiilidir, amelleri ve eserleri yazmak ise Allah'ın emriyle müvekkel meleklerin yaptığı bir fiildir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 61)
Cenab-ı Hak اِنَّا نَحْنُ dediğinde bu şu manaya gelir: “Bize ortak olan bir başkası yoktur ki, biz, “Ben şuyum” diye, kendimizi anlatıp diğerlerinden ayırmış olalım.” Bu durumda, burada hem risalet hem tevhîd hem de haşr demek olan üç temel esas zikredilmiş olur.
Yazma işi diriltme işinden öncedir. O halde, Cenab-ı Hak niçin bu ayette, önce diriltilme sonra yazmaktan bahsetmiş ve “Önden gönderdikleri şeyleri yazarız ve onları diriltiriz” dememiştir?
Cevap: Biz diyoruz ki: Diriltme işine önem kazandıran şey, amellerin yazılmasıdır. Çünkü eğer diriltme işi, hesap vermek için olmazsa, bir önemi olmaz. Aslında yazmanın da, eğer yeniden diriltme olmasaydı, bir manası kalmazdı. O halde nazar-ı dikkate alınacak esas şey, diriltme işidir. Yazma ise, bu diriltmeye önem kazandıran ve onu destekleyen bir husustur. İşte bundan ötürü Cenab-ı Hak, önce diriltmekten bahsetmiştir.
Bir de Allah Teâlâ, “Biz biz...” deyip, bu, bir ululuğu ifade eden bir husus olup, diriltme işi O’na mahsus büyük birşey olup, yazma işi de bundan daha aşağı bir derecede olunca, bu önemli diriltme işini, lâm-ı tarif’li olan الْمَوْتٰى (ölüler) kelimesiyle birlikte zikretmiş, daha sonra da zaten büyük olan bu şeye iyice önem kazandıran hususu yani yazma işini zikretmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ cümlesindeki atıfta idmâc vardır. Bu kişilerin amellerinden hesaba çekileceği ve cezalandırılacağı konusunda bir uyarı ve tehdit manası taşır.
الإحْصاءِ ise yaptıklarından ve gafletlerinden hiç bir şeyin eksik bırakılmadığından kinayedir. Kiramen Katibin’in kaydettiği amel sayfaları için kullanılmıştır. (Âşûr)
وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓي اِمَامٍ مُب۪ينٍ۟
Hükümde ortaklık nedeniyle نَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا cümlesine atfedilmiştir. كُلَّ شَيْءٍ , takdiri اَحْصَيْنَا (Saydık) olan mahzuf fiilin mef’ûlüdür. Fiilin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
شَيْءٍ ‘deki tenvin kesret ve nev ifade eder.
Tefsiriyye olarak gelen اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓي اِمَامٍ مُب۪ينٍ۟ cümlesinin fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Müspet mazi fiil cümlesidir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اِمَامٍ için sıfat olan مُب۪ينٍ۟ , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
مُب۪ينٍ۟ , mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
اِمَامٍ ’deki tenvin tazim ifade eder.
اِمَامٍ , İmâm (ana-kütük) Levh-i Mahfuz’dur. (Keşşâf)
Yani her şey, oluşundan önce Allah’ın ilminde belli olup Levh-i mahfuz’da bütün sayısıyla zaptedilmiş olmakla beraber, olduktan sonra da bütün izleri ve gölgeleriyle yazılır ve insanlar bu şekilde yaptıklarından sorumlu tutulur. (Elmalılı)
Onu saymışızdır” cümlesi, “yazdık” ifadesinden daha beliğdir. Çünkü, bir şeyi parça parça yazan kimse, ne kadar yazdığını anlamak için toplamaya muhtaçtır. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak, “Bu yazılan şeyler, o kitapta sayılıdır” buyurmuştur. (Fahreddin er-Râzî)
İnsan bazı şeyleri hep hatırında tutsa, hayatı daha da kolaylaşır ve daha da bereketli hale gelir. Bunlardan biri; insanların yaptıklarının ve ardında bıraktıkları eserlerin hepsi kayıt altında olmasıdır. Büyük ya da küçük her şeyin kaydedilmesine korkutucu düşüncesiyle bakılmasının yanında sevindirici diye de bakılabilir.
Bu hayatta kayda değer ne yapıyorum diyerek umutsuzluk vesveselerini işittiğinde, küçümsemeden ya da toplumun küçümsemelerine aldırmadan yaptıklarını gözlerinin önünden geçir ve hamd et. Zira; insan yaptıklarının değerini bildikçe yenilerini ekler, gereksizleri çıkarır ve kendisini geliştirir.
Mesela yoldan çektiğin küçük bir taş, şefkat gösterdiğin bir hayvan, hatırını sorduğun bir aile yakının ya da arkadaşın, sevindirdiğin bir büyüğün ya da çocuğun, gülümsemelerin, teşekkürlerin, edebin, nezaketin ve daha niceleri. Allah rızası için yaptığın her şey kayda değer, sen Allah katında yaptıklarıyla kayda değer bir varlıksın. Bunun bilinci ile yaşayasın.
Ey Allahım! Yaptıklarının kayıt altında olduğunu bilerek yaşayanlardan eyle. Hatalarımızı affeyle. Boş hallerimizi nurun ile doldur, eksik işlerimizi nurun ile tamamla. Zihnimizi ve kalbimizi hakikat ile meşgul eyle. Üzerimize rahmet ve ilim kapılarını aç. Yeteneklerimizi rızana uygun bir şekilde geliştirmemizi nasip eyle. Hayırlı işler başarmamız ya da hayırlı işlere ortak olmamız için yardımcımız ol.
Ardında güzel işler bırakanlardan ve yaptıklarıyla hayırla anılanlardan olmak duasıyla.
Amin.
***
‘Benim Allah ile aram çok iyi!’ diyen nefsi karşısında dehşete düştü ve düşüncelere daldı. Bu cümleyi kurmak bu kadar kolay olmamalıydı. Zira, herhangi bir insanla bile çok iyi bir ilişkiye sahip olduğunu söylerken hesaba katılması gereken bazı gerçekler vardı: Onu ne kadar iyi tanıyorsun temalı çeşitli soruların cevabını rahatlıkla söyleyebiliyor olmalıydı. Belki de en önemlisi; bu ilişkiyi korumak ve güçlendirmek için neler yapıyorsun sorusuna verilen cevaptı. Böyle bir çaba yoksa eğer, her ilişki en ufak sarsıntıda yıkılmaya müsait demekti.
Zaman içerisinde bir insanın evini, arabasını, parasını, canını ya da internete bağlanan cihazını koruması için birçok önlemler geliştirildi. Kimi insani (ebeveyn, eş, evlat, hoca, arkadaş, komşu, patron vb.) ilişkileri sağlamlaştırmak umuduyla emekler harcandı, konuşulan ya da konuşulmayan bazı kurallara uyuldu ve yeri geldiğinde fedakarlıklar yapıldı. Aksi takdirde, insanın kendisi ve sahip oldukları tehlikeye açık hale geldi. Geri dönülmez kayıplar kaçınılmazdı.
Sadece başım sıkışınca kapısını çalıyorum, istediğimi yapmadığında küsüyorum, beddua ederken adını anıyorum, bazen onunla alay ediyorum, ondan başka her şeye öncelik veriyorum ve işime gelince, sadece keyfime uyan isteklerini yerine getiriyorum cümlelerine benzeyen ifadeler, basit bir insan için bile kullanıldığında çürük bir ilişkinin habercisidir. Bir kulun, Allah Teâlâ ile olan ilişkisinde bu tür ifadeler yer alıyorsa; hangi iyi ilişkiden bahsediyorsun diye sorarlar.
Allah Teâlâ’ya yakın bir kul olmak isteyen kişi; iç ve dış dünyasında etrafına doğru setler çekmelidir. Böylelikle Allah’a olan imanını, içeriden ve dışarıdan gelebilecek tehlikelerden koruyabilir. Belki de bu bir bilgisayarı virüslerden korumaya benzer. Öncelikle doğru bir virüs koruma programı indirilir yani sağlam kaynaklardan doğru bilgiler öğrenilir. Sonrasında bilinmeyen linklere basmamak, tanımadıklarınla özel bilgilerini paylaşmamak gibi bazı kurallara uyulur. Bu da bilinçli yaşayan müslüman gibidir.
Ey Allahım! Bizi iç ve dış dünyasında etrafına doğru niyetlerle, doğru setler çekenlerden eyle. Bütün ilimlerin ve yolların sahibi Sensin. Bize Sana daha iyi bir kul olmanın bilgisini öğret ve o bilgiyle amel ederek Senin rızana ulaştıracak yolları kolaylaştır. Hakikat ile batılı kolaylıkla ayırt edenlerden ve daima Hakk yolunda yürüyenlerden eyle. Alemi muhabbet ile süsleyensin. Bizi Sana muhabbet ile bağlananlardan ve Sana yakın olmak için çabalayanlardan eyle. Bizi Sana yakın kullarından eyle.
Amin.