وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ
وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الشَّمْسُ mübteda olup lafzen merfûdur. تَجْر۪ي fiil cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
تَجْر۪ي fiili ى üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هى'dir. لِمُسْتَقَرٍّ car mecruru تَجْر۪ي fiiline mütealliktir. لَهَا car mecruru mahzuf sıfata mütealliktir.
ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ
İsim cümlesidir. İşaret ismi ذٰلِكَ , mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık belirten harf, ك ise muhatap zamiridir.
تَقْد۪يرُ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. الْعَز۪يزِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. الْعَل۪يمِۜ sıfat olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْعَز۪يزِ - الْعَل۪يمِۜ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ
Ayet öncesine matuftur. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. الشَّمْسُ mübteda, تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ cümlesi haberdir.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Ayetin başındaki وَ harfinin atıf harfi olması ve güneşi aya atfetmesi muhtemeldir. Böylece bütün matuflar ayet olur. Ayet kelimesi tekrarlanarak وآية لهم الشمس buyurulmamıştır. Çünkü zikredilen her şeyin, yani gecenin, gündüzün, güneşin ve ayın hepsinin ayet olduğu kastedilmiştir. Güneş kelimesi mübteda, arkadan gelenler de haber olabilir ve cümle öncesine matuf olur.
مُسْتَقَرٍّ’ daki sin ve te harfleri tekid ifade eder. (Âşûr)
لمستقر لها ibaresi, ister zaman, ister mekan bakımından olsun, son bulacağı bir sınır olduğunu ifade eder. مُسْتَقَرٍّ kelimesiyle zaman veya mekan kastedilir. İki mana da kastedilmiştir çünkü güneş bir yörüngede devrinin son bulacağı bir yere doğru gider. Ya da her gün doğulardan ve batılardan takdir edilen son mahalli için akar. Onun doğuda ve batıda yılda 360 devri vardır. Sonra gelecek seneye oralara dönmez. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.183, Âşûr)
Bu ayeti açıklarken Râzî’nin tefsirinde güneş için ayrıntılı bir şekilde mekanlar ve zamanlar zikredilmiş olup bilimsel bir hakikate aykırı olmadığı sürece bunların tümünün kastedilmiş olabileceğini belirtmektedir. (İzzet Marangozoğlu, Fâdıl Sâlih Es-Sâmerrâî’nin Beyânî Tefsir Anlayışı)
Güneş de bir ayettir. Yani gece ve gündüzün sebebi gibi görünen güneş de Allah'ın kudretine bir delildir. Kendisi için takdir edilen bir müstekar için cereyan ediyor (akıp gidiyor). Güneşin bu akışının yalnız mekanda hareketi diye anlamamalı, mekan ve zamanla ilgili bütün eserleri ve durumlarıyla varlık âleminde sürüp gitmesi manasına anlamalıdır. Mesela ışık ve ısı yayması da onun bir cereyanı (akışı)dır.
مُسْتَقَرٍّ : Mimli masdar, ism-i zaman, ism-i mekan olabildiğii için bu ifade birçok manalara uygundur.
Birincisi: Güneş kendisi için takdir ve tahsis edilmiş ve istikrar sebebiyle, yani sabit bir karar, düzenli bir kanun ile cereyan eder. Hesapsız, başıboş, kör bir tesadüf ile değil.
İkincisi: Bir istikrar için, yani kendi âleminde bir karar ve ölçü meydana getirmek hikmet ve gayesiyle yahut sonunda bir sükunete erip durmak için cereyan ediyor (akıp gidiyor).
Üçüncüsü: İsmi zaman olduğuna göre kendine mahsus bir istikrar zamanı için, yani duracağı bir vakte, belirli bir zamana kadar cereyan eder ki, bu vakit, "Güneş toplanıp dürüldüğü zaman." (Tekvir, 81/1) ifadesindeki vakittir.
Dördüncüsü: İsm-i mekan olduğuna göre, kendine özgü bir istikrar yerine mahsus, yani yerinde sabit olarak cereyan eder, kendi ekseninde döner yahut kendisinin karargahı olan âlemin menfaatleri için cereyan eder. Bu manada vatana hizmet için bir teşvik de vardır. Nihayet birinci "ilâ" manasına olmak üzere şu mana da vardır: Kendisi için bir istikrar noktasına doğru gitmektedir. Tatbiki, birkaç şekilde açıklamaya muhtemel bulunan bu manaya göre, güneşin diğer bir merkeze doğru hareket etmekte bulunduğu da anlaşılabiliyor. Nitekim bir hadis-i şerifte de "Güneşin istikrar yeri Arş'ın altındadır." diye rivayet edilmiştir. (Elmalılı)
ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ
Ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. ذٰلِكَ mübteda, تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ haberdir.
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi, işaret edilene dikkat çekmek ve önemini vurgulamak içindir. Ayrıca tazim ve tecessüm ifade eder.
İşaret isminde istiare vardır. Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. ذٰلِكَ ile olaylara işaret edilmiştir.
Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret edildiğinde istiare oluşur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
ذٰلِكَ şeklindeki uzaklık ifade eden işaret isminde işaret edilen hususun derecesinin yüksekliğini ve fazilet mertebesinin yüceliğini göstermek kastı vardır.
تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ izafeti muzâfun ve müsnedün ileyhin şanı içindir.
Haber tazim veya teşrîf ifade eden bir kelimeye muzâf olursa; müsnedün ileyhin tazimine de delalet eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Muzafun ileyh konumundaki Allah Teâlâ’ya ait iki vasfın aralarında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir.
الْعَز۪يزِ,الْعَل۪يمِ kelimelerinin arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır. Her ikisi de mübalağa kalıbındadır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
ذٰلِكَ ile müşarun ileyh en kâmil şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman müşârun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamdan bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, C. 5, S. 190)
Ayetteki ذٰلِكَ kelimesinin, güneşin hareketine işaret olması muhtemel olup, "Bu hareket, Allah'ın takdiridir" demektir. Yine bunun, o müstekarra (karar kılma işine) işaret olması da muhtemeldir. Buna göre de, "Bu müstekar, azîz ve gâlip Allah'ın takdiridir. O, kudreti tam olduğu için gâlibtir, hükümrandır. İlmi de tamdır, yani güneşi en faydalı ve en hikmetli şekilde hareket ettirmeye kadirdir. Dolayısıyla onu bu şekilde hareket ettiriyor demektir. Bunu birkaç şekilde izah ederiz:
1) Güneş, altı ay içerisinde, her gün daha önce uğramadığı bir yerin hizasına doğru hareket eder. Eğer Cenab-ı Hak, güneşin hareketini tek bir şeyin hizasına doğru takdir etmiş olsaydı, o zaman güneşin uğrağı olan o yer yanıp kül olurdu. Diğer yerler ise, kalan kısımlara hükümran olarak (bakî olarak) kalırdı. Bundan dolayı Cenab-ı Allah, kışın rutubetlerin, ağaçların ve toprağın içinde bir araya gelmesi için güneşe bir uzaklık takdir etmiştir. Daha sonra da, bitkilerin ve meyvelerin yerden ve ağaçtan çıkarılması, olgunlaşması ve kuruması için, derece derece güneşin yere yaklaşmasını takdir etmiştir. Bundan sonra tekrar, yeryüzünün ağaçları ve bitkileri yanıp kül olmasın diye, yine derece derece uzaklaşmasını takdir etmiştir.
2) Allah Teâlâ, güneşe, insanın kuvvetleri ve görme duyusu, uykusuzluk ve yorgunluk sebebiyle âtıl (çalışamaz) hale gelmesin ve devamlı karanlık olması sebebiyle, imârı terk edilerek âlem (dünya) harab olmasın diye, hergün bir doğuş, her gece bir batış takdir etmiştir.
3) Cenab-ı Hak, o güneşin seyrini (gidişatını), ayın seyrinden daha yavaş, zuhal yıldızının hareketinden daha hızlı yapmıştır. Çünkü güneş, ışığı mükemmel olandır. Binâenaleyh eğer onun akışı yavaş olsaydı, her bir şeyin hizasında uzun müddet kalmış ve orayı yakmış olurdu. Eğer bu akışı daha hızlı olsaydı, o zaman da, bir bölgedeki meyveleri olgunlaştıracak kadar durmuş olmazdı. (Fahreddin er-Râzî)