3 Kasım 2025
Yâsin Sûresi 28-40 (441. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Yâsin Sûresi 28. Ayet

وَمَٓا اَنْزَلْنَا عَلٰى قَوْمِه۪ مِنْ بَعْدِه۪ مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا كُنَّا مُنْزِل۪ينَ  ...


Kendisinden sonra kavmi üzerine (onları cezalandırmak için) gökten hiçbir ordu indirmedik. İndirecek de değildik.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمَا ve
2 أَنْزَلْنَا biz indirmedik ن ز ل
3 عَلَىٰ üzerine
4 قَوْمِهِ kavminin ق و م
5 مِنْ
6 بَعْدِهِ ondan sonra ب ع د
7 مِنْ hiçbir
8 جُنْدٍ ordu ج ن د
9 مِنَ -ten
10 السَّمَاءِ gök- س م و
11 وَمَا ve
12 كُنَّا değildik ك و ن
13 مُنْزِلِينَ indirici ن ز ل

وَمَٓا اَنْزَلْنَا عَلٰى قَوْمِه۪ مِنْ بَعْدِه۪ مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا كُنَّا مُنْزِل۪ينَ

 

Fiil cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  مَٓا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. اَنْزَلْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. 

عَلٰى قَوْمِه۪  car mecruru  اَنْزَلْنَا  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

مِنْ بَعْدِه۪  car mecruru  اَنْزَلْنَا  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

مِنْ  harf-i ceri zaiddir.  جُنْدٍ  lafzen mecrur, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  مِنَ السَّمَٓاءِ  car mecruru  اَنْزَلْنَا  fiiline mütealliktir.

وَ  itiraziyyedir.  مَٓا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. كُنَّا  nakıs mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.  نَا  mütekellim zamiri  كُنَّا ‘ nın ismi olarak mahallen merfûdur.

مُنْزِل۪ينَ  kelimesi  كُنَّا ‘nın haberi olup nasb alameti  ى ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.

اَنْزَلْنَا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  نزل ’dir.

İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.

مُنْزِل۪ينَ  kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَمَٓا اَنْزَلْنَا عَلٰى قَوْمِه۪ مِنْ بَعْدِه۪ مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَٓاءِ 

 

وَ , istînâfiyyedir. Menfi mazi fiil sıygasında, faide-i haber talebî kelamdır.  اَنْزَلْنَا  fiilinin azamet zamirine isnadı tazim ifade etmiştir.

Allah Teâlâ Kur'an'da ne zaman kendisinden azamet zamiriyle bahsetse, hemen öncesinde veya sonrasında vahdaniyetinin bilinmesi için kendisine ait tekil bir zamir gelir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyanî Tefsir Yolu, c. 2, s. 467)

Mef’ûl olan  مِنْ جُنْدٍ ‘deki  مِنْ , tekid ifade eden zaid harftir.

مِنْ بَعْدِه۪ ‘deki  مِنْ , ibtida-i gaye içindir.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  عَلٰى قَوْمِه ,  ihtimam için mef’ûl  olan  بَعْدِه۪ ’e takdim edilmiştir.

عَلٰى قَوْمِه۪ - مِنْ بَعْدِه۪ - مِنَ السَّمَٓاءِ  car mecrurları  اَنْزَلْنَا  fiiline mütealliktir. 

اَنْزَلْنَا  kelimesinde irsâd sanatı vardır.

Cenab-ı Hak burada  اَنْزَلْنَا (indirme) fiilini kendisine isnad ederek, "indirmedik" buyurmuştur. Müminlerin durumunu beyan ederken ise,  قيل  (demek) fiilini, meçhul olarak getirerek, "Ona cennete gir, denildi" buyurmuştur. Çünkü azap etme, heybeti gerektiren şeylerdendir. Bundan dolayı Cenab-ı Hak, o azaptan bahsederken, saygı ifade eden bir üslupla, "Biz indirmedik" buyurmuştur. Diğer ifadede ise, "denildi" buyurmuştur. Böylece onun melekler tarafından tebrik edildiğine işaret edilmiştir. Çünkü o zata, her gören melek ve salih, "Orada ebedi kalmak üzere haydi cennete gir" demiştir. Kur'an'ın pek çok yerinde, "Haydi gir denildi" ifadesi kullanılmıştır. Bu, o girişin bir ikram ve törenle olan bir giriş olduğuna İşaret etmektedir ve tıpkı bir gelinin, herkesin gözü önünde ve herkesin tebrikleriyle, o süslü gelin odasına girmesi gibidir. (Fahreddin er-Râzî)

Bu ifade, onları ve helaklerini tahkir anlamını taşır ve Resulullah'ın şanının tazimine işaret eder. (Ebüssuûd)


 وَمَا كُنَّا مُنْزِل۪ينَ

 

وَ , itiraziyyedir. İtiraz cümleleri tetmim ıtnâbı babındandır. 

Çeşitli gayelere binaen araya girmiş saplama bir cümle olan itiraziyye cümlesinin, ana cümlenin anlamına tesiri yoktur. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”In Kullanımı)

كَان ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden menfi isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

كَان ’nin haberi, ism-i fail kalıbında gelmiştir. İsm-i failin önünde  كَان  yardımcı/nakıs fiili bulunursa, şimdiki veya geniş zaman hikâyesi için kullanılır. İsm-i fail süreklilik ifade eden fiillerden sonra (كَان  ve benzerleri içerisinde yer alan) muzari fiil yerine gelebilir.

İsm-i fail kişinin elinde olan fiillerden yapılır. İrade dışında olan fiillerden ism-i fail yapılmaz. Bu tür fiillerin ism-i failini sıfat-ı müşebbehe üstlenir. (Yrd. Doç. Dr. M. Akif Özdoğan, KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, 10 (2007) s. 55 - 90 Arapçada İsm-İ Fâil ve İşlevleri)

مَا كَانُ ’li olumsuz sıygalar, gerçekleşmesi aklen caiz olmayan umumi olumsuzluk için kullanılır.  (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir, 3/79)

كَان ’nin haberi isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, c. 5, s. 124)

اَنْزَلْنَا - مُنْزِل۪ينَ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı,  مِنْ  ve مَٓا ’larda reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Tefsîrü'l Kebîr'de şöyle yazılıdır:

Ayetin başında وما أنزلنا [indirmedik] buyurulmuşken ayetin sonunda tekrar وَمَا كُنَّا مُنْزِلِينَ [İndiriciler de değildik] buyurulmasının ne faydası olduğu sorulabilir.

وما كنا  ifadesi; indirmemiz uygun da olmaz, çünkü bu sonuç, indirmeden yerine gelir, bundan dolayı indirmedik, indirmeye ihtiyaç da duymadık manasındadır. Ya da ayetteki indirmedik, indiriciler de değildik ifadeleri, bu hadisede indirmedik ve diğer hadiselerde de indirmiş değildik manasındadır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.133 )

Ardından  بعده  (onun sonrası) değil,  من بعده  [ondan hemen sonra/onun hemen ardından] buyurulmuştur. Bu da onlara azap indirmesinin bu olayın hemen arkasından olduğunu, araya bir mühlet girmediğini gösterir. Çünkü  مِنْ  harfi ibtida-i gaye harfidir, gayenin başlangıcını ifade eder. Bu harf olmaksızın  بعده  gelseydi, araya kısa ya da uzun bir zaman girmesi muhtemel olurdu. İbare görüldüğü gibi  مِنْ  harfi ile birlikte gelerek, onlara verilecek ceza için bir mühlet tanınmadığına, bu konuda acele edildiğine işaret edilmiştir.

Bahru'l Muhît'te şöyle yazılıdır: İbtida-i gaye harfi, kavmin bu adamı öldürmesinden sonra onlara herhangi bir resul gönderilmediği, uyarı yapılmadığı, aksine helakları için acele edildiğini ifade eder.  من جند  ibaresindeki  من  istiğrak ifade eder, yani ne az ne de çok hiçbir asker gönderilmediğini ifade eder.

Burada Melek yerine Asker kelimesi tercih edilmiştir, çünkü makam ceza ve savaş makamıdır. Bunun için asker kelimesi daha münasiptir. Onlar Allah'a ve Resulüne savaş açmışlardır, Allah da onlara hiçbir askeri olmaksızın savaş açmıştır.

Olumsuzluk manası için ayette  لم  değil,  مَٓا  harfi gelmiştir. Çünkü bu harf, diğerinden daha kuvvetlidir. Bu kuvvetli nefiy harfi, istiğrak ifade eden  مِنْ  harfiyle desteklenmiştir.  Böylece ayetteki mana hem kuvvetli olumsuzluk harfi olan  مَٓا  ile, hem de istiğrak ifade eden  مِنْ  harfiyle tekid edilmiştir. Burada  لم  değil de  مَٓا  harfinin kullanımını güzelleştiren bir şey daha vardır. Kur'anî kullanımda istiğrak ifade eden  مِنْ  harfi, hiçbir zaman  لم  ile kullanılmamıştır.

Yine ayette  من السماوات  değil,  من السماء  buyurulmuştur. Çünkü tekil olan  السَّمَٓاءِ  kelimesi daha kapsamlıdır. Gökyüzüyle birlikte havayı, bulutları ve umumi olarak sema ile alakalı şeyleri de kapsar, Dolayısıyla semâvâtı ve daha fazlasını da ifade eder. Bu kelime istağrak ifade eden  مِنْ  harfinin zikriyle de daha münasiptir. Her ikisi de umum ve istiğrak ifade eder. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.135- 136 - 137)

Onun arkasından da kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik. Yani onu dinlemeyip öldüren kavmini de onun arkasından sağ bırakmadık, gerçi o şehidin arkasında ve Resullerin elinde bir ordu yoktu. Bununla beraber onlarla harp için gökten bir ordu da indirmedik, indirmiş de değildir. Yani bu gibi durumlarda gökten apaçık bir ordu indirivermek Allah'ın âdeti olmamış olduğu gibi, olağanüstü olarak da indirmedik. Daha doğrusu indirecek de değildik. Allah'ın bir kavmi mahvetmesi için öyle ordular indirmesine gerek yoktur. "Bedir" de, "Hendek"te melekler indirmesi bile sadece müminlere bir müjde ile kalplerini huzura kavuşturmak içindi. O bir iş dileyince sadece: "ol!" der, oluverir. (Elmalılı)

Allah'ın bir kavmi mahvetmesi için öyle ordular indirmesine gerek yoktur.                                                                         Antakya ahalisi de sadece tek bir melek indirilerek helak edildiler. (Âşûr)

 
Yâsin Sûresi 29. Ayet

اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ خَامِدُونَ  ...


Sadece korkunç bir ses oldu. Bir anda sönüp gittiler.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنْ hayır
2 كَانَتْ oldu ك و ن
3 إِلَّا sadece
4 صَيْحَةً korkunç gürültü ص ي ح
5 وَاحِدَةً bir tek و ح د
6 فَإِذَا hemen
7 هُمْ onlar
8 خَامِدُونَ sönüverdiler خ م د

اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ خَامِدُونَ

 

İsim cümlesidir.  اِنْ  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. 

كَانَتْ  nakıs mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.  كَانَتْ ’nin ismi müstetir olup takdiri  هى dir.  تْ  te’nis alametidir. 

اِلَّا  hasr edatıdır.  صَيْحَةً  kelimesi  كَانَتْ ‘in haberi olup fetha ile mansubdur.  وَاحِدَةً  kelimesi  صَيْحَةً ‘in sıfatı olup fetha ile mansubdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat

Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar  2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

فَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

اِذَا  mufacee harfidir.  اِذَا , isim cümlesinin önüne geldiğinde “birdenbire, ansızın” manasında mufacee harfi olur.

Munfasıl zamir   هُمْ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  خَامِدُونَ  mübtedanın haberi olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar. 

خَامِدُونَ  kelimesi sülasi mücerredi  خمد  olan fiilin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ خَامِدُونَ

 

Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümle, menfî  كَانَ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Nefy harfi  اِنْ  ve istisna edatı  اِلَّٓا  ile oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir.

Kasr  كَانَ ‘nin ismiyle ile haberi arasındadır.  كَانَ 'nin ismi maksûr/mevsûf,  صَيْحَةً  maksûrun aleyh/sıfat olmak üzere kasr-ı mevsûf ale’s sıfattır.

صَيْحَةً  için sıfat olan  وَاحِدَةً , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.

فَاِذَا هُمْ خَامِدُونَ  cümlesi, makabline matuftur. Atıf sebebi zaman ve mekandaki ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. 

Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

اِذَا ; müfacee harfidir. Aniden olan beklenmedik durumları ifade eder. Özellikle  فَ  ile birlikte kullanıldığı zaman cümleye, “ansızın, bir de bakarsın ki hayret verici bir durum” anlamları katar.

Onların halinin "sönme" olarak anlatılması çok güzeldir. Çünkü canlı olanda, çokça hararet (sıcaklık) vardır. Ne zaman bu (umut) harareti fazla olursa, gazap (öfke) ve şehvet de o nispette artar ve ileri olur. Onlar da böyle ateşli idiler, öfkeli oluşları, kendilerine nasihat eden mümin bir kimseyi öldürmelerinden de anlaşılmaktadır. Şehvetli oluşları da, o andaki bazı (geçici) dünya lezzetlerini elden kaçırmama gayretiyle, devamlı olan (ahiret) azabını hesaba katmamalarından anlaşılmaktadır. Binaenaleyh onlar, cayır cayır yanan ateş gibi hararetli idiler. Bir de, onlar tıpkı ateş ve ateşten yaratılan varlıklar (şeytanlar) gibi, zorba ve kibir taslayan kimselerdi. Bundan dolayı Cenab-ı Hak, "Onlar hemen sönüverdiler" buyurmuştur. (Fahreddin er-Râzî)

خَامِدُونَ , ism-i fail vezninde gelmiştir. İsim cümlesinde yer alan ism-i fail, çoğunlukla sübut ve süreklilik anlamı ifade eder. 

Yani tek bir sayhadan başka ne bir ceza, ne de benzeri başka bir şey var, demektir.       كَانَتْ 'in ismi gizli zamirdir. Nefy harfi olarak  لم  veya  لا  değil,  اِنْ  harfi gelmiştir. Zira  اِنْ , harfi  مَٓا  harfinden daha kuvvetlidir. Bunun için çoğunlukla  اِلَّا ‘nın yanında kasır ifadesi için bu harf kullanılmıştır. Bunların bir arada geldiği yerler incelenirse bu dediğimiz mana açıkça görülür. 

Ayette geçen  وَاحِدَةً  manayı tekid eden bir sıfattır ve iki mana taşır:

Allah'ın kudretini ve bu kişilerin değersizliğini ve zayıflığını mübalağalı olarak açıklar. Onların helak olmak için tek bir sayhadan fazlasına ihtiyacı yoktur.  كَانَتْ 'in ismi yeterince açık olduğu için gizlenmiştir. Zikredilmese de makam ona delalet eder. 

Ayetteki  فَ  harfi ve müfâcee ifade eden  اِذَا , helaklarının ne kadar hızlı olduğunu ifade eder. Çünkü  فَ  tertip ve takip manasındadır.  اِذَا  da aniden oluşu anlatır. Bu iki harf bir arada geldiği vakit hem aniden oluşa, hem de sayha ile ölüp yok olmaları arasında bir mühlet olmadığına delalet eder.  فَ  yerine وَ  harfi gelseydi, takip manası ve bu sayha sebebiyle helak oldukları ifade edilmemiş olurdu. Çünkü وَ  harfi sebep ifade ermez, sadece tabi olmayı ifade eder.

Dolayısıyla وَ  harfi gelerek hem sebep, hem de sürat manasını ifade etmiştir. Başka hiçbir harf bu manayı ifade edemez. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.140 )

Tefsîrü'l Kebîr'de  وَاحِدَةً  kelimesinin, bu fiilin Allah'a kolay olduğu manasını tekid etmek için olduğu yazılıdır.  فَإِذَا هُمْ خَامِدُونَ  (Bir anda sönüp gittiler) cümlesinde de ne kadar çabuk helak olduklarına işaret vardır. Çünkü helakları sayhayla birlikte olmuştur, hiçbir gecikme söz konusu değildir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.141, Fahreddin er-Râzî)

Helak edilen bir topluluğun söz konusu edildiği bu ayetin tefsirinde müfessirimiz şunları kaydeder: (Sönenler) خَامِدُونَ  ifadesi, ölüler manasınadır. Bu kimseler ateşe benzetilmişlerdir; çünkü canlı; alevi yükselen ateşi, ölü de külü sembolize eder. Nitekim şair Lebid şöyle demiştir: Kişi ancak yükselen alev ve ışığı gibidir; Öldükten sonra geriye kül olarak kalır. Şiirde istişhad mahalli, külün ölüye, canlının parlayan aleve benzetilmesidir. Bu açıklama buradaki istiarenin, istiare-i mekniyye olduğunu gösterir. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanışı,  Ebüssuûd, Âşûr)

Burada iki tane istiare vardır. Biri sarihî diğeri meknî istiaredir. (Âşûr)

Bundan Antakya halkının mahvolduğunu, helak olduğunu anlamak istemişlerse de Hristiyanlık daveti karşısında müşrik Roma devletinin ortadan kalkmış olduğunu anlamak daha kapsamlıdır. (Elmalılı)

 
Yâsin Sûresi 30. Ayet

يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِۚ مَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  ...


Yazık o kullara! Kendilerine bir peygamber gelmezdi ki, onunla alay ediyor olmasınlar.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 يَا حَسْرَةً yazık ح س ر
2 عَلَى
3 الْعِبَادِ şu kullara ع ب د
4 مَا
5 يَأْتِيهِمْ onlara gelmez ki ا ت ي
6 مِنْ hiçbir
7 رَسُولٍ elçi ر س ل
8 إِلَّا mutlaka
9 كَانُوا onlar ك و ن
10 بِهِ onunla
11 يَسْتَهْزِئُونَ alay ederlerdi ه ز ا

يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِۚ مَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ

 

يَا  nida,  حَسْرَةً  münada olup fetha ile mansubdur.

Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazfedilmiş mef’ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey!” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı  يَا ’dır.

Münada îrab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır. Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzâf, 2) Şibh-i muzâf, 3) Nekre-i gayrı maksude. Burada münada muzâf olarak geldiği için mureb münadaya girer ve lafzen mansubdur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

عَلَى الْعِبَادِ  car mecruru  حَسْرَةً ‘e mütealliktir. 

مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يَأْت۪يهِمْ  fiili  ي  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir  هِمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

مِنْ  harf-i ceri zaiddir.  رَسُولٍ  lafzen mecrur, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  cümlesi  يَأْت۪يهِمْ ‘deki mef’ûlun hali olarak mahallen mansubdur.  

اِلَّا  hasr edatıdır.  كَانُوا  nakıs mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.  كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و  muttasıl zamirdir, mahallen merfûdur. 

بِه۪  car mecruru  يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  fiiline mütealliktir.  يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  fiili  كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubdur.  

يَسْتَهْزِؤُ۫نَ   fiili  نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.  يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındadır. Sülâsîsi  هزأ ’dir.

Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamları katar.

يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِۚ 

 

Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümle nida üslubunda geldiği halde gerçekte pişmanlık ve üzüntü ifade etmesi nedeniyle mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Mecazi manada bir sesleniştir.  يَا  nida harfi,  حَسْرَةً  münadadır. 

عَلَى الْعِبَادِۚ  car mecruru,  حَسْرَةً ’e mütealliktir.

يَا حَسْرَةً , "İşte şimdi hasret vaktidir. O halde ey hasret (pişmanlık) haydi gel, tam zamanın" demektir. Hasretin nekre oluşu, pişmanlığın çokluğunu gösterir. (Fahreddin er-Râzî)

Hasret: Muhataba acınma ifade eden bir sesleniştir. Kaybolan bir şeyden dolayı çok üzülmek ve pişmanlık duymaktır. Fakat bu üzüntünün onlar için bir yararı yoktur. Giden gelmez, çünkü cevap veremez. Bunun yararı sadece muhatabı uyarmak ve uyandırmaktır. Böylece muhatap, bu sayede bu halin üzüntüye sebep olduğunu ve pişmanlık verdiğini zihnine yerleştirsin. (Rûhul Beyan, Âşûr)

En meşhur görüşe göre يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِ [Ey kulların üzerine (çöken büyük) hasret (ve nedamet, hazır ol)] ibaresi, mecazen hasret diye nida eder, yani hasret gel beni kurtar der ve bu hasret olayın gerçekleştiği zaman meydana gelir manasındadır.

Keşşâf'ta şöyle yazılıdır: Bu ibare kendilerini sarmış olan hasretedir. Adeta ona ‘Ey hasret! Gel.’ derler. Bu, senin orada hazır bulunmanı gerektiren bir haldir. Onların resullerle alay ettikleri haldir. Onların üzülmeyi hak eden bir hallerini ifade eder. Ya da melekler, ins ve cinin müminleri, onların haline üzülür demektir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s.144)

Herhangi bir maksat taalluk etmediği zaman, bazan mef'ûl zikredilmeyebilir. Nitekim, "Falanca verir, vermez" denilir. Burada verilen birşey yoktur. Çünkü maksat, onun verip vermeme gücünü göstermektir. Mef'ûlün böyle hazfi çoktur. Burada ise, fail hazf edilmiştir. Failin hazfi ise azdır. Bu hususun izahı, işte biraz önce bahsettiğimiz gibi, burada hasret (pişmanlık) duyanı zikretmenin, esas anlatılmak istenen şey olmamasıdır. Aksine burada esas anlatılmak istenen şey, böyle bir pişmanlığın o vakitte olmasıdır. (Fahreddin er-Râzî)

Bu söz hakiki bir nida değildir. Bu nidadan maksat bu kulların ne kadar zor bir duruma düştüklerini ve üzerlerine binen bu ağır hasret duygusu nedeniyle bu durumdan kurtulamayacaklarını ve vicdanlarını dolduran bu gam ve pişmanlık duygularını açıklamaktır. Vicdanlarında bu üzüntü ve pişmanlığın olmadığı bir zerre yer yoktur. En ufak bir çıkış ışığı görünmemektedir. Pişmanlığın içinde adeta hapsolmuşlardır, ebedi olarak gam ve pişmanlık içinde kalacaklardır.

Bu mana son derece korkunç ve itici bir şekilde ifade edilmiştir. Sonradan büyük bir pişmanlık duyacağını bildiğimiz bir iş yapan kişi için söylediğimiz  يا خسرته و يا ويله (Yazık ona, vay ona) sözüne benzer. Bu sözümüz onun durumunu korkunç görerek başına gelecek müthiş kötülüğe işaret eder. (Âşûr)

الْعِبَادِۚ (kullar) kelimesinin elif-lamı, şu iki manaya gelebilir:

a) Ahd (belirlilik) ifade edip, "O sayha tarafından mahvedilen kullar" demektir. Buna göre mana, "Ey bu kullar için olan pişmanlık!" şeklindedir.

b) Bu, cins ifade eder ve "Yalanlayan bütün kâfir kullar cinsi" kastedilmiş olur. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)


مَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ

 

Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Muzari fiil sıygasında faide-i haber, inkârî kelamdır.

Mef’ûl olan  مِنْ رَسُولٍ ‘deki  مِنْ  tekid ifade eden zaid harftir. Kelimedeki tenvin kıllet ve umum ifade eder.  مِنْ  harfi kelimeye ‘hiçbir’ anlamı katmıştır. Menfî siyakta nekre, umum ve şümule işarettir. 

مَٓا  nefy harfi ve  اِلَّا  istisna harfiyle oluşmuş kasr üslubuyla tekid edilmiştir. Kasr, mef’ûl ile hali arasındadır. Kasr-ı mevsuf ale’s sıfattır. 

كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  cümlesi  يَأْت۪يهِمْ ‘deki mef’ûlun halidir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.

كَانُوا ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  بِه۪ , ihtimam için amili olan  يَسْتَهْزِؤُ۫نَ ’ye takdim edilmiştir.

Rûhu'l Meânî müellifi, bu takdimin iddiâî kasr veya fasılaya riayet için olduğu görüşündedir. Bilindiği gibi mamulun amile takdimi, sadece hasr manası ile sınırlı değildir. Evet, bu takdimle çoğunlukla hasr kastedilir. Ama başka maksatlarla da bu takdim yapılabilir.  (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.147, Âşûr)

Cümlenin müsnedinin muzari fiil formunda gelmesi hükmü takviye, hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eder. Ayrıca muzari fiil tecessüm özelliğiyle muhatabın dikkatini uyararak konuyu anlamasında yardımcı olur.

كَانَ ’nin haberinin muzari fiille gelmesi, geçmişte belirli bir süre devam edip biten eylemler ve geçmişte mûtat olarak yapılan, âdet haline gelmiş davranışlar  olmak üzere iki manaya delalet eder.  (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ‘nin Fiili ve Kur’an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi Sayı 41)

من رسول (Herhangi bir peygamber)  istiğrak ifade eder. Yani alay etmedikleri hiçbir peygamber yoktur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.145 )

Cenab-ı Allah, onların pişmanlıklarının sebebini, "O "Onlar kendilerine ne zaman bir peygamber gelse, mutlaka onunla istihza ederlerdi" buyurarak açıklamıştır. O nedametin sebebi, budur. Çünkü bir padişah çöle gelip kendisini bir şahsa tanıtsa ve ondan çok kolay bir hizmet istese, ama o, padişahı "Sen padişah değilsin" diye yalanlasa ve istediği hizmeti yapmasa, sonra da o padişah tahtına geçip otursa ve bu şahıs huzuruna varıp, onun gerçekten padişah olduğunu anlasa, onun duyacağı bu pişmanlıktan daha büyüğü yoktur. İşte o elçilerin durumu da böyledir: Bunlar da birer padişah gibi idiler. Hatta Allah'ın, onları şereflendirip, padişahları onların kapıcısı kılması bakımından, padişahlardan daha büyüktürler. Çünkü Allah, ["Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin ve bağışlasın"] (Al-i İmrân, 31) buyurmuştur. Bu elçiler de gelmişler, kendilerini tanıtmışlar. Ama üzerlerinde görülecek maddî bir büyüklük alameti yokmuş. Kıyamet günü veya o sıkıntı baş gösterdiğinde, onların Allah nazarında büyüklükleri, davet ettikleri şeyin de menfaati kullara raci olacak olan, ibadet gibi kolay bir şey olduğu, üstelik bu davetlerine karşılık hiçbir ücret de istemedikleri iyice ortaya çıkınca, kâfirler tam bir nedamet duyarlar. Nasıl böyle olmasın ki? Çünkü onlar, bu elçilerin dediklerinden yüz çevirmekle kalmayıp, onlarla alay etmiş, işkenceye uğratmış, onları hafife almış ve küçümsemişlerdir. Hak Teâlâ'nın, "kendilerine geldiğinde" ifadesindeki zamirin, Habib-i Neccâr'ın kavmine ait olması mümkündür. Yani, "Onlar, üç peygamberden birisi geldiğinde, hasret ve nedametin onların üzerine olacağını söylediğimizden dolayı, mutlaka onunla istihza ederlerdi" demektir. Bu zamirin küfürde ısrar eden kâfirlere raci olması da muhtemeldir. (Fahreddin er-Râzî)

 
Yâsin Sûresi 31. Ayet

اَلَمْ يَرَوْا كَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ اَنَّهُمْ اِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ  ...


Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi; onların artık kendilerine dönmeyeceklerini görmediler mi?

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَلَمْ
2 يَرَوْا görmediler mi? ر ا ي
3 كَمْ nice
4 أَهْلَكْنَا yok ettik ه ل ك
5 قَبْلَهُمْ kendilerinden önce ق ب ل
6 مِنَ -den
7 الْقُرُونِ nesiller- ق ر ن
8 أَنَّهُمْ onlar
9 إِلَيْهِمْ kendilerine
10 لَا
11 يَرْجِعُونَ bir daha dönmezler ر ج ع

اَلَمْ يَرَوْا كَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ اَنَّهُمْ اِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ

 

Hemze istifhamdır.  لَمۡ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  يَرَوْا  şart fiili  نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur. 

كَمْ  soru harfi haberiye olarak,  اَهْلَكْنَا  fiilinin mukaddem mef’ûlu olarak mahallen mansubdur.  اَهْلَكْنَا  cümlesi  يَرَوْا  fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.

اَهْلَكْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. 

قَبْلَهُمْ  zaman zarfı,  الْقُرُونِ ‘in mahzuf haline mütealliktir. 

مِنَ الْقُرُونِ  car mecruru  كَمْ ’in temyizidir.

Temyiz; kendisinden sonra geçen müphem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani; çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harf-i cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin îrabı ise cümledeki yerine göredir. Temyiz Türkçeye “bakımından, …yönünden” şeklinde tercüme edilebilir. Temyizi bulmak için “ne bakımdan, hangi açıdan” soruları sorulur. Temyiz ikiye ayrılır:

1. Melfûz mümeyyez: Söylenmiş, cümlede görülen mümeyyez.

2. Melhûz mümeyyez: Düşünülen, cümlede açık olarak görülmeyen mümeyyez.

Melhûz Mümeyyez: Burada temyiz cümledeki kapalılığı giderir. Manası kapalı olup da temyiz sayesinde açıklığa, netliğe kavuşan bu tür cümlelere melhûz mümeyyez denir. Melhûz mümeyyez daha çok şu cümlelerde olur: 

a) İsm-i tafdil kalıbının kullanıldığı bazı cümleler, 

b) Anlatılmak istenen anlamı ifadede tek başına yetersiz kalan “artmak-eksilmek, çoğalmak-azalmak, yükselmek-alçalmak, güzel ve çirkin olmak, büyük veya küçük olmak” gibi fiillerin kullanıldığı cümleler, 

c) İçinde “ كَفَى بِ ” terkibi bulunan cümleler, 

d) Kem-i istifhamiyye (soru için olan كَمْ ) ve kem-i haberiyye (çokluk bildiren  كَمْ) ile kurulan cümleler. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  هُمْ  muttasıl zamir  اِنَّ ‘nin ismi olarak mahallen mansubdur. 

اِلَيْهِمْ  car mecruru  لَا يَرْجِعُونَ  fiiline mütealliktir.  لَا يَرْجِعُونَ  fiili  اِنَّ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يَرْجِعُونَ  fiili  نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و 'ı fail olarak mahallen merfûdur.

اَلَمْ يَرَوْا كَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ اَنَّهُمْ اِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Hemze, inkari istifham anlamındadır. Yani böyle bir şey olamaz, görmemiş olman mümkün değil anlamındadır. Soru anlamı dışında, inkâr ve Allah’ın sonsuz güç ve kudretini görünür kılma amacı için gelen bu cümle, mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.

Hemze, inkâri istifham anlamındadır. Takriri de olabilir.  (Âşûr)

اَلَمْ  يَرَوْا , dikkat çekme ve azarlama ifadesidir. Burada  يَرَوْا  (görmek) kelimesi, ‘bilmek’ anlamındadır.  (Âşûr)

رأي  fiilinin ilim manasında kullanılmasında, sebep-müsebbep alakası ile mecaz-ı mürsel vardır. Zikredilen rüyet, kastedilen ise ilim olan müsebbeptir. Şöyle de ifade edilebilirsiniz; manevi, akli ve görünmez olan bir anlatım, gözle görülen, canlı bir şey  menziline konuldu. (Ruveyni, Teemmülat fî Sûreti Meryem, Meryem/77)

Menfi muzari fiil sıygasında gelen cümlede  كَمْ  teksir ifade eden haberiyyedir. (Âşûr)

Mukaddem mef’ûl olarak mahallen mansubdur.  كَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ اَنَّهُمْ اِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ  cümlesi,  يَرَوْا  fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.

مِنَ الْقُرُونِ , mukaddem mef’ûl  كَمْ ‘in temyizidir.

قرن ; bir zamanda bir araya gelen birlikte yaşamış olan insanlardır. İçinde bir topluluğun bir araya geldiği ve ölümle birbirinden ayrıldığı zamana karn, nesil ve asır denir. Akran kelimesi de bu köktendir. Bu  kelimede mesebbebiyet alakası ile mecaz-ı mürsel vardır.

Tekid ve masdar harfi  اَنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi  اَنَّهُمْ اِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ , masdar tevilinde, takdir edilen  بْ  harf-i ceriyle birlikte  اَهْلَكْنَا  fiiline mütealliktir. Masdar-ı müevvel, sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

اَنَّ ’nin haberi olan  لَا يُرْجَعُونَ  cümlesinin menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam formunda gelmesi, cümleye hükmü takviye, hudûs ve teceddüt anlamları katmıştır. Ayrıca muzari fiilde muhatabın muhayyilesini (hayal gücünü) harekete geçirerek dikkatini artıran tecessüm özelliği vardır.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur olan  اِلَيْهِمْ  ihtimam için amiline takdim edilmiştir. Ayrıca bu takdim kasr ifade eder.  اِلَيْهِمْ  maksûrun aleyh/mevsûf,  يَرْجِعُونَ maksûr/sıfat olmak üzere kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.

Burada ihtisas manasını ifade etmek için  اِلَيْهِمْ  şeklindeki car mecrur takdim edilmiştir. Yani onlara dönmezler ama bana geri dönerler demektir. Bu ifadede haşra ve ölümden sonraki hayata ima vardır. Arkadan gelen ayette bu mana tekidli olarak ifade edilmiş ve şöyle buyurulmuştur.Yani car mecrur takdim edilerek bu mana zımnen ifade edilmiş, takip eden ayette açıkça dile getirilmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.161)

Bu ayette  اِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ  cümlesinin  كَمْ  edatından bedel olduğu söylenmiştir. Bedelin amili, mübdelun minhin amilinin aynısıdır. Buna göre, mübdelün minh  كَمْ ‘in amili  اَهْلَكْنَا  fiili olduğuna göre aynı zamanda bu fiil  اَنَّهُمْ اِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ  cümlesi (bedeli)nin amili de olmuş olur. Fakat  اَهْلَكْنَا  ve  اَنَّهُمْ اِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ  cümlelerinin arasında mana  bakımından bir amel bir irtibat olmadığından böyle bir amel ilişkisinden söz edilemez. Yukarıdaki bedeliyyet görüşünü geçerli kılmak için  كَمْ  edatını  يَرَوْا  filine mamul de yapamayız. Çünkü söz konusu edatın, cümlenin başında bulunması (sedâret) özelliği bu durumda ortadan kalkmaktadır. Bütün bunlardan sonra en doğru olanı, كَمْ  edatını اَهْلَكْنَا  için mukaddem bir mef’ûl olmasıdır. كَمْ اَهْلَكْنَا  cümlesi de talik olunmuş (amelden lafzen engellenmiş)  يَرَوْا  fili için mef’ûldür.  اَنَّهُمْ اِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ  cümlesi mef’ûlun leh’tir. (Sahip Aktaş, Kur’an’da İstifhâm Üslûbu, Âşûr)

قبلهم  ve  من قبلهم  ibarelerine gelince:  من  harfi ibtida-i gayedir ve direkt olarak zamirden hemen önceki ve daha önceki zamanı ifade eder.  قبلهم  ise malum olduğu üzere hem yakın hem uzak zamanı ifade eder. 

كم أهلكنا من قبلهم [Biz onlardan evvel nice nesiller helak ettik] ibaresindeki tehdit,  قبلهم ibaresinde olandan daha büyüktür. Çünkü yakın zamanda meydana gelen helak, uzak zamandaki helakten daha ibret ve öğüt vericidir ve vicdanlardaki etkisi daha büyüktür. Yakın zamandaki helakın etkisi elbetteki eski zamanlardaki helakten daha büyüktür. İşte bu yüzden tehdidin ve korkutmanın daha şiddetli olduğu yerlerde  من قبلهم  ibaresi kullanılmıştır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, S.151)

قبلهم  şeklindeki zarfın  القرون  kelimesine takdimi veya tehirine gelince, müşriklerin tehdidiyle alakalı olduğu görülür.

Müşrikleri tehdit kastı varsa zarf takdim edilmiştir. Böyle bir şeyden bahsedilmediği yerlerde ise zarf tehir edilmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, S.155)

Zarftan sonra gelen zamirin tekil veya çoğul oluşu da bir maksada binaendir.

Tekil oluşu; bu kavmin bir sıfatının, bir halinin zikredilmesi ya da siyakın gerektirdiği başka bir sebeptir.

Bunların dışında umum ifade edilmek istendiğinde, Rablerinin helak olmuş bu kavimleri yeniden diriltip biraraya getireceğini açıklamak veya siyakın gerektirdiği başka bir sebep varsa çoğul zamir gelmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, S.157)

Muhataplar zamanında ve gelecekte dünyaya ikinci bir gelişin olmadığına delalet etmek için nefy harfi olarak  لم  değil  لَا  gelmiştir. Çünkü  لم  gelseydi mazideki olumsuzluğu ifade eder, gelecekteki olumsuzluğu ifade etmezdi. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s.162)

 
Yâsin Sûresi 32. Ayet

وَاِنْ كُلٌّ لَمَّا جَم۪يعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ۟  ...


Onların hepsi de mutlaka toplanıp (hesap için) huzurumuza çıkarılacaklardır.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَإِنْ ancak
2 كُلٌّ hepsi ك ل ل
3 لَمَّا zaman
4 جَمِيعٌ toplandığı ج م ع
5 لَدَيْنَا huzurumuza
6 مُحْضَرُونَ getirileceklerdir ح ض ر

وَاِنْ كُلٌّ لَمَّا جَم۪يعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ۟

 

وَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

اِنْ  nefy harfi olumsuzluk manasındadır.  كُلٌّ  mübteda olup lafzen merfûdur.  لَمَّا  harfi  إلا  manasında hasr edatıdır.

جَم۪يعٌ  mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.  لَدَيْنَا  mekan zarfı,  جَم۪يعٌ ‘e mütealliktir.  مُحْضَرُونَ  mübtedanın ikinci haberi olup ref alameti  و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar. 

مُحْضَرُونَ  kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i mef’ûlüdür.

وَاِنْ كُلٌّ لَمَّا جَم۪يعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ۟

 

Ayet, …كَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ  cümlesine hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.  كُلٌّ  mübteda,  جَم۪يعٌ  haberdir. 

اِنْ  nafiye,  لَمَّا  harfi  إلا  manasındadır.  اِنْ  ve  لَمَّا  ile oluşan kasr, mübteda ve haber arasındadır. 

Mekân zarfı  لَدَيْنَا ’nın müteallakı  جَم۪يعٌ  veya  مُحْضَرُونَ۟ ‘dir.  مُحْضَرُونَ۟ , ikinci haber veya  جَم۪يعٌ  için sıfattır. 

Veciz anlatım kastıyla gelen  لَدَيْنَا  izafeti, muzâfı tazim içindir.

كُلٌّ - جَم۪يعٌ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

كُلٌّ  [hepsi] kelimesindeki tenvin nev, kesret ve umûm ifâde eder.

جميع  kelimesi burada  كلّ  manasında değildir. Topluca manasındadır. İsm-i mef’ûl manasında  فعيل  kalıbındadır. Hepsinin topluca hazır bulunduğunu haber verir. Nasb olarak gelmesi  مجموعين , yani hal olması da caizdir. Bu manada  قوم جميع أي مجمعون (Kavim toplanmıştır) denir. 

Keşşâf'ta aynı manada olan bu iki kelimenin, nasıl olup da biri diğerinin haberi olur diye sorulmuştur. Bu soruya bu kelimelerin aynı manada olmadığı şeklinde cevap verilmiştir. Bu kelimelerin her ikisi de kuşatma manası taşır.  جميع  kelimesi toplanmış demektir. Onların mahşerde toplandığını ifade eder. فعيل  kalıbında ism-i mef’ûl manasındadır. حي جميع وجاءوا جميعا (Mahalle toplandı ve topluca geldi) denir.  محضرون (hazır olarak) kelimesinden maksat onların hesap için hazır olmalarıdır. لدينا  (Bizim karşımıza) ibaresi hasr manası için müteallakı olan  محضرون  kelimesine takdim edilmiş zarftır. Yani herkes onun yanında hazır olur, başkasının yanında hazır olmaz demektir. Bu takdim önceki ayetin sonundaki  أَنَّهُمْ إِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ  [Bunların bir daha onlara dönmez (ümmetler) olduklarını] sözüne benzer. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.162,163, Fahreddin er-Râzî,  Âşûr)

الإحْضارُ : Huzura getirmek demektir. Mahkemeye rızasıyla gelmeyen kimseyi tutup, zorla hakimin huzuruna getirmek manasında kullanılır ki, burada özellikle bu manayadır. Yani herkes ölmekle yok olup gitmiyor, hesap ve ceza için Hak Teâlâ'nın huzuruna toplanıp sevk ediliyorlar. (Elmalılı, Âşûr)

 
Yâsin Sûresi 33. Ayet

وَاٰيَةٌ لَهُمُ الْاَرْضُ الْمَيْتَةُۚ اَحْيَيْنَاهَا وَاَخْرَجْنَا مِنْهَا حَباًّ فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ  ...


Ölü toprak onlar için bir delildir. Biz, onu diriltir ve ondan taneler çıkarırız da onlardan yerler.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَايَةٌ ve bir ayettir ا ي ي
2 لَهُمُ onlar için
3 الْأَرْضُ toprak ا ر ض
4 الْمَيْتَةُ ölü م و ت
5 أَحْيَيْنَاهَا biz onu dirilttik ح ي ي
6 وَأَخْرَجْنَا ve çıkardık خ ر ج
7 مِنْهَا ondan
8 حَبًّا dane ح ب ب
9 فَمِنْهُ ve ondan
10 يَأْكُلُونَ yiyorlar ا ك ل

Yeryüzü sönmüş bir ateş halinde yani hayat ile tamamen zıt bir mahiyette iken ona can veren, bitkisel ve hayvansal organizmalarla onu diri kılan ve orayı yaşanır hale getirenin kim olduğunu düşünmek bile yüce Allah’ın varlığını, birliğini ve eşsiz kudretini kavramak için yetecek kanıtları gözlerimizin önüne serecektir (ayrıca bk. Hac 22/5). Peygamberlerin ve onların haklılığını savunan mümin kişinin yalnız Allah’a kulluk etme çağrısı üzerinde hiç düşünmeksizin bağnaz bir tutum sergileyen toplum örneğine değinildikten sonra bu ve müteakip âyetlerde, her dönemde benzerleri bulunabilen bu tür insanların gerçekleri görmeleri için evrende ve yakın çevrelerinde olup bitenlere ibret gözüyle bakmalarının yeterli olacağı mesajı verilmektedir.

“Taneler” şeklinde çevrilen 33. âyetteki hab kelimesi bir cins ismi olup miktar olarak azı da çoğu da kapsar; yaygın anlamı “tahıl türünden taneler” olmakla beraber, genel olarak bütün bitkilerin tohumlarını ifade etmek için de kullanılır. Bir yoruma göre burada hayatın ilk başlangıcına dikkat çekilmekte yani ölü arza bitkisel hayattan başlayan bir canlılık verilip ondan habbeler çıkarıldığı, böyle tek hücrecikten başlayan bu hayatın insan hayatına doğru terbiye ve tekemmül ettirildiği belirtilmektedir (bk. Elmalılı, VI, 4024-4025; ayrıca bk. En‘âm 6/95, 99). Yaratma ile ilgili başka bazı âyetler ışığında burada, tabiattaki sürekli yenilenmenin ve insanın temel gıdalarını oluşturan bitkisel ürünlerin meydana gelmesinin daima Allah Teâlâ’nın irade ve kudretine, O’nun koyduğu yasalara bağlı olduğunu hatırlatmanın amaçlandığı da söylenebilir. Müfessirler bu kelimeyi daha çok tahıl anlamıyla açıklamışlar ve hububatın insanın günlük yaşantısındaki önemine dikkat çekmişlerdir (meselâ Zemahşerî, III, 285-286; Râzî, XXVI, 66, 67). 

35. âyette “onun ürünlerinden” denirken “o” anlamındaki zamirin daha önce anılan nimetlerin, fışkırtıldığı belirtilen suyun veya bahçelerin yerini tuttuğu düşünülebilir. Bazı müfessirlere göre bu zamirle Allah Teâlâ kastedilmiş olup burada “Allah’ın yarattığı ürünlerden” mânası vardır. Râzî ise bu tamlamaya “kaynaklardan su akıtmanın yararların­dan” mânasının da verilebileceği kanaatindedir (Zemahşerî, III, 286; İbn Atıyye, IV, 453; Râzî, XXVI, 67-68; Şevkânî, IV, 422). Yine aynı âyetin “... onun ürünlerinden ve kendi elleriyle ürettiklerinden yesinler” diye çevrilen kısmında geçen “mâ” kelimesi meâlde ilgi zamiri olarak değerlendirilmiştir. Buna göre ziraat, ticaret gibi yollarla elde edilen ürünler, ziraî mahsullerin el emeği ile üretilenleri, yenmesi için pişirme, değişik işlemlerden geçirme gibi emek isteyenleri kastedilmiş olur (Râzî, XXVI, 68). “Mâ” ilgi zamiri değil olumsuzluk edatı kabul edildiği takdirde bu kısmın meâli “–meydana getiren kendileri olmadığı halde– onun ürünlerinden yesinler” şeklinde olur. Bu mânayı esas alan müfessirler bu ifadeyi şöyle açıklamışlardır: Üretmek için çaba sarfedip katkı sağlamış olsalar bile bu ürünler onlar tarafından yaratılmış değildir, Allah’ın bir ihsanıdır, buna rağmen hâlâ şükretmezler mi? (Şevkânî, IV, 422; şükür hakkında bk. İbrâhim 14/7). 

36. âyette, kâinatta insanın bildiği ve bilmediği bütün çiftleri yüce Allah’ın yarattığı belirtilerek her birinin paydaşı, eşi, benzeri, karşıtı olan bu çiftlerin hepsinin yaratılmışlık özelliğine, dolayısıyla bunları yaratanın tek olduğuna dikkat çekilmektedir. İnsanların Kur’an’ın indiği sırada bilmediği birçok şeyde de çift yaratılma özelliğinin bulunduğu modern araştırmalar tarafından ortaya çıkarılmış olup bu, ileride daha nice varlık, olay ve kavram çiftlerinin keşfedilebileceğinin işaretidir. Paul Dirac adlı bilim adamının atom parçacıklarının da çift yaratıldığını yani elektron karşısında pozitronun bulunduğunu tesbit edip, “parite kanunu”nu keşfetmesi ve bu sayede Nobel ödülü kazanması, bu âyetteki anlam derinliğine ışık tutucu bir gelişme olarak değerlendirilebilir.

Bu âyetin “sübhân” yani Allah’ı yüceltme ve O’nun her türlü eksiklikten uzak olduğunu belirten hayranlık ifadesiyle başlamasından hareketle, burada zikredilen nimetin öncekilerden de mühim olduğu, dolayısıyla insan hayatında izdivacın önemi ve değeri hakkında bir mâna inceliği taşıdığı yorumu da yapılmıştır (Elmalılı, VI, 4028). Burada toprağın bitirdiklerine özel yer verilmesi, bunların gerek insanlar gerekse yine insanın besin kaynaklarından olan hayvanlar için hayatî bir önem taşıması ile izah edilebilir (İbn Âşûr, XXIII, 17).

وَاٰيَةٌ لَهُمُ الْاَرْضُ الْمَيْتَةُۚ 

 

İsim cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  اٰيَةٌ  muahhar mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. لَهُمُ  car mecruru  الْاَرْضُ ‘ya mütealliktir. 

الْاَرْضُ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.  

الْمَيْتَةُ  kelimesi  الْاَرْضُ ‘nun sıfat olup lafzen merfûdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat

Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar  2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


اَحْيَيْنَاهَا وَاَخْرَجْنَا مِنْهَا حَباًّ فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ

 

Fiil cümlesidir.  اَحْيَيْنَاهَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  هَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

وَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

اَخْرَجْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.  

مِنْهَا  car mecruru  اَخْرَجْنَا  fiiline mütealliktir.  حَباًّ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  

فَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder.  فَ  ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)  

مِنْهُ  car mecruru  يَأْكُلُونَ  fiiline mütealliktir. 

يَأْكُلُونَ  fiili  نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.

اَحْيَيْنَاهَا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  حيي ’dir.

اَخْرَجْنَا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi  خرج ’dir.

İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.

وَاٰيَةٌ لَهُمُ الْاَرْضُ الْمَيْتَةُۚ 

 

وَ , istînâfiyedir. Ayetin ilk cümlesi  وَاٰيَةٌ لَهُمُ الْاَرْضُ الْمَيْتَةُۚ , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır.  اٰيَةٌ  mukaddem haber,  الْاَرْضُ  muahhar mübtedadır. 

لَهُمُ  car mecruru, اٰيَةٌ ’un mahzuf sıfatına mütealliktir.

الْاَرْضُ  için sıfat olan  الْمَيْتَةُۚ , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.

İstînâfiye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)

 اٰيَةٌ  kelimesi car mecrura da takdim edilerek  وآية لهم  buyurulmuş, böylece onlar için olduğuna delalet edilmiştir. Ama ayetler sadece onlara mahsus değildir. Eğer car mecrur takdim edilerek  ولهم الأرض الميتة آية  buyurulsaydı, bu ayetler herkes için delil olmasına rağmen sadece onlara mahsus olduğunu ifade ederdi. Benzeri takdimler çoğunlukla tahsis ifade eder. 

فَ  harfi sebep, مِنْ  ibtidaiyye veya ba’diyettir. Car mecrur  يأكلون  fiiline mütealliktir. Takdim, insanın yediği en önemli şeyin hububat olduğuna ve onunla yaşadığına delalet eder. Hasr konusundaki belirsizlik, ihtimam içindir. Sanki ondan başka bir şey yemezler. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s.167,168)

Kelimenin  الْمَيْتَةُۚ  şeklinde şeddesiz okunması daha yaygındır; çünkü dile daha akıcı gelmektedir.  اَحْيَيْنَاهُ (onu diriltip) cümlesi, ölü toprağın ayet oluşunu açıklamak için söylenmiş bir başlangıç cümlesidir. 37. Ayetteki  نَسْلَخُ  (sıyırıp çıkartırız) ifadesi de böyledir. Ayrıca  اَرْضُ  ve  ليل 'nin bu fiillerle nitelenmiş olması da muhtemeldir; çünkü bunlarla, herhangi bir yer ya da gece değil, mutlak olarak iki cins kastedilmiştir. Bu sebeple bunlar, fiille nitelenmeleri konusunda nekreler gibi muamele görmüştür.

اٰيَةٌ لَهُمُ (Onlar için, Allah'ın gücünü gösteren parlak ve büyük bir alamet vardır) cümlesinde اٰيَةٌ  kelimesinin nekre getirilmesi, alametin büyüklük ve yüceliğini ifade eder. (Safvetü’t Tefâsir) 

Cenab-ı Hak, "Biz, ölü araziler hakkında bu şekilde işlem yaptığımız gibi, aynen bunun misali, yerde gönüllü olan ölüler hakkında da aynı muamelede bulunacağız. Böylece onları diriltir ve onlara, hayatiyetlerini sürdürmeleri için mutlaka olması gerekli olan şeyler ile, gören göz ve görme kuvveti; işiten kulak ve işitme kuvveti vs. şeyler gibi, kendilerine ihtiyaç duydukları şeyleri veririz ve bunlara, mükemmel bir amel, kapsamlı bir idrak gibi, en güzel zinet sayılan daha hoş şeyleri de ilave ederiz. Verdiğimiz bu manaya göre Cenab-ı Hak sanki, "Yeryüzünü, mükemmel bir ihya edişle ihya ettiğimiz gibi, Ölüleri de tam ve mükemmel bir biçimde ihya edeceğiz" demek istemiştir. (Fahreddin er-Râzî)


اَحْيَيْنَاهَا وَاَخْرَجْنَا مِنْهَا حَباًّ فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ


Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üslupta gelen  وَاَخْرَجْنَا مِنْهَا حَباًّ  cümlesi, makabline hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir. 

Fiillerin azamet zamirine isnadı, tazim ifade eder.  حَباًّ ’deki tenvin kesret ve cins içindir.

فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ  cümlesi … اَخْرَجْنَا  cümlesine matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.  حَباًّ ’den hal olması da caizdir. O takdirde  فَ , zaid olur. Cümlede takdim tehir vardır. Car mecrur  مِنْهُ , ihtimam için amiline takdim edilmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil hudûs, tecceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.

الْمَيْتَةُۚ - اَحْيَيْنَاهَا  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ  (ondan yemekteler) sözünde zarf öne alınmıştır. Bu ise dânenin, yaşamın çoğunun kendisiyle ilgili, insanların yaşayabilmelerinin ondan rızıklanmalarına bağlı olduğuna, azaldığında kıtlık ve zararın, kaybolduğunda da helakin gelip belanın ineceği bir şey olduğuna delalet etmesi içindir. (Keşşâf, Âşûr)

Cenab-ı Hak, "İçinden dane çıkardık" cümlesinden sonra "Ondan yiyip duruyorlar" cümlesini getirmiş, ağaçlar ve meyvelerden bahsederken de, "Mahsulünden yemeleri için" buyurmuştur. Çünkü dane, mutlaka olması gereken bir azıktır. İşte bu sebeple Allah "Ondan yiyip duruyorlar" buyurmuştur ki, "Onlar, onu yer tüketirler" demektir. Meyvelere gelince, böyle değildir. Buna göre Cenab-ı Hak sanki, "Eğer biz o meyveleri bitirmezsek, onlar ondan yememiş olurlar. Binaenaleyh, yesinler diye, biz meyveleri çıkardık" demek istemiştir. (Fahreddin er-Râzî)

حَباًّ : "Habbe" (dane)nin cins ismidir ki, azına da çoğuna söylenir. Çoğulu "hubûb", onun çoğulu "hubûbat"tır. Dilimizde olduğu üzere özellikle buğday, arpa, pirinç, susam gibi yenen danelerde yaygın olmakla beraber, genellikle ot ve çiçek tohumlarında da bilinmektedir. Kamus sahibi "Besâir"de der ki: "Hubub"un bir tekine "habbe" denilmesi, şey'in aslı ve öz maddesi olması itibarıyladır." Bu bakımdan bir "habbe" (dâne), hayatın ilk başlangıcı olan bir hücre (cellule) demektir. Burada da bu cinse işaretle "ondan bir dâne çıkardık" buyurulmuştur. Fen ilimleri açısından düşünüldüğü zaman yerin unsurlarından bir hayat hücreciğinin oluşumu, bir habbe (dâne)nin çıkması tabiî değildir. Tohumsuz bir hayat hücreciği tabiî olarak teşekkül edemez. Gerçekten bir eksinin, kendiliğinden bir artı oluvermesi akla da uygun gelmez. Bununla beraber yerde hayat işi meydana geldiği için, yine fen ilimleriyle uğraşanlar derler ki: Fakat başlangıçta ilk tohumun, ilk hücrenin tabiat dışı olarak meydana gelmiş olduğunu kabul etmek zorunludur. İşte bu nokta doğrudan doğruya tabiatlar üzerinde hakim olan yüce yaratıcının ölülere hayat veren ilâhî kudretini gösterir. Bunun bir seçim olduğunu söylemek de aynı manayı ispat etmektir. Çünkü seçimin (insanın peygamber olarak gönderilmesinin) her derecesi tabiat üstü bir gelişme arz eder. (En'am Sûresi, 6/95. ayetinin tefsirine bkz.) Bu şekilde ölü toprağa bitkisel hayattan başlayan bir hayat verilip ondan dâneler çıkarıldığı ve böyle tek hücrelerden başlayan bu hayatın, insan hayatına doğru yetiştirilip geliştirildiği ince bir imtihan tarzında edebî bir vecize ile hatırlatılarak buyuruluyor ki: Ondan bir dâne çıkardık da şimdi ondan yiyorlar. Belli ki bu şöyle demektir: O insanları da yarattık da o dânelerden yiyip duruyorlar. (Elmalılı, Âşûr)

 
Yâsin Sûresi 34. Ayet

وَجَعَلْنَا ف۪يهَا جَنَّاتٍ مِنْ نَخ۪يلٍ وَاَعْنَابٍ وَفَجَّرْنَا ف۪يهَا مِنَ الْعُيُونِۙ  ...


34-35. Ayetler Meal  :   
Meyvelerinden yesinler diye biz orada hurmalıklar, üzüm bağları var ettik ve içlerinde pınarlar fışkırttık. Bunları onların elleri yapmış değildir. Hâlâ şükretmeyecekler mi?

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَجَعَلْنَا ve yarattık ج ع ل
2 فِيهَا orada
3 جَنَّاتٍ bahçeleri ج ن ن
4 مِنْ
5 نَخِيلٍ hurma ن خ ل
6 وَأَعْنَابٍ ve üzüm ع ن ب
7 وَفَجَّرْنَا ve akıttık ف ج ر
8 فِيهَا orada
9 مِنَ -den
10 الْعُيُونِ çeşmeler- ع ي ن

وَجَعَلْنَا ف۪يهَا جَنَّاتٍ مِنْ نَخ۪يلٍ وَاَعْنَابٍ وَفَجَّرْنَا ف۪يهَا مِنَ الْعُيُونِۙ

 

Fiil cümlesidir. وَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

جَعَلْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

Değiştirme manasına gelen  جَعَلَ kelimesi 3 şekilde gelir:

1. Bir şeyden başka bir şey meydana getirmek  

2. Bir halden başka bir hale geçmek 

3. Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek. 

Bu ayette “bir halden başka bir hale geçmek” manasında kullanılmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

ف۪يهَا  car mecruru mahzuf ikinci mef’ûlun bihe mütealliktir.  جَنَّاتٍ  mef’ûlun bih olup nasb alameti kesradır. Cemi müennes salim kelimeler fetha yerine kesra alırlar.  

مِنْ نَخ۪يلٍ  car mecruru  جَنَّاتٍ ‘in mahzuf sıfatına mütealliktir. 

اَعْنَابٍ  atıf harfi و ‘la makabline matuftur. 

وَ  atıf harfidir.  فَجَّرْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. ف۪يهَا  car mecruru  جَّرْنَا  fiiline mütealliktir.

مِنَ الْعُيُونِ  car mecruru  جَّرْنَا  fiiline mütealliktir.

وَجَعَلْنَا ف۪يهَا جَنَّاتٍ مِنْ نَخ۪يلٍ وَاَعْنَابٍ وَفَجَّرْنَا ف۪يهَا مِنَ الْعُيُونِۙ

 

وَ , atıf harfidir. Ayet, … اَخْرَجْنَا  cümlesine matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Mahzuf ikinci mef’ûle müteallik olan car mecrur  ف۪يهَا , konudaki önemine binaen, mef’ûl olan  جَنَّاتٍ ’ye takdim edilmiştir.

جَنَّاتٍ ’de cem edilenler  نَخ۪يلٍ  ve  اَعْنَابٍ  şeklinde sayılmıştır. Bu cem mea taksim sanatıdır.

Aynı üslupta gelerek makabline atfedilen  وَفَجَّرْنَا ف۪يهَا مِنَ الْعُيُونِۙ  cümlesinin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. 

Cümlelerdeki fiillerin azamet zamirine isnadı tazim ifade eder.

جَنَّاتٍ - اَعْنَابٍ - نَخ۪يلٍ  kelimelerindeki tenvin kesret, nev ve tazim ifade eder. Bu kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Cenab-ı Hak diğer meyveleri değil de, burada özellikle hurma ve üzümü zikretmiştir. Çünkü meyvelerin en lezzetlileri, tatlı olanlarıdır. Bu tatlılık ise hurmada daha fazladır. Bir de hurma ve üzüm hem katık hem meyve sayılırlar. Diğerleri ise böyle değildir. Bir üçüncü sebep de, bunların faydaları daha çoktur. Çünkü bunlar, uzak yerlere (bozulmadan) taşınabilirler. (Fahreddin er-Râzî)

Tefsîrü'l Kebîr'de şöyle yazılıdır: Allah Teâlâ, meyvelerden bahsederken hurmayı ağacı ile, üzümü ise meyvesiyle zikretmiş, تمر  yerine  نحل  , كرم  yerine  عنب  demiştir. Çünkü üzümün çubuğu, üzüme nisbetle önemsizdir ve faydası da azdır. Hurma ağacı ise meyvesine nispetle önemlidir, çok kıymetlidir ve verimlidir. Çünkü çoğu kablar ondan oyularak yapılır, kabuğundan yararlanılır. Bu yönüyle, tıpkı hayvanlara benzer. Dolayısıyla Cenab-ı Hak, hurmanın en önemli şeyini zikretmiştir.  (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)

Keşşâf'ta şöyle yazılıdır: Bu ayetteki zamirin Allah'a ait olduğu söylenmiştir. Mana Allah'ın yarattığı meyvelerden yemeleri için, şeklindedir. Elleriyle yaptıkları şeylerden kasıt bunları dikmek, sulamak, aşılamak gibi; meyveler olgunlaşıp yenecek hale gelinceye kadar yaptıkları işlerdir. Yani aslında meyvenin oluşması Allah'ın fiili ve yaratmasıdır ama Âdemoğlunun çalışmasının etkileri vardır. Ayetin aslı  من ثمرنا  (Meyvelerimizden) şeklindedir. Öncesindeki  وجعلنا، وفجّربنا  gibi fiilere uygun gelmesi gerekirken, kelam iltifat yoluyla mütekellimden gaibe geçmiştir.  نخيل  kelimesine de ait olabilir.  اعناب  kelimesine ait olmaz, çünkü üzüm zaten meyvedir. Üzümün meyvesi denmez ama diğeri hurma ağacını ifade eder, dolayısıyla onun meyvesi denir.

Bu meyvelerin, zikredilen bahçelerin meyvesi olması da caizdir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.175,176)

Cenab-ı Hakk'ın "İçlerinden nice pınarlar fışkırttık" ifadesi, büyük bir delili anlatmaktadır. Çünkü örfen, yerin altında olan şeyler yukarı çıkmazlar. Ama birtakım kaynakların ve gözelerin, yüksek yerlerden dışarı fışkırdığını görmekteyiz ki bu, Cenab-ı Hakk'ın her şeye kadir oluşunun ve hür irade sahibi oluşunun bir delilidir. Bu işin tabiat gereği olduğunu söyleyenler ise şöyle demektedirler: Dağlar, adeta yapılmış birer kubbe gibidirler. Yer altındaki buharlar ise, tıpkı hamamın tavanına yükselir gibi, içten dağlara doğru yükselirler. Orada damlacıklar haline gelip, birleşirler. Eğer bunlar, kuvvetli (tazyikli) değilseler, tıpkı kuyularda olduğu gibi, durgun sular haline gelip, yeraltı kanallarında dolaşırlar. Eğer kuvvetli iseler, yeri delip çıkarlar ve bunlardan akarsular meydana getir. Bunlar da birleşerek büyük nehirleri meydana getirirler. Yağmur ve kar suları bunları besler. Şimdi diyoruz ki; Cenab-ı Hakk'ın, bir kısım kaynakları dağ başlarından çıkarışı, O'nun hür irade sahibi oluşunun açık bir delilidir.  (Fahreddin er-Râzî)

 
Yâsin Sûresi 35. Ayet

لِيَأْكُلُوا مِنْ ثَمَرِه۪ۙ وَمَا عَمِلَتْهُ اَيْد۪يهِمْۜ اَفَلَا يَشْكُرُونَ  ...


 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 لِيَأْكُلُوا yemeleri için ا ك ل
2 مِنْ -nden
3 ثَمَرِهِ onun ürünü- ث م ر
4 وَمَا ve
5 عَمِلَتْهُ emeğinden ع م ل
6 أَيْدِيهِمْ ellerinin ي د ي
7 أَفَلَا
8 يَشْكُرُونَ hala şükretmiyorlar mı? ش ك ر

لِيَأْكُلُوا مِنْ ثَمَرِه۪ۙ وَمَا عَمِلَتْهُ اَيْد۪يهِمْۜ اَفَلَا يَشْكُرُونَ

 

لِ  harfi,  يَأْكُلُوا  fiilini gizli  اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.  اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  لِ  harf-i ceriyle birlikte  جَعَلْنَا  fiiline mütealliktir.  

يَأْكُلُوا  fiil  نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.  مِنْ ثَمَرِه  car mecruru  يَأْكُلُوا  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  مَا  müşterek ism-i mevsûl  ثَمَرِه ‘ye matuf olup mahallen mecrurudur. İsm-i mevsûlun sılası  عَمِلَتْهُ اَيْد۪يهِمْ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.  

عَمِلَتْهُ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  تْ  te’nis alametidir. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  اَيْد۪يهِمْ  kelimesi fail olup  ى  üzere mukadder damme ile merfûdur. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

Hemze istifham harfidir.  فَ  atıf harfi olup mukadder istînâfiyyeye matuftur. Takdiri,  أيجحدون النعم فلا يشكرون (Nimeti inkâr ediyor ve şükretmiyorlar mı?) şeklindedir.

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يُؤْمِنُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan  و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. 

يُؤْمِنُونَ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  أمن ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.

لِيَأْكُلُوا مِنْ ثَمَرِه۪ۙ وَمَا عَمِلَتْهُ اَيْد۪يهِمْۜ 

 

Lâm-ı ta’lil,  لِيَأْكُلُوا مِنْ ثَمَرِه۪ۙ وَمَا عَمِلَتْهُ اَيْد۪يهِمْۜ  cümlesini, gizli  أَنْ ’le manasını sebep bildiren masdara çevirmiştir.  أَنْ ve masdar-ı müevvel  لِ  harfiyle birlikte önceki ayetteki  جَعَلْنَا  fiiline mütealliktir.

مَا  ism-i mevsûlu, cer mahallinde  مِنْ ثَمَرِه۪ۙ ’ne matuftur. Sılası olan  عَمِلَتْهُ , müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.

Burada mef’ûlun hazfi umum ifadesi için olması mümkündür.  وما عَمِلَتْ أيْدِيهِمْ شَيْئًا مِن ذَلِكَ şeklinde takdir edilebilir. Böyle hazifler yaygındır. (Âşûr) 

Hububat için  فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ  [ondan yerler,] meyveler için  لِيَأْكُلُوا مِنْ ثَمَرِه۪ۙ [meyvesinden yemeleri için] buyurularak ta'lîl lâmı gelmiştir. İnsanlar devamlı olarak hububat yerler ama meyveler böyle değildir, devamlı olarak yenmez. Ayrıca insanların çoğu her zaman meyve yiyecek zenginliğe sahip değildir. Devamlı yedikleriyle yemedikleri arasında fark vardır. Ayette göze çarpan başka bir şey de, yemek fiilinin hububatın zikrinden sonra gelirken, meyvelerin zikrinden önce gelmesidir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 170) 

Tane (tahıl), azıktır. Tanenin varlığı, yağmur suları sayesinde olur. Bundan ötürü, ağaç ve yeşillik namına hiçbir şeyin olmadığı yerlerde, yağmur sularına güvenilerek, çiftçilik yapılır. Bu da Allah'ın lütfudur. Çünkü Allahü teâlâ, insanın muhtaç olduğu şeyleri daha fazla yaratmıştır. Meyveler ise, ancak nehir suları ile büyürler. Ağaçlar da meyvelerini, ancak nehir suları bulunursa, verebilirler. Bundan ötürü Cenab-ı Hak, "Mahsulünden yemeleri için..." ifadesini sonra getirmiştir. (Fahreddin er-Râzî)

Bu  مَا  harfinin nafiye olması da mümkündür, çünkü onu insanlar elleriyle yapmazlar, buna güçleri yetmez, meyvelerin oluşması ancak Allah'ın yaratmasıyladır. 

Tefsîrü'l Kebîr'de ise şunlar söylenmiştir: Bu ifadedeki  مَا  edatı ne çeşit bir  مَا’ dır? Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) Bu, nafiyedir (olumsuzluk bildirir). Buna göre sanki Allah Teâlâ “Bu fışkırtma işini onların elleri yapmadı, aksine Allah yaptı" demiştir.

b) Bu, ellezi “ki o” manasına, ism-i mevsuldür. Buna göre Allah Teâlâ sanki, “Onlar bu fışkırma işinden sonra, elleriyle yaptıkları, ağaç dikmenin neticesinden ve gayret göstermeden, Allah’ın bitirmiş olduğu (yabani) meyvelerden yerler" buyurmuştur ve böylece insanların elleriyle yaptıkları şeyi, insanların hiçbir katkısı olmayan, Allah tarafından direkt bitirilmiş şeylere atfetmiştir.

c) Bu, ayeti zamirsiz olarak,  وما عملت  şeklinde okuyanlara göre, masdariyye olup, “Onlar Allah’ın ve ellerinin yaptığı şeylerden, yani onların dikip, Allah’ın bitirdiği ve meyvesini yarattığı şeylerden yemeleri için” demektir. Bu durumda insanlar, hem elleriyle yaptıklarının hem de Allah’ın yarattıklarının neticesi olan şeylerden yerler. Ayeti zamirli okuyanların kıraatine göre, bu izah yapılamaz.  (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.175,176, Fahreddin er-Râzî, Âşûr)


 اَفَلَا يَشْكُرُونَ

 

Ayetin fasılası, takdiri …أيجحدون النعم  (Nimetleri inkâr mı ediyorlar?) olan, mukadder istînâfa matuftur. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Menfî muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Hemze, inkâri istifham harfidir.

Cümle istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen inkâr, taaccüp ve tevbih manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. İstifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.

Bilinen nefy üslubu yerine istifhamın tercih edilmesinin sebebi; istifhamda muhatabın aklını uyarmak, harekete geçirmek ve düşünmeye teşvik manası olmasıdır.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi, Fahreddin er-Râzî, Âşûr)

Ayetin bu son cümlesi, bir çok ayette tekrarlanmıştır. Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.

Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf/28, c. 7, S. 314)

Bu mana soru şeklinde gelmiş, emredilerek  فليشكروا لي  buyurulmamıştır. Çünkü bu nimetler [Rablerine şükretmelerini gerektirmez mi] diye kendilerine sorulmak istenmiştir.

Bu üslup; şükretmeyip inkâr edenler karşısında şükür talebini arz eder. Ayrıca nimetleri veren zata şükretmemenin ne kadar çirkin olduğunu açıklar.  فَ  harfi sebep ifade eder. Çünkü yukarıda zikredilen nimetler şükrü gerektirir. Aslında her nimet şükür sebebidir.

Rûhu'l Meânî'de şöyle yazılıdır: Bu ibare, tevhid ve ibadetle ilgili olarak sayılan nimetleri veren zata şükretmemenin çirkinliğini ifade eder.  فَ  harfi makamın gerektirdiği mukadder bir lafza atıf içindir. Şöyle takdir edilebilir: أيريدون هذه النعم أو أيتنعمون بها فلا يشكرون المنعم بها (Bu nimetleri istiyorlar veya bunlarla nimetlenmek istiyorlar da bu nimetleri verene şükretmiyorlar mı?)

فَلَوْلَا تَشْكُرُونَ  [O halde şükretmeli değil misiniz?] (Vâkıa/70) ayetinde benzeri mana teşvik harfiyle gelmiş, bu da kuvvet ifade etmiş; burada ise daha ziyade nefisleri nimet veren zata şükür için harekete geçirecek bir üslup tercih edilmiştir. Aradaki fark nedir?

Yâ-Sîn sûresindeki siyak; nimetleri saymak, ayetleri zikretmek, rahmet manzaralarını ve delillerini göstermekle alakalıdır. Vâkıa sûresinde ise makam; uyarı, ceza ile tehdit ve nimetlerin yok olması ile alakalıdır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.177)

'Yine de şükretmeyecekler mi?" cümlesi, onların, sayılan nimetlere şükretmemelerini reddetmek ve çirkin saymak anlamındadır. Yani onlar bu nimetleri görüyorlar, yahut onlardan faydalanıyorlar da, niçin onlara şükretmiyorlar? (Ebüssuûd)

 
Yâsin Sûresi 36. Ayet

سُبْحَانَ الَّذ۪ي خَلَقَ الْاَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنْبِتُ الْاَرْضُ وَمِنْ اَنْفُسِهِمْ وَمِمَّا لَا يَعْلَمُونَ  ...


Yerin bitirdiği şeylerden, insanların kendilerinden ve (daha) bilemedikleri (nice) şeylerden, bütün çiftleri yaratanın şanı yücedir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 سُبْحَانَ ne yücedir س ب ح
2 الَّذِي O (Allah) ki
3 خَلَقَ yaratmıştır خ ل ق
4 الْأَزْوَاجَ çiftleri ز و ج
5 كُلَّهَا bütün ك ل ل
6 مِمَّا
7 تُنْبِتُ bitirdiklerinden ن ب ت
8 الْأَرْضُ toprağın ا ر ض
9 وَمِنْ ve
10 أَنْفُسِهِمْ kendilerinden ن ف س
11 وَمِمَّا ve nice şeylerden
12 لَا
13 يَعْلَمُونَ bilmedikleri ع ل م

سُبْحَانَ الَّذ۪ي خَلَقَ الْاَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنْبِتُ الْاَرْضُ وَمِنْ اَنْفُسِهِمْ وَمِمَّا لَا يَعْلَمُونَ

 

سُبْحَانَ  mahzuf fiilin mef’ûlu mutlakıdır. Takdiri,  نسبّح (tesbih ederiz.) şeklindedir.Müfred müzekker has ism-i mevsûl  الَّـذ۪ٓي , muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası  خَلَقَ الْاَزْوَاجَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.

خَلَقَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  الْاَزْوَاجَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  

كُلَّهَا  kelimesi  الْاَزْوَاجَ  için manevi tekiddir. Fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

مَا  müşterek ism-i mevsûl  مِنْ  harf-i ceriyle birlikte  الْاَزْوَاجَ ‘nin mahzuf haline mütealliktir.  İsm-i mevsûlun sılası  تُنْبِتُ الْاَرْضُ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.

تُنْبِتُ  merfû muzari fiildir. الْاَرْضُ  fail olup lafzen merfûdur. 

وَ  atıf harfidir.  Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

مِنْ اَنْفُسِهِمْ  cümlesi  atıf harfi  وَ ‘la  مِمَّا تُنْبِتُ الْاَرْضُ  cümlesine matuftur.

مَا  müşterek ism-i mevsûl  مِنْ  harf-i ceriyle birlikte  الْاَزْوَاجَ ‘ye mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası  لَا يَعْلَمُونَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur. 

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يَعْلَمُونَ  fiili  نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.

سُبْحَانَ الَّذ۪ي خَلَقَ الْاَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنْبِتُ الْاَرْضُ وَمِنْ اَنْفُسِهِمْ وَمِمَّا لَا يَعْلَمُونَ

 

İtiraziyye olarak fasılla gelmiştir. Dua maksadıyla yapılmış ıtnâbdır. İtiraz cümleleri ıtnâb babındandır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.  سُبْحَانَ  ifadesi, takdiri  نسبّح  olan fiilin mef’ûlü mutlakıdır.

Bu takdire göre mahzufla birlikte cümle, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber, talebî kelamdır. 

Muzâfun ileyh konumundaki has ism-i mevsûl  الَّـذ۪ٓي ’nin sılası olan …خَلَقَ الْاَزْوَاجَ كُلَّهَا , mazi fiil sıygasında gelerek temekkün ve istikrar ifade etmiştir. 

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, s. 107)

كُلَّهَا  izafeti, الْاَزْوَاجَ  için manevi tekittir.

Mecrur mahaldeki  مَا  müşterek ism-i mevsûlu, harf-i cerle birlikte  الْاَزْوَاجَ ‘nin mahzuf haline mütealliktir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan sıla cümlesi olan  تُنْبِتُ الْاَرْضُ وَمِنْ اَنْفُسِهِمْ , tecessüm ve teceddüt ifade eder.

Cümledeki ikinci müşterek ism-i mevsûl  مَا , cer mahallinde ilk mevsûle matuftur. Sılası olan  لَا يَعْلَمُونَ  cümlesi , menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam formunda gelmesi, cümleye hudûs ve teceddüt anlamları katmıştır. Ayrıca muzari fiilde muhatabın muhayyilesini (hayal gücünü) harekete geçirerek dikkatini artıran tecessüm özelliği vardır.

Eşler; yerin bitirdikleri, insanın eşi ve bilmedikleri şeyler şeklinde sayılmıştır. Taksim sanatıdır.

الْاَزْوَاجَ : "Zevc"in çoğuludur. Zevc, çift ve eş demektir ki, Ragıb'ın açıkladığı gibi, iki yakının her birine de ve bir diğerine benzer veya zıt olarak ilgili bulunan her şeye de denir. Bu itibarla dünyadaki şeylerin hepsi, bir zıddı veya benzeri yahut da herhangi bir bileşiği ve karşıtı bulunması yönüyle çifttirler. Mesela cisim ve ruh, madde ve kuvvet, cevher ve araz, iç ve dış, yer ve gök, karanlık ve aydınlık, dünya ve ahiret gibi ki elektrik bile artı ve eksi diye ikiye ayrılıyor. O halde "Çiftleri yarattı" demek, "bütün çeşit ve sınıflarıyla âlemi yarattı" demeye eşittir. Ancak burada asıl sevk, bütün âlemin yaratılışını anlatmak değil, bir ortak ve benzeri bulunan bütün eşlerin, bütün çiftlerin yaratılmış olduğunu ve dolayısıyla yaratılmışın yaratıcıya eş olamayacağını anlatatarak yaratıcının böyle şeylerden tenzih edilmiş olduğunu ve birliğini ispat etmektir. Bundan başka  الْاَزْوَاجَ (çiftler) denmesinde diğer bir nükte daha vardır ki, insan hayatı için önceki nimetlerden daha fazla önem taşıyan evlenme nimetinin yaratılmasına işaretle şükre yöneltmeyi ifade eder. Nitekim çiftler şöyle açıklanıyor: O çiftleri ki yerin bitirdiklerinden, önceki ayette anlatılan ve anlatılmayan bitki ve ağaç çeşitleri, ve kendi nefislerinden, erkek ve dişi ve daha bilemeyecekleri şeylerden ki ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ne de bir insanın hatırına gelmiştir. (Elmalılı)

مِمَّا ’larda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr  sanatları vardır.

مِنْ اَنْفُسِهِمْ  ifadesindeki  مِنْ  harfinde tecrîd sanatı vardır. 

Bu ayette üç yerde  مِنْ  kullanılmıştır ve beyaniyyedir. (Âşûr)

Allah Teâlâ, bütün mahlukatı içine alan, şu üç şeyden bahsetmiştir:

1) "Yerin bitirmekte olduğu şeyler..." Buna, bitkiler ve meyveler gibi, açıkça görülen şeyler girer.

2) "(İnsanların) kendi nefislerinden..." ifadesi. Buna da, "enfüsî" deliller girer.

3) "Bilemeyecekleri nice şeyler..." ifadesine de, göğün her yerinde olanlar ile, yeryüzünün en ücra köşelerinde bulunan şeyler girer, işte bu Allah Teâlâ'nın bütün bunları, tahsîs için zik retmediğinin delilidir. Çünkü bunun da delili, ehlî hayvanlar ile madenler de Allah'ın yarattıklarından olmasına rağmen, bunları burada zikretmeyişidir. Cenâb-ı Hak bütün bu şeyleri, umumi manayı tekid için getirmiştir. (Fahreddin er-Râzî)

Anılan nimetlerden nebatat, insan, hayvan ve her türlü yaratılmış için önemli olduğundan tahsis edilmiştir. Ve ba’se benzetildiği için bu makamda önemine binaen önce zikredilmiştir. (Âşûr)

Bu kelamda, Allah, onların, anılan nimetlere şükretmemelerinden tenzih edilmekte, burada zikredilen O'nun kudretinin harika eserleri, hikmetinin sırları ve şükrü gerektiren, ibadetin kendisine tahsis edilmesini icap ettiren büyük nimetleri tazim edilmekte ve buna rağmen, onların bu şükrü ve ibadeti ihlal etmelerinden taaccüp ettirilmektedir.

Yani Allah'ı, itikat ve amel olarak kendisine yakışmayan şeylerden, özel bir tenzih ve şanına layık bir takdis ile takdis ederim. (Ebüssuûd)

İnsanların bilmedikleri çiftlerin, bildirilmemiş olmaları, bunların tafsili olarak bilinmelerinde dinî ve dünyevî maslahatlar bulunmadığından dolayıdır. Onun için Allah, bunları ancak icmali olarak bildirmiştir. Nitekim diğer bir ayette de şöyle denilmektedir: ["... ve Allah, sizin bilmediklerinizi yaratır."] (Nahl: 8) zira Allah'ın üstün kudreti ile mülk ve saltanatının genişliğine vakıf olmaları, bunların icmali olarak bilinmesine bağlıdır. (Ebüssuûd, Âşûr)

Ayetteki  مِمَّا لَا يَعْلَمُونَ  "bilemeyecekleri nice şeyler" ifadesinde, şöyle ince bir mana vardır: Allah Teâlâ, kendisinin ortaktan münezzeh tutulması için, her şeyin Allah tarafından yaratıldığını söylemiştir. Çünkü yaratılan yaratana eş-ortak olamaz. Fakat hakiki tevhid, kişinin ancak Allah'tan başka ilâh olmadığını kabulü ile gerçekleşir. Bu cümleden olarak Cenab-ı Hak sanki, "Bildiklerinizde ve bilmediklerinizde, onları Allah'a ortak koşmanıza manî şeyleri bilin. Çünkü yaratma geneldir, ortaklığa mani olan şey de yaratma sıfatıdır. Binâenaleyh Allah'a bildiğiniz şeylerden hiçbirini ortak koşmayınız. Çünkü sizler o şeylerin mahlûk olduğunu biliyorsunuz. Yine bilmediğiniz şeyleri de ortak koşmayın. Çünkü her şey mümkin varlık olduğu için Allah'a göre mahlukturlar. (Fahreddin er-Râzî)

 
Yâsin Sûresi 37. Ayet

وَاٰيَةٌ لَهُمُ الَّيْلُۚ نَسْلَخُ مِنْهُ النَّهَارَ فَاِذَا هُمْ مُظْلِمُونَۙ  ...


Gece de onlar için bir delildir. Gündüzü ondan çıkarırız, bir de bakarsın karanlık içinde kalmışlardır.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَايَةٌ ve bir ayettir ا ي ي
2 لَهُمُ onlar için
3 اللَّيْلُ gece ل ي ل
4 نَسْلَخُ soyup alırız س ل خ
5 مِنْهُ ondan
6 النَّهَارَ gündüzü ن ه ر
7 فَإِذَا birden
8 هُمْ onlar
9 مُظْلِمُونَ karanlıkta kalıverirler ظ ل م

Gündüzün geceden çekilip alınması ile ilgili olarak âyette kullanılan fiil hem “deriyi yüzmek” veya “kabuğu soymak” hem de “çıkarmak” anlamlarına gelmektedir. Müfessirlerin çoğunluğu âyetin devamında “Karanlık içinde kalıverirler” cümlesinin yer aldığını göz önüne alarak bu olayın ürkütücü ve mahrumiyette bırakma etkisine dikkat çekildiği yorumunu yapmışlar; bazıları ise bu ifadeyle insanlara sağlanan aydınlık nimetine ve daha geniş bir bakışla yüce Allah’ın ölülere hayat verme kudretine işaret edildiğini belirtmişlerdir (Zemahşerî, III, 286; Elmalılı, VI, 4028-4029). Taberî bu ifadenin gecenin gündüze ve gündüzün geceye katılması hakkındaki âyete (bk. Âl-i İmrân 3/27) göre yorumlanmasını uygun bulmaz (XXIII, 5, 36). Âyetin bu kısmı için şöyle bir açıklama uygun olabilir: Gezegenimizde asıl olan karanlık olup dönme sebebiyle dünyanın güneşe bakan yüzü o konumunu değiştirince gündüz çekilip alınmış olmakta, asıl olan karanlık devam etmektedir (36. âyette makro planda mekân deliliyle, burada da makro planda zaman deliliyle istidlâl edildiğine dair felsefî ve kelâmî bazı izahlar için bk. Râzî, XXVI, 69-70).

 Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 489

وَاٰيَةٌ لَهُمُ الَّيْلُۚ 

 

İsim cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  اٰيَةٌ  mukaddem haberi olup lafzen merfûdur. 

لَهُمُ  car mecruru  الَّيْلُ ‘nun mahzuf sıfatına mütealliktir.  الَّيْلُ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. 


 نَسْلَخُ مِنْهُ النَّهَارَ فَاِذَا هُمْ مُظْلِمُونَۙ

 

Fiil cümlesidir.  نَسْلَخُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  نحن ‘dur.

مِنْهُ  car mecruru  نَسْلَخُ  fiiline mütealliktir. النَّهَارَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

فَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder.  فَ  ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

اِذَا  mufacee harfidir.  اِذَا , isim cümlesinin önüne geldiğinde “birdenbire, ansızın” manasında mufacee harfi olur.  

Munfasıl zamir  هُمْ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  مُظْلِمُونَ  mübtedanin haberi olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar. 

مُظْلِمُونَ  kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَاٰيَةٌ لَهُمُ الَّيْلُۚ 

 

وَ , istînâfiyyedir. Ayetin ilk cümlesi, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır.  اٰيَةٌ  mukaddem haber,  الَّيْلُۚ  muahhar mübtedadır. 

لَهُمُ  car mecruru, اٰيَةٌ ’un mahzuf sıfatına mütealliktir.

İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir.  İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

İstînâfiyye  وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)


 نَسْلَخُ مِنْهُ النَّهَارَ فَاِذَا هُمْ مُظْلِمُونَۙ

 

Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.

Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  مِنْهُ , ihtimam için mef’ûl olan  النَّهَارَ ’ye takdim edilmiştir.

Fiilin azamet zamirine isnadı, tazim ifade eder.

فَاِذَا هُمْ مُظْلِمُونَۙ  cümlesi, makabline matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında zaman bakımından ve manen mutabakat mevcuttur.  

Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır

اِذَا ; müfacee harfidir. Aniden olan beklenmedik durumları ifade eder. Özellikle  فَ  ile birlikte kullanıldığı zaman cümleye, “ansızın, bir de bakarsın ki hayret verici bir durum” anlamları katar.

مُظْلِمُونَۙ , ism-i fail vezninde gelmiştir. İsim cümlesinde yer alan ism-i fail, çoğunlukla sübût ve süreklilik anlamı ifade eder.

İsim cümlesi, fiil cümlesine atfedilmiştir. Aslolan, aynı üsluptaki cümlelerin birbirine atfıdır. İsim cümlesinin anlamında sabitlik ve devamlılık, fiil cümlesinin anlamında ise yenilenme ve tekrarlanma vardır.

Şayet hem devamlılık hem fiilin tekrarı ve yenilenmesi kastediliyorsa, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilebilir. Bunun aksi de mümkündür. Meselâ, fiil cümlesinden fiilin zaman zaman yenilendiğini, isim cümlesinden ise başlayıp halen devam ettiği kast ediliyorsa aralarında atıf yapılabilir. (Rıfat Resul Sevinç Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı Ekev Akademi Dergisi Yıl: 21 Sayı: 69 (Kış 2017))

لَّيْلُ  -  النَّهَارَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

مُظْلِمُونَۙ - النَّهَارَ  kelimeleri arasında tıbâk-ı hafiy sanatı vardır.

Bu cümlede istiâre-i tasrîhiyye vardır. Yüce Al­lah, gündüzün aydınlığını gidermeyi ve gece karanlığının ortaya çıkma­sını, koyundan deriyi yüzmeye benzetti.  سلح  kelimesini, gidermek ve çı­karmak manasına gelen  إزالة  ve  إخراج  yerinde müsteâr olarak kullandı. Bundan  نَسْلَخُ  fiilini türetip, istiâre-i tasrîhiyye yoluyla geceden gündüzü çıkarırız manasında kullandı. Bu, belîğ istiarelerdendir. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)

Burada Kur'ân; asıl ve bütün olan geceyi bir hayvana; gündüzü de onu kaplayan deriye benzetmektedir. Gündüz yüzülünce gece ortaya çıkar. Böylece gündüz örtü ve kılıf, gece ise asıl olmaktadır. (İzzet Marangozoğlu, Fâdıl Sâlih Es-Sâmerrâî’nin Beyânî Tefsir Anlayışı)

Bu ayeti tevşiḥ sanatına örnek gösteren İbn Ebi’l-İṣba‘ (ö.654/1256) bu sureyi ezberleyen kişinin ayetin baş kısmındaki gündüzün geceden sıyrılıp alınmasını okuduğunda fasılanın ayete ve sureye uyumlu olarak  مُظْلِمُونَۙ  şeklinde geleceğini bilebileceğini ifade etmiştir.  (Hasan Uçar, Kur’ân-ı Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi) 

Ayetlerde latif bir mecaz ve eşsiz bir istiare olduğu nasıl anlaşılır? Bunun için iyi bir lügat bilgisi lazımdır. Mesela  صراط  kelimesini Araplar ‘yol manasında kullanırken Kur’ân din manasında kullanmıştır. Sad  صد  (çatlatmak) kelimesi sert bir şeyin kırılması için vaz edildiği halde Kur’ân bunu açıktan tebliğ için kullanmıştır. Tuğyân  طغيان  kelimesi insanın haddini aşması manasında vaz edilmişken Kur’an bu kelimeyi suyun yükselmesi  manasında kullanmıştır.  موج  kelimesi suyun dalgalanması, hareket etmesi manasında vaz edilmişken Kur’an Ye’cüc ve Me'cüc'ün hareketi için kullanmıştır.  سلح  fiili hayvan derisinin soyulması manasında vaz edilmişken Kur’an gece-gündüz hakkında kullanmıştır. Ancak bunlar bilindiği takdîrde mecaz anlaşılır ve zevk alınır. 

Müsteâr ve müstearun minh kesilen hayvanın etini izhar için derisinin soyulmasıdır. Müstearun leh (benzeyen) gecenin içinden gündüzün ortaya çıkmasıdır. Câmi’; bir şeyin, diğer bir şeyin sonucu olması, yani mutlak terettübtür. Karîne ise ayetin devamıdır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

Tefsîrü'l Kebîr'de şöyle yazılıdır: Allah Teâlâ külli bir mekan olan yeryüzünün hallerini delil olarak getirince, külli bir zaman dilimi olan gece ve gündüzü de delil getirmiştir. Çünkü hem mekanın, hem zamanın delil olması uygundur. Zira cevherler mutlaka bir mekana, arazlar da zamana muhtaçtır. Her araz ancak bir zaman içindedir.

نسلخ  fiili Allah'ın zatına isnat edilmiş,  ينسلخ   şeklinde gelmemiş, böylece bunun, Allah'ın fiili ve kudreti olduğuna delalet edilmiştir. Yani Allah'ın kudreti, bir failin etkisi olmaksızın kendi başına gerçekleşmez. Böylece Allah'ın birliğinin ve kudretinin delili olur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.179, Âşûr

فَإِذَا هُم مُّظْلِمُونَ (Bir de bakarlar ki karanlığa girmişlerdir onlar) cümlesi,  فأذا الأرض مظلمة (Birden arz karanlığa girer) şeklinde gelmemiştir. Halbuki ayet bu şekilde de gelse gündüzün gitmesi ile, arz ile birlikte üzerinde yaşayan insanlar da karanlığa girerdi ve bu yine onlar için bir delil olurdu. Böylece içinde bulundukları ışık ve karanlık nimeti açıklanmış olurdu. Bu iki nimet birbirini takip ederek gelir ve bunlardan biri, kıyamete kadar devamlı olmaz. Ayette bulunan müfâcee harfi  إِذَا , bu değişikliğin süratle olduğuna delalet eder.(Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.182)

Onlara bir delil de gecedir. Mekânda tecelli eden (görülen) ilâhî kudreti hatırlattıktan sonra, bununla da zamanda tecelli eden ilâhî kudrete işaret buyuruluyor. Şöyle ki: Ondan gündüzü yüzeriz. "Selh kelimesi, biri diğerinin lazımı iki mana ile kullanılır saymak çıkarmak: denilir ki, "koyundan deriyi yüzdüm, soydum, giderdim" demek olur. Diğerinde ise "Koyunu deriden soydum" denilir ki, açtım, meydana çıkardım demek olur. Türkçe'de de "elmayı soydum" yahut "elmanın kabuğunu soydum" dediğimize göre, biz de "soymak" kelimesinde bu iki şekli, farklı farksız kullanıyoruz demektir. Burada her iki mana ile de tefsir edilmiştir ki, ikisi de doğrudur. Birincisine göre geceden gündüzün yüzülmesi, bir kurbanın derisi yüzülüyormuş gibi çevreden ışığın sıyrılıp sönmesiyle, asıl yokluğu hatırlatan karanlığın ortaya çıkışı, yani akşam olma hadisesi demek olur ki, "derken bir de bakarlar ki, onlar karanlığa dalmışlardır" sözünde takib ve müfâcee (hemen arkasından ve birden bire oluş) bu manada açık olduğundan tefsircilerin çoğu bu yönü tercih etmişlerdir. Bu şekilde gece yalnız bir korkutma delili olarak hatırlatılmış oluyor. İkinci manaya göre ise geceden gündüzün yüzülmesi, karanlık içinden aydınlığın çıkarılması, yani sabah olma hadisesi olmuş oluyor ki, bunda ölülere hayat vermekten örnek olan bir müjde neşesi vardır. Nitekim "geceler gebedir" denilir. Buna göre "Bir de bakarlar ki onlar karanlığa dalmışlardır." ifadesi, yine aynı günün sonunun geceye varacağını göstermiş olur. (Elmalılı)

 
Yâsin Sûresi 38. Ayet

وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ  ...


Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiri (düzenlemesi)dir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَالشَّمْسُ ve güneş ش م س
2 تَجْرِي akıp gider ج ر ي
3 لِمُسْتَقَرٍّ karar bulacağı yere ق ر ر
4 لَهَا kendinin
5 ذَٰلِكَ bu
6 تَقْدِيرُ takdiridir ق د ر
7 الْعَزِيزِ üstün olanın ع ز ز
8 الْعَلِيمِ ve bilenin ع ل م

وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ 

 


وَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

الشَّمْسُ  mübteda olup lafzen merfûdur. تَجْر۪ي  fiil cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.

تَجْر۪ي  fiili  ى  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هى'dir. لِمُسْتَقَرٍّ  car mecruru تَجْر۪ي  fiiline mütealliktir.  لَهَا  car mecruru mahzuf sıfata mütealliktir. 


 ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ

 

İsim cümlesidir. İşaret ismi  ذٰلِكَ , mübteda olarak mahallen merfûdur.  ل  harfi buud yani uzaklık belirten harf,  ك  ise muhatap zamiridir.

تَقْد۪يرُ  mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. الْعَز۪يزِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.  الْعَل۪يمِۜ  sıfat olup kesra ile mecrurdur. 

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat

Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar  2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 الْعَز۪يزِ - الْعَل۪يمِۜ  kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ 

 

Ayet öncesine matuftur. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. الشَّمْسُ  mübteda,  تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ  cümlesi haberdir.

İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

Ayetin başındaki وَ  harfinin atıf harfi olması ve güneşi aya atfetmesi muhtemeldir. Böylece bütün matuflar ayet olur. Ayet kelimesi tekrarlanarak  وآية لهم الشمس buyurulmamıştır. Çünkü zikredilen her şeyin, yani gecenin, gündüzün, güneşin ve ayın hepsinin ayet olduğu kastedilmiştir. Güneş kelimesi mübteda, arkadan gelenler de haber olabilir ve cümle öncesine matuf olur.

مُسْتَقَرٍّ’ daki sin ve te harfleri tekid ifade eder. (Âşûr) 

لمستقر لها  ibaresi, ister zaman, ister mekan bakımından olsun, son bulacağı bir sınır olduğunu ifade eder. مُسْتَقَرٍّ  kelimesiyle zaman veya mekan kastedilir. İki mana da kastedilmiştir çünkü güneş bir yörüngede devrinin son bulacağı bir yere doğru gider. Ya da her gün doğulardan ve batılardan takdir edilen son mahalli için akar. Onun doğuda ve batıda yılda 360 devri vardır. Sonra gelecek seneye oralara dönmez. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.183, Âşûr) 

Bu ayeti açıklarken Râzî’nin tefsirinde güneş için ayrıntılı bir şekilde mekanlar ve zamanlar zikredilmiş olup bilimsel bir hakikate aykırı olmadığı sürece bunların tümünün kastedilmiş olabileceğini belirtmektedir. (İzzet Marangozoğlu, Fâdıl Sâlih Es-Sâmerrâî’nin Beyânî Tefsir Anlayışı)

Güneş de bir ayettir. Yani gece ve gündüzün sebebi gibi görünen güneş de Allah'ın kudretine bir delildir. Kendisi için takdir edilen bir müstekar için cereyan ediyor (akıp gidiyor). Güneşin bu akışının yalnız mekanda hareketi diye anlamamalı, mekan ve zamanla ilgili bütün eserleri ve durumlarıyla varlık âleminde sürüp gitmesi manasına anlamalıdır. Mesela ışık ve ısı yayması da onun bir cereyanı (akışı)dır.

مُسْتَقَرٍّ : Mimli masdar, ism-i zaman, ism-i mekan olabildiğii için bu ifade birçok manalara uygundur.

Birincisi: Güneş kendisi için takdir ve tahsis edilmiş ve istikrar sebebiyle, yani sabit bir karar, düzenli bir kanun ile cereyan eder. Hesapsız, başıboş, kör bir tesadüf ile değil.

İkincisi: Bir istikrar için, yani kendi âleminde bir karar ve ölçü meydana getirmek hikmet ve gayesiyle yahut sonunda bir sükunete erip durmak için cereyan ediyor (akıp gidiyor).

Üçüncüsü: İsmi zaman olduğuna göre kendine mahsus bir istikrar zamanı için, yani duracağı bir vakte, belirli bir zamana kadar cereyan eder ki, bu vakit, "Güneş toplanıp dürüldüğü zaman." (Tekvir, 81/1) ifadesindeki vakittir.

Dördüncüsü: İsm-i mekan olduğuna göre, kendine özgü bir istikrar yerine mahsus, yani yerinde sabit olarak cereyan eder, kendi ekseninde döner yahut kendisinin karargahı olan âlemin menfaatleri için cereyan eder. Bu manada vatana hizmet için bir teşvik de vardır. Nihayet birinci "ilâ" manasına olmak üzere şu mana da vardır: Kendisi için bir istikrar noktasına doğru gitmektedir. Tatbiki, birkaç şekilde açıklamaya muhtemel bulunan bu manaya göre, güneşin diğer bir merkeze doğru hareket etmekte bulunduğu da anlaşılabiliyor. Nitekim bir hadis-i şerifte de "Güneşin istikrar yeri Arş'ın altındadır." diye rivayet edilmiştir. (Elmalılı)


 ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ

 

Ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.  ذٰلِكَ  mübteda,  تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ  haberdir.

Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi, işaret edilene dikkat çekmek ve önemini vurgulamak içindir. Ayrıca tazim ve tecessüm ifade eder.

İşaret isminde istiare vardır. Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. ذٰلِكَ ile olaylara işaret edilmiştir. 

Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret edildiğinde istiare oluşur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

ذٰلِكَ  şeklindeki uzaklık ifade eden işaret isminde işaret edilen hususun derecesinin yüksekliğini ve fazilet mertebesinin yüceliğini göstermek kastı vardır.

تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ  izafeti muzâfun ve müsnedün ileyhin şanı içindir.

Haber tazim veya teşrîf ifade eden bir kelimeye muzâf olursa; müsnedün ileyhin tazimine de delalet eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Muzafun ileyh konumundaki Allah Teâlâ’ya ait iki vasfın aralarında و  olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir.

الْعَز۪يزِ,الْعَل۪يمِ  kelimelerinin arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır. Her ikisi de mübalağa kalıbındadır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.

ذٰلِكَ  ile müşarun ileyh en kâmil şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman müşârun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamdan bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, C. 5, S. 190)  

Ayetteki  ذٰلِكَ  kelimesinin, güneşin hareketine işaret olması muhtemel olup, "Bu hareket, Allah'ın takdiridir" demektir. Yine bunun, o müstekarra (karar kılma işine) işaret olması da muhtemeldir. Buna göre de, "Bu müstekar, azîz ve gâlip Allah'ın takdiridir. O, kudreti tam olduğu için gâlibtir, hükümrandır. İlmi de tamdır, yani güneşi en faydalı ve en hikmetli şekilde hareket ettirmeye kadirdir. Dolayısıyla onu bu şekilde hareket ettiriyor demektir. Bunu birkaç şekilde izah ederiz:

1) Güneş, altı ay içerisinde, her gün daha önce uğramadığı bir yerin hizasına doğru hareket eder. Eğer Cenab-ı Hak, güneşin hareketini tek bir şeyin hizasına doğru takdir etmiş olsaydı, o zaman güneşin uğrağı olan o yer yanıp kül olurdu. Diğer yerler ise, kalan kısımlara hükümran olarak (bakî olarak) kalırdı. Bundan dolayı Cenab-ı Allah, kışın rutubetlerin, ağaçların ve toprağın içinde bir araya gelmesi için güneşe bir uzaklık takdir etmiştir. Daha sonra da, bitkilerin ve meyvelerin yerden ve ağaçtan çıkarılması, olgunlaşması ve kuruması için, derece derece güneşin yere yaklaşmasını takdir etmiştir. Bundan sonra tekrar, yeryüzünün ağaçları ve bitkileri yanıp kül olmasın diye, yine derece derece uzaklaşmasını takdir etmiştir.

2) Allah Teâlâ, güneşe, insanın kuvvetleri ve görme duyusu, uykusuzluk ve yorgunluk sebebiyle âtıl (çalışamaz) hale gelmesin ve devamlı karanlık olması sebebiyle, imârı terk edilerek âlem (dünya) harab olmasın diye, hergün bir doğuş, her gece bir batış takdir etmiştir.

3) Cenab-ı Hak, o güneşin seyrini (gidişatını), ayın seyrinden daha yavaş, zuhal yıldızının hareketinden daha hızlı yapmıştır. Çünkü güneş, ışığı mükemmel olandır. Binâenaleyh eğer onun akışı yavaş olsaydı, her bir şeyin hizasında uzun müddet kalmış ve orayı yakmış olurdu. Eğer bu akışı daha hızlı olsaydı, o zaman da, bir bölgedeki meyveleri olgunlaştıracak kadar durmuş olmazdı. (Fahreddin er-Râzî)

 
Yâsin Sûresi 39. Ayet

وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَد۪يمِ  ...


Ayın dolaşımı için de konak yerleri (evreler) belirledik. Nihayet o, eğrilmiş kuru hurma dalı gibi olur.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَالْقَمَرَ ve aya ق م ر
2 قَدَّرْنَاهُ tayin ettik ق د ر
3 مَنَازِلَ konaklar ن ز ل
4 حَتَّىٰ nihayet
5 عَادَ bir hale geldi ع و د
6 كَالْعُرْجُونِ hurma sapına benzer ع ر ج ن
7 الْقَدِيمِ eski, kuru ق د م

  Qademe قدم :

  قَدَمٌ ayaktır ve çoğulu أقْدامٌ şeklinde gelir.

  قِدَمٌ sözcüğü geçmiş olanda mevcut olma; بَقاءٌ ise gelecek olanda mevcut olma anlamına gelir.

  قَدِيمٌ kelimesi kullanılırken daha çok zaman anlamı göz önünde bulundurulur.

  Tef'il formundaki تَقْدِيمٌ kullanımı bir şeyi yapmaya ihtiyaç duyulmadan ona aniden bir iş ya da insanlar gelip çatmadan önce birine bir şeyi emretmek hakkında kullanılır. (Müfredat) 

  Kuran’ı Kerim’de farklı türevleriyle 48 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)

  Türkçede kullanılan şekilleri kadim, kudemâ, kıdem, kademe, takdim, mukaddime, kudüm, mukaddem ve takaddümdür. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَد۪يمِ

 

وَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

الْقَمَرَ  mahzuf fiilin mef’ûlün bihi olup fetha ile mansubdur. Takdiri, أنزلنا  veya خلقنا (İndirdik veya yarattık) şeklindedir. 

قَدَّرْنَاهُ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  

مَنَازِلَ  ikinci mef’ûlun bih olup kesra ile mecrurdur. Muzâf mahzuftur. Takdiri, ذا منازل  (Menziller sahibi) şeklindedir. 

حَتّٰى  gaye bildiren cer harfidir.  اَنْ  ve masdar-ı müevvel, cer mahallinde  قَدَّرْنَاهُ  fiiline mütealliktir.

حَتّٰٓى  edatı 3 şekilde kullanılabilir: 1) Harf-i cer olarak gelir. 2) Başlangıç edatı olarak gelir. 3) Atıf edatı olarak gelir. Burada harf-i cer olarak kullanılmıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)   

عَادَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.  كَالْعُرْجُونِ  car mecruru mahzuf hale mütealliktir.  الْقَد۪يمِ  kelimesi  الْعُرْجُونِ ‘nin sıfat olup kesra ile mecrurdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat

Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar  2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

قَدَّرْنَاهُ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi  قدر ‘dir.

Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.

وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَد۪يمِ

 

Ayet 37.ayetteki  وَاٰيَةٌ لَهُمُ الَّيْلُۚ  cümlesine وَ ‘la atfedilmiştir. الْقَمَرَ , takdiri  أنزلنا (indirdik) veya  خلقنا (yaptık) olan mahzuf fiilin mef’ûlüdur. Bu takdire göre cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Tefsiriyye olarak gelen  قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

قَدَّرْنَاهُ  fiili, azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.

Gaye bildiren harf-i cer  حَتّٰى nin gizli  أنْ le masdar yaptığı  عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَد۪يمِ  cümlesi, mecrur mahaldedir.  حَتّٰى  ile birlikte  قَدَّرْنَاهُ  fiiline mütealliktir. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade eden  الْقَد۪يمِ  kelimesi  الْعُرْجُونِ  için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır. 

Teşbih harfinin dahil olduğu  كَالْعُرْجُونِ الْقَد۪يمِ  car mecruru,  عَادَ  fiiline mütealliktir.

Ayetteki teşbih, teşbih edatı zikredildiği için mürsel, vech-i şebeh hazf edildiği için mücmeldir.

Zemahşerî şöyle der: "Sözün manasının tam anlaşılabilmesi için, burada bir takdir yapmak gerekir. Çünkü ayın bizzat kendisi, menziller kılınmamıştır. Buna göre mana, "Biz, ayın seyri için menziller takdir ettik" şeklindedir." Bu takdire göre, ayetten şu mananın kastedilmesi muhtemeldir "Ayı da menziller sahibi olarak takdir ettik, yarattık." Çünkü bir şeyin sahibi o şeye çok yakındır. Bundan ötürü, "Hoşnutluk sahibi bir hayat" denilebilmiştir. Çünkü bir şeyin sahibi, bizzat o şeyin kendisiyle kâim olduğu kimse gibidir. Dolayısıyla onun hakkında o sıfat kullanılabilir. (Fahreddin er-Râzî) 

Güneş ve güneşin Alîm ve Azîz olanın takdir ettiği yere doğru akıp gittiği zikredildikten sonra ay zikredilmiştir. Ayın eski hurma salkımının eğri çöpü haline dönüşünceye kadar kendisi için tayin edilen menzillerde yürüdüğü zikredilmiştir. Güneşin fiili gibi ayın fiili de azamet zamiri ile Allah Teâlâ'nın kendisine isnad edilmiştir.

قدّرنا (Tayin ettik) sözündeki zamir dolayısıyla Aziz, Alim isimlerinin tekrarına gerek kalmamıştır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s.184)  

حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَد۪يمِ [Nihayet o eski hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner]  ayetinde mürsel-mücmel teşbih vardır. Vech-i şebeh, incelik, eğilme ve sarılık olmak üzere üç şeyden meydana gelmiştir. Vech-i şebeh zikredilmediği için mücmel adını almıştır. (Safvetü’t Tefâsir) 

عُرْجُونِ : Eğri salkım çöpü demektir. Özellikle hurma salkımının dip çöpü ki eskisi, yani geçen seneninki, daha ince, daha eğri, daha renkli olur. Bu benzetme, çok şaşırtıcı bir güzelliktedir. Zannedildiği gibi hilâlin ilk ve son şeklini göstermekle kalmıyor, Ay'ın o konaklarda giderken dünya etrafında bir ayda kat ettiği yörüngenin bir hattını da göstermiş oluyor.

Eski denilmekle bu yörünge üzerinde Ay'ın her konaktaki hacmi de hayal ettirilmiş bulunuyor ki, eski astronomiciler bu benzetmenin inceliğini kavrayamazlardı. (Elmalılı, Âşûr, Fahreddin er-Râzî) 

الْقَد۪يمِ "Kadîm", eski yaşlı demektir. Nitekim üzerinden bir yıl geçen şeye de "kadîm" (eski) denilir. Doğrusu bunun bizzat kendisi, "kadîm" isminin bir şeye verilmesi için şart olmayıp, bunda örf-adet nazar-ı dikkate alınır. Öyle ki bir iki yıldan beri kurulmuş bir şehir için, "O kadîm bir şehirdir" denilmez. Fakat bazı şeyler için, üzerinden bir yıl geçmese bile "kadîm" (eski) ifadesi kullanılır. İşte bundan dolayı, "kadîm ev, kadîm (eski) bina" denildiği halde, âlem hakkında, "Âlem, kadîmdir" denilemez. Çünkü evdeki ve binadaki kadîmlik, bu şeylerin üzerinden, yılların ve uzun zamanın geçmesi hükmüne göre kullanılır. Halbuki, âlem hakkında "kadim" sözünün kullanılması, ancak, âlemin bir başlangıcının ve kendisinden önce geçen bir şeyin bulunmasına inanmanın ifadesi olur. (Fahreddin er-Râzî) 

Bu ayette yıllanmış hurma dalı benzetmesi Kur’an benzetmelerinin gücünü ve çok yönlülüğünü göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Ayetteki benzetme yönlerini üç açıdan değerlendiren Zemahşerî, üzerinden yıl geçtikten sonra hurma dalının dönüştüğü  incelik, eğrilik ve sarılık nitelikleri üzerinde durur. Şu halde benzetişin tüm sadeliğiyle birlikte zihinlerde canlandırdığı ay tasviri çok boyutlu bir hal almaktadır.  (İsmail Bayer, Keşşâf Tefsirinde Belâgat Uygulamaları)

Kur’an ayetlerindeki mûsikiye riayet de önemlidir. Çünkü bu da nefislerdeki etkiyi arttıran unsurlardan biridir. 37-39. ayetlerdeki mef'ûller tehir edildiğinde ahengin kaybolduğu görülür. Ama bu ayetlerdeki takdîmler aynı zamanda tekid, ihtimam ve hükmü takviye içindir.

İbn Esîr son ayetteki الْقَمَرَ  kelimesinin takdîminin de bu sebeple olduğu görüşündedir. Ona göre bu ayetteki takdim ihtisas ifade etmez. Üç ayetin de nazmının birbirine uyumlu olması için takdim yapılmıştır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

 

Yâsin Sûresi 40. Ayet

لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَـهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِۜ وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ  ...


Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 لَا ne
2 الشَّمْسُ güneş ش م س
3 يَنْبَغِي mümkün olur ب غ ي
4 لَهَا ona (aya)
5 أَنْ
6 تُدْرِكَ erişmesi د ر ك
7 الْقَمَرَ aya ق م ر
8 وَلَا ne de
9 اللَّيْلُ gece ل ي ل
10 سَابِقُ önüne geçebilir س ب ق
11 النَّهَارِ gündüzün ن ه ر
12 وَكُلٌّ ve hepsi ك ل ل
13 فِي
14 فَلَكٍ bir felekte (yörüngede) ف ل ك
15 يَسْبَحُونَ yüzmektedirler س ب ح

لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَـهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِۜ

 

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  الشَّمْسُ  mübteda olup lafzen merfûdur. يَنْبَغ۪ي fiil cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.

يَنْبَغ۪ي  fiili  ى  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. لَهَا  car mecruru يَنْبَغ۪ي  fiiline  mütealliktir.  اَنْ  ve masdar-ı müevvel  يَنْبَغ۪ي ‘nin  faili olarak mahallen merfûdur.

تُدْرِكَ  mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هى ‘dir. الْقَمَرَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. 

وَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. الَّيْلُ  mübteda olup lafzen merfûdur.  سَابِقُ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. النَّهَارِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

يَنْبَغ۪ي  fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İnfiâl babındadır. Sülâsîsi  بغى’dir.

Bu bab fiile mutavaat, mücerred yapıdaki asıl anlamıyla kullanılması gibi anlamlar katar.

تُدْرِكَ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.  İf’al babındadır. Sülâsîsi  درك ’dir.

İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.

سَابِقُ  kelimesi sülâsî mücerred olan  سبق  fiilinin ism-i failidir. 

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ

 

وَ  atıf harfidir.  كُلٌّ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  ف۪ي فَلَكٍ car mecruru  يَسْبَحُونَ  fiiline mütealliktir. 

يَسْبَحُونَ  fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. يَسْبَحُونَ  fiili  ن 'un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و 'ı fail olarak mahallen merfûdur.

لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَـهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِۜ

 

Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.

Sübut ve istimrar ifade eden menfî isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.  الشَّمْسُ  mübteda, يَنْبَغ۪ي لَـهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ  cümlesi haberdir. Haber cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Masdar harfi  اَنْ  ve akabindeki  تُدْرِكَ الْقَمَرَ   cümlesi, masdar teviliyle  يَنْبَغ۪ي  fiilinin faili konumundadır. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında gelerek, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.

Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

Olumsuz bir cümlede ismin fiile takdim edilmesi, fiilin bu isimdeki olumsuzluğunu ama başka isimlerdeki varlığını ifade eder. Güneşin ayı yakalama kudreti yoktur, fakat başkasının buna gücü yeter, o da Azîz, Hakîm olan Allâh Teâlâ'dır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.186)  

وَلَا الَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ  cümlesi, …  لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَـهَٓا  cümlesine tezat nedeniyle atfedilmiştir.

Sübut ve istimrar ifade eden menfî isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsned olan سَابِقُ النَّهَارِۜ , veciz anlatım kastına binaen, izafet formunda gelmiştir.  سَابِقُ  , ism-i fail vezninde gelerek sübût ve süreklilik ifade etmiştir.

Az sözle çok anlam ifade eden  سَابِقُ النَّهَارِۜ  izafetinde, sıfat mevsufuna muzâf olmuştur. 

تُدْرِكَ - سَابِقُ  kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.

لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَـهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ  cümlesiyle  وَلَا الَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِۜ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

الَّيْلُ  -  النَّهَارِ  kelimeleri arasında tıbâk-ı icab, الشَّمْسُ - الْقَمَرَ   kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.

Bu ayet-i kerime, bahsi geçen her şeyin, O'nun hikmetine uygun olarak yaratılmış olduğuna bir işarettir. Binaenaleyh, güneş için, aya yetişecek bir biçimde hızlı hareket etmesi uygun değildir. Aksi halde, tek bir ay içinde bile, hem yaz hem kış olur, meyveler ve ürünler olgunlaşamazdı. (Fahreddin er-Râzî) 

لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَـهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ  [Güneşin aya yetişmesi mümkün ve sa­hih değildir] cümlesinde olumsuz hükmü tekidli ifade etmek için müsnedün ileyh önce söylenmiştir. Bu ifade, لَا يَنْبَغ۪ي  الشَّمْس اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ  ifadesin­den daha beliğdir ve kendisinden istenilenden başkasını yapamayacak şe­kilde emre amade olduğunu daha vurgulu olarak ifade eder. Çünkü, müsnedin ileyhi öne alarak  انت لا تكذب  (sen, yalan söylemezsin demen),  لا تكذب (yalan söylemezsin) demenden daha tekîdlidir. Çünkü birinci cümle, yalan söylemeyeceğini, ikinci cümleden daha vurgulu ifade eder. Kur'an'ın  inceliklerini bir düşün. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)

Şayet neden güneş yetişemez kılındı da Ay geçemez kılındı? dersen şöyle derim: Çünkü güneş yörüngesini ancak bir yılda, Ay ise bir ayda tamamlıyor. Bu sebeple Güneş’in yavaş yol almasından dolayı yetişme vasfıyla nitelenmesi, Ay’ın da hızlı yol almasından dolayı geçme vasfıyla nitelenmesi daha uygun oldu. (Keşşâf)

Burada  الشَّمْسُ (güneş) ve  الَّيْلُ (gece) kelimeleri ile  لَا  harfi olumsuz bir cümlede tekrarlanmış ve hem güneşin ayı yakalamasının, hem de gecenin gündüzün önüne geçmesinin olumsuzluğu kastedilmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.186)  


وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ

 

وَ , istînâfiyyedir. Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

كُلٌّ  mübteda,  يَسْبَحُونَ  haberdir. Car mecrur  ف۪ي فَلَكٍ , siyaktaki önemine binaen amili olan  يَسْبَحُونَ ‘ye takdim edilmiştir.

Cümlede müsnedin ileyh olan  كُلٌّ  kelimesinin nekra gelmesi tazim, umum ve teksir ifade eder. 

كُلٌّ  kelimesindeki tenvin, ‘her biri’ takdirinde olan, muzâfun ileyhden bedeldir, izafetten dolayı tenvinin düşürülmesi tek bir şeyde, hem nekire, hem de marifeliğin bir arada bulunmaması içindir. Binaenaleyh, muzâfun ileyh lafzen düşünce, muzâfa da, yeniden lafzen tenvin verilmiştir. Halbuki mana bakımından yine bu ifade, izafet sebebiyle marifedir. (Fahreddin er-Râzî) 

Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi )

كُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ  ibaresindeki harflerde aks sanatı vardır.

Harflerde olan akis sanatı, kelamın harflerinin sıralı olarak yer değiştirmesidir. Harflerin harekesinin, meddinin, şeddesinin, cezminin, elifinin hemzeye ya da hemzenin elife dönüşmesinin bir etkisi olmaz. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’  İlmi)

يَنْبَغ۪ي لَـهَٓا - يَسْبَحُونَ  kelimeleri arasında müfred-cemi arasında güzel bir iltifat sanatı vardır.

İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı) 

كُلٌّ ’deki tenvin muzâfun ileyhin yerine geçmiştir. Aslı  كلهم  şeklindedir; zamir ile yukarıda geçtiği manada güneşler ve aylar kastedilmiştir. (Keşşâf)

وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ  ifadesi, tersinden okunduğunda da sırasıyla aynı harfleri vermekte, dolayısıyla aynı şekilde okunabilmektedir. Bunlar dışında kelime tekrarına dayalı sanatlar arasında aks sanatına benzeyen bir başka tür de reddü’l-acüz ale’s-sadr / tasdîrdir. Bu, şiirde beytin, düz yazıda da bir cümlenin veya ibarenin sonunda yer alan sözcüğü, kendisinden önce tekrarlamaktır. (İbnu’l-Mu’tez, Kitâbu'l-Bedî, s. 47, Âşûr)

كُلٌّ  (hepsi) kelimesindeki tenvin umum ifade eder. Yani, güneş ve ay da dahil, “bütün semâvî cisimler” demektir. Bu kelime muzâf olsaydı veya beyaniyye ifade eden  من  ile منهما كل  şeklinde gelseydi, güneş ve aya mahsus olurdu. كُلٌّ  kelimesinin bu şekilde müstakil gelişi, dahil olduğu hükmün kapsamını genişletir. Ayrıca  سبح (yüzmek) fiilinin çoğul gelişi de bütün semavî cisimlerin kasdedildiğini ifade eder. Yani hepsinin, dışına çıkamayacağı bir yörüngesi vardır, o yörüngede hareket ederler, bu da Azîz-Alîm'in takdîridir. Onların hiç birinin iradesi ve tercihi söz konusu değildir. Bu da insanların bir kısmının yaptığı gibi müstahak olan zata ibâdet edilmesini gerektirir.  كُلٌّ  kelimesinin izafetsiz olarak gelmesinde ve  سبح  (yüzmek) fiilinin çoğul zamire isnad edilmesinde, bu cisimlerin kudretinin ve tercihinin olmadığı, aksine bunların her birinin Rablerinin, yaratıcılarının emrine boyun eğdiği manası vardır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.188)  

Ayetteki  كُلٌّ  kelimesi, ‘O ikisinden her biri’ manasında olup, burada zikredilenler de, güneş ve aydır. O halde Cenab-ı Hak niye tesniye yerine, (çoğul sıygasıyla), [yüzerler] buyurmuştur? Buna birkaç açıdan cevap verilebilir:

a) Biraz önce de açıkladığımız gibi; bu, umum mana ifade etmektedir. Böylece Cenab-ı Hak sanki, her yıldızın, gökyüzünde hareketli olduğunu haber vermiştir.

b) Cenab-ı Hak, [gece de gündüzü geçmez] buyurup, gecedekiler ile de yıldızlar kastedilince, fiil  يسبحون  şeklinde çoğul gelmiştir. Yüzmek fiili, akıllılara ait bir zamire, cemaat  وَ 'ına  isnad edilmiştir. Yani semavi cisimler akıllı menziline konmuştur. Yüzmek, akıllı varlıkların fiilidir. Allah Teâlâ putlar için de bu zamiri kullanarak, ما لكم لا ينطقون (Neyiniz var, konuşmuyorsunuz?) ve  ألا تأكلون (Yemez misiniz?) buyurmuştur. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.189,  Fahreddin er-Râzî, Âşûr) 

فَلَكٍ , ya yuvarlak bir cisim veya yuvarlak ve dairesel bir yüzey yahut da dairedir. Çünkü dil alimleri, yün eğirceğinin yörüngesinin de, yuvarlak olduğu için, "felek" diye adlandırıldığı hususunda ittifak etmişlerdir. Yine bunlar, yuvarlak bir yüzey olan ve çadırın direğinin çadırı delmemesi için direğin ucuna konan yuvarlak, bundan yapılmış düz nesneye de, "Çadırın feleği" denildiği hususunda ittifak etmişlerdir."Yaptığımız bu izaha göre, gök de dairesel olmuş olur. Halbuki müfessirlerin ekserisi, gökyüzünün, uçları olmadan, adeta çatılmış bir tavan gibi dağlar üzerine döşendiği hususunda ittifak etmişlerdir. Halbuki Nasslarda, semanın yuvarlak değil de düz ve döşenmiş olduğuna dair kesin bir delâlet bulunmamaktadır. Halbuki, maddî ve hissi delil, semânın, yuvarlak (küresel) olduğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh, bu neticeyi benimsemek gerekir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)  

Sâmerrâî‟ye göre  وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ [Her biri bir yörüngede yüzer.] ayeti  yüzmenin âkil bir zamire isnad edilmesindeki amaç, güven duygusunu insanlarda hakim kılmaktır. Burada insanların hemen üstünde yer alan gezegenlerin, üzerlerine düşmeyeceğine ve onları helak etmeyeceğine dair bir rahatlatma söz konudur. Ayrıca ayette, gezegenlerin ve gök cisimlerinin hareketinin dairesel olduğuna, kendilerine ait bir yörüngede seyrettiğine ve uzayda salıverilmiş halde kontrolsüz bir biçimde bırakılmadığına işaret edilmektedir. İbn Manzûr’un da  فَلَك ’i, yıldızların yörüngesi ve –Ferrâ’ya dayanarak- göğün yuvarlak olması (istidâretü’s-semâ) şeklinde tarif ettiğini belirtmektedir. (İzzet Marangozoğlu, Fâdıl Sâlih Es-Sâmerrâî’nin Beyânî Tefsir Anlayışı)
Günün Mesajı
31 ve 32. âyet, ölen insanlar içindeki günahkârların ruhlarının, günahlarından arınıncaya kadar başka bedenlerde dünyaya geri döndüğü şeklindeki inancı (tenasüh) kesinlikle reddetmektedir. Âyet, açıkça günahkârların ve günahlarından dolayı helâk edilmiş olanların bir daha dünyaya, sonraki nesillerin arasına dönmeyeceklerini açıkça beyan etmektedir. Âyetler, tarihteki bazı zalimlerin, bilhassa Ehi-i Beyt'e zulmeden bazılarının ve onların kurbanlarının Kıyamet'ten önce dünyaya geri gönderilip, kurbanların zalimlerden intikamlarını alacakları şeklindeki Şiilere ait ricat inancını da reddetmektedir.
Sayfadan Gönüle Düşenler

Bazen gözünün önünde duranı göremez insan. Elinde tuttuğu bir şeyi etrafında arar durur. Bulacağından emin olan pes etmez; adımlarını yavaşlatır, gözleriyle her kareyi tarar ve sonunda aradığına ulaşır. Hatta belki nasıl gözden kaçırdığını da düşünür.

Hakikat delilleriyle dolu alemde yaşayıp görememek de böyle bir şey olsa gerek. Belki kalbiyle bağlandığı dünyada, yaşadıklarına nefsiyle tepki verenin, o an hakikat ferahlığını hissedememesi de böyle bir şeydir. Bir gün öleceğini ve her şeyin geçici olduğunu bilir ama hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak ister. Geçmişte nice insanların gelip geçtiğini bilir ama malına, mülküne, insanlara, makama ve daha nicesine yine de sevdalanır. 

Ey Allahım! Şüphesiz ki, yarattığın hiçbir şey boşuna değildir. Amacını gerçekleştiren ve yörüngesinde/düzeninde ilerleyen canlı cansız her varlık (toprak, su, gece, gündüz, güneş ve ay) gibi; bizi de görevini ifa edenlerden ve Senin yolunda sağlam adımlarla ilerleyenlerden eyle. Yaşadığımız her anda hakikati görenlerden, Seni hatırlayanlardan ve Sana güvenenlerden eyle.

Amin.

***

Bir kişinin kendisini geliştirmek ya da hayatının kalitesini arttırmak için önündeki seçenekleri kıyaslaması işe yarar bir tekniktir. Ancak bu, kişiler arası uygulandığı zaman tehlikeli bir yoldur. Genellikle faydadan çok zarar getirir. Yetersizlik hissinin bir parçasıdır. Hele ki başkaları tarafından kıyaslanmak kırgınlık sebebidir. 

Her insan özeldir. Gökyüzündeki sistemin parçaları (güneş, ay ve yıldızlar) ya da gün içerisinde akan gece ve gündüz gibi herkesin dünya hayatı bakımından kendi bir yörüngesi vardır. Önemli olan kabiliyetleriyle beraber Allah’a iyi bir kul olarak yeryüzünün yollarında en iyi nasıl ilerleyeceğinin kararını vermektir. 

Ellerindeki işleri en iyi şekilde gerçekleştirmek yerine başkalarını geçmeye odaklanmak ya da yeteneği olmayan bir alanda üstün başarı sağlamaya çalışmak ise sistemin akışını ya da başka bir deyişle kişinin ayarlarını bozar. Bir de üstüne bu başarılar uğruna Allah’a kulluk arka plana atılıyorsa, o kişi illa ki kaybeder. 

Ey Allahım! Yörüngeleri ve kabiliyetleri yaratansın. Kullarına yol gösterensin ve işleri kolaylaştıransın. Kıyaslama cahilliğinden ve kıyaslanma kötülüğünden muhafaza buyur. Benliğimize ve etrafımızdakilere doğrucu bir şekilde yaklaşanlardan; doğru şekilde doğru işlere teşvik edenlerden eyle. Yanlış hayallerin ve yanlış niyetlerin peşinden koşmaktan muhafaza buyur. Bizi hakkımızda hayırlı olacak doğru işlerle meşgul eyle. Dünyalık hırslarla değil, Senin rızan için çalışanlardan eyle. Dünyevi ve uhrevi işlerimizi Senin rızan ile başarıya ulaştır. Ve hepsinin sonunda bizi Sana kavuşan kullarından eyle.

Amin.

Zeynep Poyraz  @zeynokoloji