ءَاُنْزِلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ مِنْ بَيْنِنَاۜ بَلْ هُمْ ف۪ي شَكٍّ مِنْ ذِكْر۪يۚ بَلْ لَمَّا يَذُوقُوا عَذَابِۜ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَأُنْزِلَ | indirildi mi? |
|
2 | عَلَيْهِ | ona |
|
3 | الذِّكْرُ | Zikr |
|
4 | مِنْ | -dan |
|
5 | بَيْنِنَا | aramız- |
|
6 | بَلْ | doğrusu |
|
7 | هُمْ | onlar |
|
8 | فِي | içindedirler |
|
9 | شَكٍّ | şüphe |
|
10 | مِنْ | -den |
|
11 | ذِكْرِي | benim Zikr’im- |
|
12 | بَلْ | hayır |
|
13 | لَمَّا |
|
|
14 | يَذُوقُوا | onlar henüz tadmadılar |
|
15 | عَذَابِ | azabımı |
|
Hz. Peygamber’in, özellikle Allah’ın birliği inancını tâvizsiz bir şekilde savunarak yüzyıllardan gelen çok tanrıcılık inancını reddetmesi, putperestler için “gerçekten şaşılacak bir şey” idi. Bu sebeple Hz. Muhammed’in peygamberlikle ilgili faaliyetlerini başlangıçta ciddiye almayan Mekke’nin ileri gelen müşrikleri, zaman geçtikçe geleneksel inançlarının, toplumsal konumlarının ve çıkarlarının tehlikeye girdiğini görmeye başlamışlar; hadis, tefsir ve tarih kaynaklarında –bazı önemsiz farklılıklarla– anlatıldığına göre Resûlullah’ı durdurmak için o güne kadar uyguladıkları daha çok alay ve hakaret şeklindeki psikolojik baskılarının sonuç vermediğini görünce, içlerinde Ebû Cehil’in de bulunduğu bir heyet oluşturarak Resûlullah’ı, Mekke’nin saygın kişilerinden olan, ayrıca dedesi Abdülmuttalib’in vefatından sonra onu himayesine alan, bu sebeple de Resûlullah’ın kendisine büyük bir saygı ve minnet duyduğu amcası Ebû Tâlib’e şikâyet etmiş, üzerinden himayesini çekmesini istemişlerdi. Hz. Peygamber’i meclise çağıran Ebû Tâlib ona, yapılan şikâyeti aktardı. Resûl-i Ekrem ise yaptığı etkili konuşmada onları, aynı zamanda kendilerine parlak bir gelecek sağlayacak olan bir inanca davet ettiğini belirtti ve bunun Allah’ın birliği inancı oluğunu söyledi. Ancak putperestler, bu cevaba öfkelenerek 5-8. âyetlerdeki sözleriyle bâtıl inançlarındaki kararlılıklarını bir defa daha belirtip meclisi terkettiler (Müsned, I, 227, 362; Tirmizî, “Sûre 38”; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, I, 283-285; Taberî, XXIII, 124-126, 127-128; Râzî, XXVI, 177; Kurtubî, XV, 150-151).
“İşte (sizden) istenen budur” diye çevirdiğimiz 6. âyetin sonunda aktarılan sözleriyle müşriklerin neyi kastettikleri hususunda yapılan yorumlardan bazıları şöyledir: a) Muhammed’in söylediği sözler, bizi çağırdığı tek tanrı inancı, onun üzerimizde hâkimiyet kurup bizi kendisinin uydusu yapmak istediği bir plandır; ama biz ona olumlu karşılık vermeyeceğiz; b) Bu durum, zamanın başımıza açtığı belâlardan biridir; öyle murat edilmiştir, onun için bundan kurtulmamız mümkün değildir; c) Sizden istenen ve yapmanız gereken şey, dininize bağlanmaktır; dininize sımsıkı sarılıp Muhammed’i yenilgiye uğratmaktır (Taberî, XXIII, 126; Râzî, XXVI, 178; Zemahşerî, III, 318). Biz meâlimizde bu son yorumu dikkate aldık.
Putperestlerin, “Biz bilinen son dinde böyle bir şeyi işitmedik” anlamındaki sözleriyle İslâm’dan önceki son kitâbî din olan ve teslîs inancını benimseyen Hıristiyanlığı veya kendi putperestlik dinlerini kastettikleri yönünde farklı görüşler vardır. Aynı cümle, “Biz, yahudiler ve hıristiyanlardan Muhammed’in peygamberliğiyle ilgili bir şey duymadık” şeklinde de yorumlanmıştır (Taberî, XXIII, 126-127; Zemahşerî, III, 317; Râzî, XXVI, 178; Şevkânî, IV, 482).
Zemahşerî, 8. âyetin “İlâhî uyarı içimizden ona mı indirildi şimdi?” meâlindeki cümlesini açıklarken, müşriklerin bu tâvizsiz inkârcı tutumlarının altındaki psikolojik sebebi şöyle özetler: “Aslında onlar, onca itibarlı kişiler, önderler arasından hususiyle Hz. Muhammed’in peygamberlikle onurlandırılmasını, içlerinden özellikle ona kitap indirilmesini hazmedemiyorlardı. Nitekim bir defasında da, ‘Bu Kur’an, şu iki şehirden büyük bir kişiye indirilseydi ya!’ demişlerdi (Zuhruf 43/31). Bu inkâr, peygamberlik şerefinin aralarından kendileri gibi beşerî özellikler taşıyan birine verilmesi karşısında içlerini kaplayan derin kıskançlık duygusunun dışa yansımasıydı” (III, 317). Bu kıskançlığın temelinde de Kur’an’ın vahiy eseri olması konusunda taşıdıkları kuşku, dolayısıyla inançsızlık bulunduğu için âyetin devamında, “İşin doğrusu onlar benim uyarım karşısında kuşku içindedirler” buyurulmuş; ardından da “Hayır, azabımı henüz tatmadılar” denilerek o zaman akıllarının başlarına geleceği uyarısında bulunulmuştur.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 566-568
ءَاُنْزِلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ مِنْ بَيْنِنَاۜ
Hemze istifham harfidir. Fiil cümlesidir. اُنْزِلَ fetha üzere mebni, meçhul mazi fiildir. عَلَيْهِ car mecruru اُنْزِلَ fiiline mütealliktir. الذِّكْرُ naib-i fail olup lafzen merfûdur.
مِنْ بَيْنِنَا car mecruru عَلَيْهِ ‘deki zamirin mahzuf haline mütealliktir. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اُنْزِلَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi نزل ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
بَلْ هُمْ ف۪ي شَكٍّ مِنْ ذِكْر۪يۚ
بَلْ idrâb ve atıf harfidir.Önce söylenen bir şeyden vazgeçmeyi belirtir. Buna idrâb denir. "Öyle değil, böyle, fakat, bilakis, belki" anlamlarını ifade eder.
Kendisinden sonra gelen cümle ile iki anlam ifade eder:
1. Kendisinden önceki cümlenin ifade ettiği anlamın doğru olmadığını, doğrusunun sonraki olduğunu ifade etmeye yarar. Bu durumda edata karşılık olarak “oysa, oysaki, halbuki, bilakis, aksine” manaları verilir.
2. Bir maksattan başka bir maksada veya bir konudan diğer bir konuya geçiş için kullanılır. Burada yukarıda olduğu gibi, bir iddiayı çürütmek ve doğrusunu belirtmek için değil de bir konudan başka bir konuya geçiş içindir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. ف۪ي شَكٍّ car mecruru mahzuf habere mütealliktir. مِنْ ذِكْر۪ي car mecruru شَكٍّ ‘e mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır.
Mütekellim zamiri ي muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بَلْ لَمَّا يَذُوقُوا عَذَابِۜ
بَلْ idrâb ve atıf harfidir. Önce söylenen bir şeyden vazgeçmeyi belirtir. Buna idrâb denir. "Öyle değil, böyle, fakat, bilakis, belki" anlamlarını ifade eder.
لَمَّا cahdı-müstağraktır. Fiili muzariyi cezm eder.
يَذُوقُوا fiili نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
عَذَابِ mef’ûlun bih olup mukadder fetha ile mansubdur. Kelimenin sonundaki kesra muzâfun ileyhten ivazdır. Muzâfun ileyh olan mütekellim يَ ’sı mahzuftur.
ءَاُنْزِلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ مِنْ بَيْنِنَاۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesi istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Müşriklerin itirazları devam etmektedir. Hemze, takrirî istifham harfidir. İstifham üslubunda olmasına rağmen cümle, vaz edildiği soru anlamından çıkarak tahkir ve istihza anlamı kazandığı için mecâz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca sordukları sorunun cevabını bilmiyor değillerdir. Terkipte tecâhül-i ârif sanatı vardır.
اُنْزِلَ fiili اِفعال babındadır. Faile değil fiile dikkat çekmek için meçhul bina edilmiştir.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur عَلَيْهِ , konudaki önemine binaen fail olan الذِّكْرُ ’ya takdim edilmiştir.
مِنْ بَيْنِنَاۜ car mecruru, عَلَيْهِ ‘deki zamirin mahzuf haline mütealliktir.
Bu soru vahyin ona mahsus olmasını inkardır, o da kendileri gibidir hatta şerefte ondan daha aşağıdır. Mesela [Bu Kur'an iki şehir halkından büyük bir adama indirilmeli değil miydi?] (Zuhrûf: 21) kavli gibi. Bu gibi ayetler delildir ki, onların yalanlamaları başka değil hasetten ve gözlerini yalnız dünya metaına dikmekten idi. (Beyzâvî)
Kur’an-ı Kerîm’de peygamberimize karşı Kureyşli müşriklerin itirazı olan ءَاُنْزِلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ مِنْ بَيْنِنَا [Kur’an aramızdan ona mı indirildi?] ifadesi, ism-i tecâhül olsun veya olmasın kendileri gibi bir insan olan Muhammed’in (sav) aslında bunları uyduramayacağını bildikleri halde, soru cümlesiyle bu bilgilerinin üstünü kapatıp tecâhül-i ârif, bildikleri bir şeyi başka bir alana kaydırma çabasından ibarettir. (Hasan Uçar,Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî’ Sanatları)
Bu ayette müşrikler zikrin Hz. Peygamber'e geldiğini bilmezlikten gelerek [Ona mı indirildi?] sorusunu sormuşlardır. Yani inat edip, Peygamber Muhammed'in (sav), Kur'an'ın nüzulü döneminde onların en şereflisi olduğunu bilmezlikten geliyorlar. Bu tür istifhamın neticesinde ifade medih veya zem konumundadır. Ya da söz konusu ifade taaccüp, tevbih yahut takrire delalet eder. Buna göre, yukarıdaki ayette istifham takrire delalet etmektedir. (Sahip Aktaş, Kur’anda İstifham Üslubu)
بَلْ هُمْ ف۪ي شَكٍّ مِنْ ذِكْر۪يۚ
Cümle, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mütekellim Allah Teâlâ’dır. بَلْ idrâb harfidir.
بَلْ harfi, cümleleri atfetmekte kullanılmaz. Bu sebeple bundan sonra gelen cümle, istînâfiyyedir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. ف۪ي شَكٍّ car mecruru, mahzuf habere mütealliktir. مِنْ ذِكْر۪يۚ ise, شَكٍّ ’e mütealliktir.
ذِكْر۪يۚ izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olması ذِكْر۪ için tazim ve teşrif ifade eder. (Âşûr)
ف۪ي شَكٍّ ibaresinde istiare vardır. Burada zarfiyye olan ف۪ي harfi, kendi manasında kullanılmamıştır. شَكٍّ içine girilmeye müsait bir şey değildir. Fakat şüphe içinde olduklarını mübalağalı bir şekilde belirtmek üzere bu harf عَلَيْ yerine kullanılmıştır. Şek içinde olmak, adeta bir şeyin bir kabın içinde muhafaza edilmeye benzetilmiştir. İnkârcılarla şüphe arasındaki mutlak irtibat, zarf ve mazruf arasındaki mutlak irtibata benzetilmiştir. Câmi’; temekkün (yerleşme, sabit olma)’dür.
بَلْ لَمَّا يَذُوقُوا عَذَابِۜ
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.
بَلْ idrâb harfi intikal içindir. لَمَّا muzari fiili cezm edip manasını maziye çeviren nefy edatlarındandır. Gerçekleşmesi ihtimal dahilinde olup geçmiş zamandan, sözün söylenme anına kadar sürekli olumsuzluk ifade eder.
Menfî mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
لَمَّا يَذُوقُوا عَذَابِۜ [Azabımı henüz tatmadılar] ibaresinde azap, lezzetli bir yemeğe benzetilerek istiare yoluyla azaptan kaçamayacakları etkili bir tarzda ifade edilmiştir. Bu ifade ihane (hor görme) tarikiyledir. Azabı tatmak Allah’ın vaat ve vaîdiyle alay ettikleri için onları alaya almak ve kınamak manasınadır.
عَذَابِۜ kelimesinin sonundaki mütekellim zamiri, fasılaya riayet edilerek hazf edilmiştir. Kelimenin sonundaki kesra bu zamirden ivazdır.
Mahzuf mütekellim zamiri Allah Teâlâ’ya aittir. Bu izafet azabın şanı içindir.
İbn Hişâm, لَمَّا ’nın bu anlamına uygun olarak لَمَّا يَذُوقُوا [Azabımı henüz tatmamışlardır.] ayet-i kerîmesinde azaba konu olan kişilerin gelecekte azabı tadacaklarına dair bir delaletin olduğunu ifade etmiştir. (İbn Hişâm, Mugnî’l-Lebîb, I, 405-406)