وَلَا تُجَادِلْ عَنِ الَّذ۪ينَ يَخْتَانُونَ اَنْفُسَهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ خَوَّاناً اَث۪يماًۚ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَا |
|
|
2 | تُجَادِلْ | savunma |
|
3 | عَنِ |
|
|
4 | الَّذِينَ | kimseleri |
|
5 | يَخْتَانُونَ | hainlik eden(leri) |
|
6 | أَنْفُسَهُمْ | kendilerine |
|
7 | إِنَّ | zira |
|
8 | اللَّهَ | Allah |
|
9 | لَا |
|
|
10 | يُحِبُّ | sevmez |
|
11 | مَنْ | kimseyi |
|
12 | كَانَ |
|
|
13 | خَوَّانًا | hainlik yapan |
|
14 | أَثِيمًا | günah işleyen |
|
Emanete hıyanet edenler, bir yolunu bulup başkalarının hakkını yiyenler geçici dünya hayatında kendilerine bir menfaat sağlamış, refah ve rahatlık içinde yaşamış olabilirler. Ancak bu hıyanetin ağır sorumluluğu onlarla birlikte âhirete taşınacağı ve kendilerinden hesap sorulacağı; hakkın, haine ceza, hak sahibine ecir olarak yerini bulacağı düşünüldüğünde, dünyada elde edilen geçici menfaat karşılığında ebedî hayatta kaybedilen nimetlerin büyüklüğü göz önüne alındığında, emanete hıyanet edenlerin –âyette ifade buyurulduğu üzere– başkalarından önce ve daha çok kendilerine zarar verdikleri ve ebedî saadetlerini ziyan ettikleri anlaşılacaktır.
Kaynak : Kur’ân Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 139
وَلَا تُجَادِلْ عَنِ الَّذ۪ينَ يَخْتَانُونَ اَنْفُسَهُمْۜ
وَ atıf harfidir. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تُجَـٰدِلۡ meczum muzari fiildir.
ٱلَّذِینَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, عَنِ harf-i ceriyle birlikte تُجَادِلْ fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası یَخۡتَانُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
یَخۡتَانُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. أَنفُسَهُمۡ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir هُمۡ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ خَوَّاناً اَث۪يماًۚ
İsim cümlesidir. إِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
ٱللَّهَ lafza-i celâli إِنَّ ’nin ismidir. لَا; nefy harfi olup sükun üzere mebnidir.
يُحِبُّ fiili إِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
Müşterek ism-i mevsûl مَنْ, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
İsm-i mevsûlun sılası كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesidir.
كَانَ ’nin ismi müstetir olup takdiri هُو ’dir. خَوَّانًا kelimesi كَانَ ’nin haberi olup fetha ile mansubtur.
أَثِیمࣰا ise كَانَ ’nin ikinci haberidir.
خَوَّانًا kelimesi mübalağalı ism-i fail kalıbındandır.
یُحِبُّ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındandır. Sülâsîsi حبب ’dir.
İf’al babı fiile, ta’diye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَلَا تُجَادِلْ عَنِ الَّذ۪ينَ يَخْتَانُونَ اَنْفُسَهُمْۜ
وَ atıftır. Ayetin ilk cümlesi nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. Menfi muzari fiil sıygasındaki cümlede mecrur mahaldeki ism-i mevsûlün sılası, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
جادل في karşı çıkmak; bir şeye karşı savaşmak, جادل عن ise savunmak demektir. Böylece aynı fiil, kullanıldığı harfle birlikte farklı bir anlam kazanır. Buna tazmin denir.
یَخۡتَانُونَ أَنفُسَهُمۡۚ ا [Kendilerine ihanet etmek] ibaresi insanın kendisine ihanetini de birbirlerine olan ihaneti de ifade edebilir. Kur’an’da isyan, nefse zulüm olarak vasıflandırıldığı gibi nefse ihanet olarak da vasıflandırılır.
خَوَّانًا kelimesinde irsâd vardır.
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ خَوَّاناً اَث۪يماًۚ
Müstenefe cümlesidir.
إِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi, şibh-i kemâl-i ittisâl nedeniyle fasılla gelmiştir. İsim cümleleri zamandan bağımsız olarak sübut ifade eder. Faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedün ileyhin lafza-i celâlle gelmesi telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırma kastının yanında haberin önemini de vurgulamaktadır.
Müsnedin muzari fiil sıygasıyla gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve istimrar ifade eder. Muzari fiilin tecessüm özelliği sayesinde muhayyile harekete geçer ve konuyu anlamak kolaylaşır.
Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karineler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. Hükmü takviye demek; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir. Bunun Kur’an’da çok örneği vardır.
(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Mef’ûl konumundaki müşeterek ism-i mevsûlün sılası كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesidir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. خَوَّانًا أَثِیمࣰ için sıfat veya كان ’nin ikinci haberidir.
كَانَ, haberin, isminin mahiyetinden bir cüz olduğuna işaret eder. (Muhammed Ebu Musa Hâ-Mîm Sûreleri Belâğî Tefsîri, Duhan Suresi, s. 31)
یَخۡتَانُونَ - خَوَّانًا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
خَوَّانًا ve أَثِیمࣰ kelimeleri mübalağa sıygasında gelmiştir. Nekre gelmeleri ise teksir ve nev ifade eder. Ayrıca bu kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Son cümlenin mefhumu muhalifi; Allah'ın, ihanet etmeyen dürüst müminleri sevdiği manasıdır.
105 ve 114. ayetlerle birlikte bu on ayette insanların arasında meydana gelen anlaşmazlıklar, davalar, tartışmalar karşısında Hz. Peygamberin ve daha ziyade onun şahsında ümmetinin takınması gereken tavır, oynaması gereken rol ve uygulaması gereken muamele şekli açıklanmaktadır. Pek azı müstesna olmak üzere özel bir hadise üzerine gelmiş bulunan bu ayetlerin hedefi, sadece o hadiseyi açıklamak ve hükmünü ortaya koymak değil, bu münasebetle müslümanlara, kıyamete kadar uyacakları kaideleri –detaylı veya çerçeve hükümler olarak– açıklamaktır.
Bu ayetlerin gönderilmesinin de şöyle özel bir sebebi olduğu bildirilmektedir: Rifâa b. Zeyd isimli sahâbî, yabancı tacirlerin Medine’ye getirdikleri has undan bir miktar satın almış ve bunu, içinde silahlarının da bulunduğu evin sofasına koymuştu. Şehirde kötü şöhreti olan Übeyrık ailesinden biri (Tu’me b. Übeyrık) gece sofaya girmiş, unla birlikte Rifâa’nın silahlarını da çalmıştı. Rifâa durumu fark edince –bu hadiseyi rivayet eden– yeğeni Katâde b. Nu‘mân’a gelip olayı haber verdi. Katâde gerekli araştırmayı yapıp Übeyrık ailesine ulaşınca onlar suçu Lebîd isimli masum bir müslümanın üzerine attılar. Lebîd kılıcını çekip üzerlerine yürüyerek “Ben çalmışım ha! Vallahi ya gerçek hırsızı haber verirsiniz ya da şu kılıcımla sizi doğrarım!” deyince onu suçlamaktan vazgeçtiler. Mağdurlar araştırmaya devam ederek hırsızın Übeyrık ailesinden olduğuna kesin kanaat getirdikten sonra Resûlullah’a başvurdular, Hz. Peygamber “Gerekeni yapacağım” cevabını verdi. Übeyrık ailesi durumu öğrenince kurdukları planın gereği olarak, uygun birini Resûlullah’a gönderip iftiraya uğradıklarını, ortada bir delil bulunmadığı halde Katâde tarafından hırsızlıkla suçlandıklarını bildirip yakındılar. Katâde durumu öğrenmek üzere gelince Resûlullah ona, “Bana müslüman ve suçsuz oldukları söylenen kimseleri, elinde bir delil olmadığı halde hırsızlıkla suçladın!” diyerek serzenişte bulundu. Katâde olup bitenden son derecede üzüntü duyarak amcasına geldi ve durumu anlattı. Rifâa “İşimiz Allah’ın yardımına kaldı” cevabını verdi. Bu olay üzerine yukarıda meâli verilen âyetler nâzil oldu (Tirmizî, “Tefsîr”, 5/22). “Allah’ın sana gösterdiğine göre hükmedesin diye...” ifadesi “hakkı içeren kitabı indirme”nin gerekçesini açıklamaktadır. Kitabın hakkı içermesi, gerçekleri, olanı ve olması gerekeni bildirmesi, “usul öğretme, genel ve özel hükümler koyma, bilgiler verme” şeklinde gerçekleşmektedir. “Allah’ın öncelikle peygamberine, sonra da onun aracılığı ile insanlara gerçeği öğretmesi” birinci derecede bu şekilde (Kur’an vahyi ile) olmaktadır. İkinci derecede gerçeğin kaynağı sünnettir. Sünnet hem mana ve hükmün Allah tarafından bildirilmesi hem de Hz. Peygamberin, içinde içtihada dayalı olanların da bulunduğu bütün tasarruflarının ilâhî kontrol altında bulunması bakımından bu özelliği taşımaktadır. (Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 136)
Bu ayette geçen, مَنْ كَانَ خَوَّانًا اَث۪يمًاۚ [Kendilerine hainlik etmiş kimseler]’den maksat, Tu’me ile Tu’me’nin hırsızlık yaptığını bildiği halde ona yardım eden akrabalarıdır. ‘Hıyanet etti’, ‘hainlik etti’ manasındadır. (Fahreddin er-Râzî)
“Çünkü Allah, hainliği meslek edinmiş günahkârları sevmez.” Ayette, خَوَّانًا kelimesinin mübalağa kipiyle gelmiş olması, yüce Allah’ın Tu’me’nin ifrat derecesinde bir hıyanet ve ihanet içerisinde olduğunu, işi gücü günahta ısrar etmek olduğunu bilmiş olmasındandır. (Nesefî, Medâriku’t Tenzîl ve Hakaîku’t Tevîl)
Hz. Peygamber şöyle açıklamıştır: “Ben ancak bir beşerim ve siz bana davalarla geliyorsunuz. Olur ki biriniz delilini daha güzel ifade eder de ben, ondan işittiğime dayanarak lehinde hükmederim. Her kime, kardeşine ait bulunan bir hakkı hükmederek verirsem sakın onu almasın; çünkü ona ateşten bir parça vermiş olurum!” (Buhârî, “Şehâdât”, 27; Müslim, “Akzıye”, 4).