اَلَّذ۪ينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۜ اَيَبْتَغُونَ عِنْدَهُمُ الْعِزَّةَ فَاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۜ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | الَّذِينَ | onlar |
|
2 | يَتَّخِذُونَ | tutuyorlar |
|
3 | الْكَافِرِينَ | kafirleri |
|
4 | أَوْلِيَاءَ | dost |
|
5 | مِنْ |
|
|
6 | دُونِ | bırakıp |
|
7 | الْمُؤْمِنِينَ | mü’minleri |
|
8 | أَيَبْتَغُونَ | mi arıyorlar? |
|
9 | عِنْدَهُمُ | onların yanında |
|
10 | الْعِزَّةَ | şeref |
|
11 | فَإِنَّ | şüphesiz |
|
12 | الْعِزَّةَ | şeref |
|
13 | لِلَّهِ | Allaha aittir |
|
14 | جَمِيعًا | tamamen |
|
Daha önce iman ve küfür kavramları üzerinde durulmuş, muteber bir imanın şartları açıklanmıştı. Buradaki on âyette ise açık ve gizli kâfirlere karşı Allah’ın muamelesiyle müminlerin karşılıklı ilişkilerde uyacakları ilkeler ve kurallar ortaya konmaktadır.
Münafığın “ikiyüzlü, inananların arasında onlardan gözüken kimse” mânasına geldiği bilinmektedir. Âyette münafıkların acı âkıbeti haber verildikten sonra iki özelliklerinden daha söz ediliyor: Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmek, güçlü ve şerefli olabilmek için onların himayesine sığınmak, beraberliklerini tercih etmek. Bu iki niteliğin özellikle zikredilmesinde müminler için bir işaret sezinlememek mümkün değildir. Müminlerin asıl güvenecekleri, dayanacakları, kader birliği yapacakları kimseler iman kardeşleridir. Başka din ve ideoloji mensuplarına bu ölçüde güvenmek doğru değildir. Eşyanın tabiatına göre onlara bel bağlamak risklidir. Bunun da ötesinde “mümini bırakıp kâfiri dost ve veli edinen” kimsenin imanında, müminlerle ilişkilerinde bir ârıza bulunması, imanının nifaka yakın olması ihtimali vardır.
Aynı şekilde güçlü ve saygın olmak için müminleri bırakıp kâfirlere sarılan, onların himayelerine sığınan kimselerde de aşağılık duygusu, özgüven eksikliği ve iman zayıflığı bulunması ihtimali kuvvetlidir. Mutlak güç ve üstünlük Allah’a aittir. Başka hiçbir kimse Allah’a dayanan ve güvenen mümin kadar güçlü ve şerefli olamaz. Müminler de Allah’a güvendikleri, O’na sığındıkları, şerefi ve saygınlığı O’na kul olmakta aradıkları ve buldukları için mânevî bakımdan güçlü ve şereflidirler. Maddî bakımdan da güçlü olmamaları için bir sebep yoktur. Buna rağmen onları bırakıp kâfirlerle beraber olmakta şeref ve güç arayanların imanlarında zaaf, kendilerinde münafıklıktan bir iz bulunduğu anlaşılmaktadır.
Kur’ân Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 164-165
İslâm tarihinin ilk döneminde iman ile inkâr arasında gidip gelenler, bunu kötü maksatla yapanlar veya iman henüz yeterince kafalarına ve gönüllerine yerleşmemiş bulunduğu için böyle hareket edenler olduğu gibi tarihin başka devirlerinde de benzeri durumlara rastlanmıştır. Önemli ve muteber olan son durumdur; insanlar sonunda imana karar verir, bunda sebat ederlerse kurtulurlar, daha önceki inkârları da bağışlanır. Çünkü “İman, kendisinden önceki sayfayı siler, inanç bakımından sabıka kaydını ortadan kaldırır” (Müsned, IV, 199, 204; İbn Mâce, “Zühd”, 30). Sonu inkâr olan ve bu halde ölenler (inkârlarını arttıranlar) bağışlanmazlar, inkârcıların doğru yolda oldukları da iddia edilemez. İnkâr ile –iman bakımından– doğru yolda olmak çelişkilidir, ikisi bir arada bulunamaz.
Kur’ân Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 161
“Ey iman edenler!... iman edin” cümlesi, ilk bakışta iman edenleri yeniden iman etmeye çağırmaktadır. Burada bir çelişki bulunmadığını göstermek için tefsirciler tarafından “Maksat dışa karşı inanmış gibi görünen münafıklardır”, “İkinci iman çağrısı, imana devam çağrısıdır”, “İnananlar kâmil mânada imana çağırılmaktadır” gibi çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Biz âyeti şöyle anlıyoruz: Hak, bâtıl bütün dinlerde bir inanç şekli ve konusu vardır. Dinsizlik ve tanrıtanımazlık da bir çeşit inançtır. İnancın şeklini ve konusunu doğru olarak belirleyebilmek için –akla aykırı– olmamakla beraber aklı aşan bir bilgi kaynağına ihtiyaç bulunduğu da ortadadır. Bu bilgi kaynağı (Allah’tan gelen vahiy) muteber bir imanın nitelik ve niceliğini açıklamakta; inanmak isteyen, imana meyleden, kendisine ait bilgilenme ve bir kanaate ulaşma kapasitesini kullandıktan sonra imana karar veren kimselerin, bu mânada iman edenlerin nelere, nasıl inanmaları gerektiğini bildirmektedir, bu anlamda “iman edin” demektedir.
Âyete göre Kur’ân-ı Kerîm geldikten sonra yeryüzünde yaşayan ve iman etmek isteyen kimseler Allah’a, meleklere, Kur’ân-ı Kerîm’e ve ondan önce gönderilen kitaplara (halen geldikleri gibi korunmamış olsalar bile daha önce de kitapların indirilmiş bulunduğuna), son peygamber Muhammed Mustafa’ya ve ondan önce gönderilen peygamberlere ve âhiret gününe iman etmek durumundadırlar. Bunlardan birine bile inanmayan kimselerin imanı muteber değildir, bunlardan birini bile inkâr eden kimseler “doğru, hak, geçerli, kurtarıcı” imana kavuşamamış, hak dinden sapmış sayılırlar.
Kur’ân Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 160-161
اَلَّذ۪ينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۜ
Cemi müzekker has ism-i mevsûl اَلَّذ۪ينَ, önceki ayetteki الْمُنَافِق۪ينَ ’nin sıfatı olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası يَتَّخِذُونَ الْكَافِر۪ينَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
يَتَّخِذُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzaridir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الْكَافِر۪ينَ mef’ûlun bihtir. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar. الْكَافِر۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan كفر fiilinin ism-i failidir.
اَوْلِيَٓاءَ ikinci mef’ûlun bihtir. Sonunda اء yani elif-i memdude olan isimlerdendir.
مِنْ دُونِ car mecruru اَوْلِيَٓاءَ ’nin mahzuf sıfatına müteallıktır. الْمُؤْمِن۪ينَ muzâfun ileyhtir. Cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الْمُؤْمِن۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَيَبْتَغُونَ عِنْدَهُمُ الْعِزَّةَ فَاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۜ
Hemze inkârî istifhamdır. يَبْتَغُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzaridir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عِنْدَهُمُ mekân zarfı, يَبْتَغُونَ ’ye müteallıktır. Muttasıl zamir هُمُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. الْعِزَّةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. الْعِزَّةَ kelimesi اِنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubtur. لِلّٰهِ car mecruru اِنَّ’nin mahzuf haberine müteallıktır.
جَم۪يعًا hali müekkede olup fetha ile mansubtur.
اَلَّذ۪ينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۜ
Ayet fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Has ism-i mevsûl اَلَّذ۪ينَ, önceki ayetteki الْمُنَافِق۪ينَ ’nin sıfatıdır. Mevsûlde müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.
Sılası يَتَّخِذُونَ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Bahsi geçen kişilerin ism-i mevsûlle ifade edilmeleri tahkir amacına matuftur.
الْكَافِر۪ينَ - الْمُؤْمِن۪ينَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
[Onlar ki…] ism-i mevsulü ya اريد الذين (o kimseleri kastediyorum ki) takdirinde zemme konu olarak mahallen mansub ya da هم الذين (onlar o kimselerdir ki) takdirinde haber olarak mahallen merfûdur. Bunlar kâfirlerle yardımlaşıyor, onları velî ediniyorlardı. Birbirlerine de “Muhammed’in işinden bir şey çıkmaz! Yahudileri velî edinmeye bakın!” diyorlardı. (Keşşâf)
اَيَبْتَغُونَ عِنْدَهُمُ الْعِزَّةَ
Fasılla gelen cümle istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen soru, tahkir ve taaccüb manası taşıdığı için va’zedildiği anlamdan çıkmıştır. Bu nedenle terkip mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
فَاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۜ
فَ istînâfiyye, istifhama cevap sadedindeki cümle ta’lîliyyedir. اِنَّ ile tekid edilmiş sübut ifade eden isim cümlesidir. Faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. اِنَّ ,لِلّٰهِ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.
Mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde lafza-i celâlin zikrinde tecrîd sanatı vardır.
الْعِزَّةَ zamir makamında zahir isim gelerek zihne yerleştirilmek istenmiştir. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الْعِزَّةَ kelimesindeki marifelik ahd-i ilmîdir.
جَم۪يعًاۜ manevi tekid olarak gelmiştir, haldir. Hal anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Vahidî şöyle der: “Arapçada ‘izzet’, şiddet ve güç demektir. Münafıklar, Yahudilerle birleşmek suretiyle güç ve kuvvet arıyorlardı. Kâmil ve mükemmel kudret, Allah’a aittir. O’nun dışında kalan herkes ise O’nun kudret vermesiyle kadir, O’nun aziz kılmasıyla aziz, izzet sahibi olurlar. Binaenaleyh gerek peygamber gerekse müminler için söz konusu olan izzet, ancak Allah’ın vermesiyle olmuştur. Bu sebeple durum iyice incelendiğinde, bütün izzetin, kudretin Allah’a ait olduğu ortaya çıkmış olur.” (Fahreddin er-Râzî)
Bu cümle, inkârî istifhamın ifade ettiği görüşün bâtıl ve o görüşte olanların sonlarının hüsran olduğunun sebebini vuzuha kavuşturur. Çünkü bütün kuvvet, kudret ve galibiyet Allah Teâlâ’ya münhasırdır. (Ebüssuûd)
Bir diğer görüşe göre ise bu cümle, mahzuf bir şart cümlesinin cevabıdır. Yani eğer onların yanında kuvvet arıyorlarsa bilsinler ki bütün kuvvet Allah’ındır. (Ebüssuûd)