اَلَّذ۪ينَ يُجَادِلُونَ ف۪ٓي اٰيَاتِ اللّٰهِ بِغَيْرِ سُلْطَانٍ اَتٰيهُمْۜ كَبُرَ مَقْتاً عِنْدَ اللّٰهِ وَعِنْدَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۜ كَذٰلِكَ يَطْبَعُ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ قَلْبِ مُتَكَبِّرٍ جَبَّارٍ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | الَّذِينَ | onlar ki |
|
2 | يُجَادِلُونَ | tartışırlar |
|
3 | فِي | hakkında |
|
4 | ايَاتِ | ayetleri |
|
5 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
6 | بِغَيْرِ | olmadan |
|
7 | سُلْطَانٍ | bir delil |
|
8 | أَتَاهُمْ | kendilerine gelmiş |
|
9 | كَبُرَ | ne büyük |
|
10 | مَقْتًا | bir kızgınlıktır |
|
11 | عِنْدَ | yanında |
|
12 | اللَّهِ | Allah |
|
13 | وَعِنْدَ | ve yanında |
|
14 | الَّذِينَ | kimseler |
|
15 | امَنُوا | inanan(lar) |
|
16 | كَذَٰلِكَ | işte böyle |
|
17 | يَطْبَعُ | mühürler |
|
18 | اللَّهُ | Allah |
|
19 | عَلَىٰ | üzerini |
|
20 | كُلِّ | her |
|
21 | قَلْبِ | kalbi |
|
22 | مُتَكَبِّرٍ | kibirli |
|
23 | جَبَّارٍ | zorbanın |
|
Kur’an-ı Kerîm’de 12. sûrenin hemen tamamı Hz. Yûsuf’la ilgili olup onun ismini taşımaktadır. Orada görüldüğü üzere Hz. Yûsuf, kardeşlerinin bir ihaneti sonucunda Mısır’a götürülüp köle olarak satılmış, iftiraya uğrayarak hapse atılmış, Allah’ın kendisine verdiği ilim ve hikmet sayesinde rüyaları yorumlamadaki maharetiyle ismini Mısır hükümdarının sarayına kadar duyurmuş, hükümdarın rüyasını yorumlayarak onun ilgisini kazanmış ve hazine işlerine bakmakla görevlendirilmişti.
Hz. Yûsuf’a özel bir kitap indirilmediği bilinmektedir. Ayrıca Yûsuf sûresinde (12/55) onun, kendisinin dürüstlüğünden söz ederek hazinenin yönetimine atanmasını talep ettiği bildirilmekle beraber açık bir dinî tebliğde bulunduğuna dair bilgi verilmemektedir. Bununla birlikte daha hapishanedeyken yanındakilere Allah’ın kendisine özel bir bilgi öğrettiğini söylüyor; ayrıca Mısır halkının Allah’a ve âhiret gününe inanmadıklarını belirtip bunu eleştiriyor; kendisinin, ataları İbrâhim ve İshak ile babası Ya‘kub’un dinî geleneğine tâbi olduğunu açıklıyordu (Yûsuf 12/37-38). Bu şekildeki beyanlarını hapishaneden çıktıktan ve önemli devlet görevine getirildikten sonra da devam ettirmiş olabilir. Bu durumda konumuz olan 34. âyette Yûsuf’un Mısırlılar’a getirdiği bildirilen “açık kanıtlar” (beyyinât), muhtemelen onun, bir peygamber olarak Mısır yöneticilerine ve halkına İbrâhimî gelenekteki temel dinî inançlara dair zaman zaman yaptığı açıklamalar ve bu konularda verdiği açık seçik bilgiler, gösterdiği kanıtlar olmalıdır. Ne var ki Mısırlılar, dünya işleri konusunda Yûsuf’un bilgisinden ve dürüstlüğünden istifade ederken, 34. âyetten anlaşıldığına göre dinî meselelerde ortaya koyduğu bu açık gerçekleri kuşkuyla karşılamışlar; Hz. Yûsuf vefat ettikten sonra da âdeta ondan kurtulduklarına şükrettikleri anlamına gelen sözler söylemişlerdi.
İşte konumuz olan âyetlerde sözleri nakledilen mümin kişi, Mûsâ dönemindeki Mısırlılar’a yüzyıllar önce atalarının Yûsuf karşısında takındıkları olumsuz tavrı hatırlatıyor ve atalarının yaptıkları yanlışları tekrar etmemeleri gerektiği yönünde onları uyarıyordu.
Bu âyetlerde, peygamberler karşısında inkârcı ve isyankâr tutumlar sergileyenlerin niteliklerini ifade etmek üzere seçilmiş olan kelimeler özellikle dikkat çekicidir. Bunlardan müsrif, gerçeklik, adalet ve dürüstlük ölçülerini aşan her türlü inanç, düşünce ve eylemin sahibini ifade eder. Kur’an’da bu kelime yoğun olarak, peygamberler ve onların ortaya koydukları ilâhî hakikatler karşısında sağduyulu, adaletli ve gerçekçi davranış ölçüsünden sapan; çıkar kaygılarının veya öfke ve şiddet duygularının etkisine kapılıp tepkisel davranışlar sergileyen, taşkınlık yapan putperest ve inkârcılar için kullanılır. Meâlde “kuşkulara boğulmuş” diye çevirdiğimiz mürtâb kelimesi, müsbet anlamda hakikati arayıp bulmaya yönelik iyi niyetli kuşkuculukla ilgisi olmayan; aksine, vicdanen doğruluğuna kani olsa bile çıkar kaygılarının, bencil duygu ve tutkularının etkisinde kalan kimsenin ilâhî gerçekler hakkında kuşku uyandırmaya yönelik kötü niyetli çabalarını gösterir. “Büyüklük taslayan, kendini beğenmiş” anlamına gelen mütekebbir de saçma ve küstahça bir benlik duygusuyla Allah, peygamber ve vahiy karşısında bile gurur ve kibir taslayan, bu sebeple de peşin bir red ve inkâr tavrına kendini kaptıran inkârcı kişiyi ifade eder. “Zorba” diye çevirdiğimiz cebbâr ise bu bağlamda anılan üç olumsuz ruh halinin bir bakıma sonucu olmak üzere zalim, baskıcı ve despotça davranış ve uygulamalar sergileyen kişi ve yönetime işaret eder. Böylece gizli olarak Mûsâ’ya inanmış olan mümin kişinin ifadesini aktaran bu âyetler, dolaylı olarak tam da Firavun’u hatırlatan bir tiran tipinin yanında, bir toplumsal zihniyeti, sınıf ve zümre psikolojisini tanımlamaktadır.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 658-660
اَلَّذ۪ينَ يُجَادِلُونَ ف۪ٓي اٰيَاتِ اللّٰهِ بِغَيْرِ سُلْطَانٍ اَتٰيهُمْۜ كَبُرَ مَقْتاً عِنْدَ اللّٰهِ وَعِنْدَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۜ
Cemi müzekker has ism-i mevsûl اَلَّذ۪ينَ mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası يُجَادِلُونَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
يُجَادِلُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
ف۪ٓي اٰيَاتِ car mecruru يُجَادِلُونَ fiiline mütealliktir. اللّٰهِ lafza-i celâli muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
بِغَيْرِ car mecruru يُجَادِلُونَ ‘deki failinin mahzuf haline mütealliktir. سُلْطَانٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. اَتٰيهُمْ cümlesi سُلْطَانٍ ‘in sıfatı olarak mahallen mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَتٰيهُمْ fiili elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
كَبُرَ مَقْتاً عِنْدَ اللّٰهِ cümlesi اَلَّذ۪ينَ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.
كَبُرَ fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. مَقْتاً temyiz olup fetha ile mansubdur.
Temyiz; kendisinden önce geçen mübhem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani; çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harfi cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin îrabı ise cümledeki yerine göredir. Temyiz Türkçeye “bakımından, …yönünden” şeklinde tercüme edilebilir. Temyizi bulmak için “ne bakımdan, hangi açıdan?” soruları sorulur.Temyiz ikiye ayrılır:
1. Melfûz mümeyyez: Söylenmiş, cümlede görülen mümeyyez.
2. Melhûz mümeyyez: Düşünülen, cümlede açık olarak görülemeyen mümeyyez.
(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عِنْدَ اللّٰهِ car mecruru مَقْتاً ‘e mütealliktir. عِنْدَ mekân zarfı atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur. Cemi müzekker has ism-i mevsûl اَلَّذ۪ينَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
يُجَادِلُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi جدل ’dir.
Mufâale babı fiile müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar. Müşareket (İşteşlik – ortaklık): Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef’ûl aynı işi yapmıştır. Ayrıca fail işi başlatan ve galip gelendir. (sonuçlandırandır). Bazen de müşareket olmayıp tek taraflı olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اٰمَنُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
كَذٰلِكَ يَطْبَعُ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ قَلْبِ مُتَكَبِّرٍ جَبَّارٍ
كَ harf-i cerdir. مثل “gibi” demektir. Bu ibare, amili يَطْبَعُ olan mahzuf mef’ûlu mutlaka mütealliktir.
ذٰ işaret ismi, sükun üzere mebni mahallen mecrur, ism-i mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
يَطْبَعُ damme ile merfû muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli fail olup lafzen merfûdur. عَلٰى كُلِّ car mecruru يَطْبَعُ fiiline mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır. قَلْبِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. مُتَكَبِّرٍ kelimesi قَلْبِ ‘nin sıfatı olup kesra ile mecrurdur. جَبَّارٍ kelimesi ikinci sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُتَكَبِّرٍ kelimesi; sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan تَفَعَّلَ babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلَّذ۪ينَ يُجَادِلُونَ ف۪ٓي اٰيَاتِ اللّٰهِ بِغَيْرِ سُلْطَانٍ اَتٰيهُمْۜ كَبُرَ مَقْتاً عِنْدَ اللّٰهِ وَعِنْدَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۜ
Bu cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mübteda konumundaki ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ‘nin sılası olan يُجَادِلُونَ ف۪ٓي اٰيَاتِ اللّٰهِ بِغَيْرِ سُلْطَانٍ اَتٰيهُمْۜ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eden muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar. Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, bilinen kişiler olduklarını belirtmesi yanında, bahsi geçenleri tahkir amacına matuftur.
يُجَادِلُونَ fiilinin muzari olarak gelmesinde, bu mücadelenin teceddüdüne, yani sürekli olarak yenilendiğine; zaman zaman bu mücadele işini yaptıklarına işaret vardır.
اٰيَاتِ اللّٰهِ izafetinde ayetlerin lafza-i celâle muzâf olması, ayetlere tazim ve teşrif ifade eder.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
بِغَيْرِ سُلْطَانٍ car mecruru, يُجَادِلُونَ fiiline mütealliktir. سُلْطَانٍ ’deki tenvin kıllet ifade eder.
سُلْطَانٍ hüccet, بِ istiane manasındadır. Herhangi bir kanıt yokken inatla ve alayla mücadele ettiler. سُلْطَانٍ ‘in اَتٰيهُمْۜ ‘la sıfatlanmasında istiare vardır. الإتْيانُ zuhur, oluş manalarında müstear olmuştur. (Âşûr)
جدل fiili ف۪ٓي ile kullanılması halinde, batıl bir mücadeleyi, عَنْ ile kullanılması halinde de, meşru olan bir mücadeleyi ifade eder. (Fahreddin er-Râzî ve Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 194)
اَتٰيهُمْۜ cümlesi سُلْطَانٍ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
سُلْطَانٍ - اٰيَاتِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
اَلَّذ۪ينَ يُجَادِلُونَ (cedelleşenler) ifadesi, öncesindeki aşırı gidenden bedeldir. Şayet “Sonraki ifade çoğul olduğu halde, önceki tekil ifadenin nasıl bedeli olabilir ki?” dersen şöyle derim: Olur; çünkü Allah Teâlâ bu ifadeyle sadece aşırı giden bir kişiyi kastetmiyor; adeta “bütün aşırı gidenler” diyor. (Keşşâf, Zemahşeri)
كَبُرَ مَقْتاً عِنْدَ اللّٰهِ وَعِنْدَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۜ cümlesi اَلَّذ۪ينَ ’nin haberidir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Siyakın delaletiyle faili hazf edilmiştir. Takdiri, جدالُهُمْ ’dir.
كَبُرَ مَقْتاً sözüyle zem kastedilmiştir. مَقْتاً şiddetlendi, büyüdü” demektir. مَقْتاً kelimesi, temyizdir. Fail, önceki sözden anlaşılan cidâl mefhumundaki zamirdir. Yani “cidâl makt bakımından şiddetlendi” demektir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 194)
مَقْتاً kelimesi temyizdir. Temyiz ifadeyi zenginleştiren ıtnâbtır.
عِنْدَ اللّٰهِ izafeti عِنْدَ ’nin şanı içindir. عِنْدَ الَّذ۪ينَ izafeti, عِنْدَ اللّٰهِ ’ye matuftur. Atıf sebebi tezâyüftür.
عِنْدَ için muzâfun ileyh konumundaki الَّذ۪ينَ ‘nin sılası olan اٰمَنُوا cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
الَّذ۪ينَ ve عِنْدَ ’lerin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
İman edenlerin ism-i mevsûlle ifade edilmesi onların bilinen kişiler olduğunu belirtmesi yanında, onlara tazim içindir.
يُجَادِلُونَ - اٰمَنُواۜ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
Mübteda olan اَلَّذ۪ينَ يُجَادِلُونَ sözünün haberi, كَبُرَ مَقْتاً عِنْدَ اللّٰهِ وَعِنْدَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا şeklinde gelmiştir.
Ayet-i kerîme’de geçen اَلَّذ۪ينَ lafzı mübteda, كَبُرَ lafzı da haberidir.
Şeyh Tâhir سُلْطَانٍ ’ın vasfı olan اَتٰيهُمْۜ kelimesini “zuhur” olarak açıklamıştır. Bu durumda mecâz-ı mürseldir, çünkü zuhur إتيان ’ın (geliş’in) sonucudur. Burada zuhurla kastedilen aklen görmekdir, sanki içinden bir şeyler gelmiş ve aklı tarafından da görülmüştür. Yani üzerinde düşünerek ortaya çıkmış ve sabit olmuştur. Böylece, bu sıfatla Allah’ın ayetlerine delillerle karşı çıkmanın imkansızlığı tekid edilmiştir. Çünkü Allah’ın ayetleri kuvvetli burhanlar üzerine kuruludur ve batıl ona giremez; batılın ona ulaşmak için bir yol bulma ihtimali yoktur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 194)
Burada كَبُرَ مَقْتاً عِنْدَ اللّٰهِ buyurulmuş ve عِنْدَ zarfı, lafza-i celâl’e izafe edilmiştir. Bu da tehdidi ve gazabı artırır. مَقْت kelimesi, buğz kelimesinden daha şiddetlidir. عِنْدَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۜ sözünün عِنْدَ اللّٰهِ yanında zikredilmesi, iman edenleri tekrim içindir ve onların Allah katında bir değeri olduğuna işaret eder. Böylece mümin kişinin de Allah katında bir değeri olduğuna işaret edilmiş olur. Çünkü o da Allah’ın ayetleri ile Allah’ın ayetlerinin taraftarı olarak mücadele etmektedir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 195)
كَذٰلِكَ يَطْبَعُ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ قَلْبِ مُتَكَبِّرٍ جَبَّارٍ
Ayetin son cümlesi istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. كَذٰلِكَ , amili يَطْبَعُ olan mahzuf mef’ûlü mutlaka mütealliktir.
Bu takdire göre cümle, müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber talebî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
عَلٰى كُلِّ قَلْبِ مُتَكَبِّرٍ جَبَّارٍ car mecruru, يَطْبَعُ fiiline mütealliktir.
مُتَكَبِّرٍ ve جَبَّارٍ kelimeleri قَلْبِ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
جَبَّارٍ kelimesi mübalağa kalıbıyla kullanılarak vurgu yapılmıştır.
جَبَّارٍ ve مُتَكَبِّرٍ sıfatlarının kalbe isnad edilmesi cüz-kül alakasıyla mecâz-ı mürseldir. Ayrıca bu kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Kalplerin mühürlenmesi ifadesinde istiare vardır. Kalp hidayetin içine konulacağı mühürlenebilen bir kaba benzetilmiştir. Kâfirlerin büyüklenme ve inanmama konusundaki inatlarının ulaştığı şiddeti ifade etmek için bu istiare yapılmıştır.
Cümlede hükmün illetini belirtmek ve ikazı artırmak için zamir makamında Allah isminin tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
كَبُرَ - مُتَكَبِّرٍ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
كَذٰلِكَ îrab açısından والأمر كذلك şeklinde mahzuf bir mübtedanın haberidir. Bu kelime Kur'an'da çok gelmiş ve ulemamızın takdir ettiği herhangi bir şey zikredilmemiştir. Mühim olan burada kelama dikkat çekmektir. Bir kapalılık üzerine kurulmuş olan kelam üzerinde daha fazla durmayı gerektirir. Buradaki ك harfi مثل manasındadır ancak neyin misli olduğu açık değildir. İşaret ismi ise bir merci gerektirir. İşaret ismi ك ile birleşmiştir ve bunlarda bir kapalılık söz konusudur. Çünkü muşârun ileyh bilinmedikçe bir şey ifade etmeyen işaret ismi ile ك harfinden oluşmuştur. Bu bina önemli mafsallarda gelen kapalı bir terkiptir. Bize arkadan gelecek olan şeyler şu anda bulunduğunuzdan daha yüce bir makamdır der. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Duhan/54, c. 5, s. 176-177)
يَطْبَعُ اللّٰهُ , kalpte bulunup onu ferahlatan ve doğruyu kabul etmesine vesile olan inceliklerin yok edilmesi anlamına gelmektedir. Bu inceliklerin yok edilmesinin sebebi; kalbi mühürlenenlere fayda vermeyeceğinin ve kalplerinde olumlu bir etki bırakmayacağının bilinmesidir. Anlatacaklarının boşa gideceğini bilen vaizin, etkilenmeyen ve faydalanma isteği olmayan birine anlatmaktan vazgeçmesi gibi. يَطْبَعُ اللّٰهُ ifadesi, kalplerinin katı olması, hırs ve pas bürümesi sebebiyle bu durumlarına kinaye yapılmıştır. İşte bu şekilde cahillerin kalpleri katılaşır ve paslanır. Öyle ki iyi/haklı insanlara, kötü/haksız damgasını vururlar. Böyle yapanlar Allah’ın yarattıkları arasında kötülüğün dibini bulanlardır. (Abdülcelil Bilgin, Kur’an’daki Deyimler ve Zemahşerî’nin Keşşâf’ı, 320)
Kalp kelimesinin sonu tenvinlenerek قَلْبٍ şeklinde okunmuştur. Bu durumda, kibir ve zorbalıkla vasıflanan kalp olmuş olur; çünkü o, bu iki halin hem merkezi hem de kaynağıdır. Nitekim “göz gördü”, “kulak işitti” dersin. Tıpkı “[Şahitliği gizleyen kişinin kalbi günahkar olur!”] (Bakara 2/283) ayetindeki gibi ki aslında günahkâr olan, bütün varlığıyla insandır. Bu ifadede muzâfın hazf edilmiş olması da mümkündür ki o zaman anlam عَلٰى كُلِّ ذي قَلْبِ مُتَكَبِّرٍ [kibirli kalp sahibinin tamamını] şeklinde olur ve kibirlilik kalbin değil kalp sahibinin sıfatı olmuş olur. (Keşşâf, Zemahşerî)